Gabriel Garcia Marquez ve İvo Andriç gibi bazı yazarların romanlarında kullandıkları ana temalardan birisi “ zaman “ dır. Örneğin Drina Köprüsü’nde Drina Nehri üzerine Sokullu Mehmet Paşa’nın 16. yüzyılda Mimar Sinan’a yaptırmış olduğu köprünün dilinden farklı kültürden farklı hayat hikayeleri olan insanlar ve insan ilişkileri anlatılır. Yüzyıllık Yalnızlık romanında da ana temalardan birisi zamandır. Zamanın şehirler, insanlar ve mekanlar üzerinde getirdiği değişimi çok güzel ele alan bir romandır. Macando’ya ( Aracataca ) demiryolu yapılması, muz şirketinin orada plantsyonlarda çalışan işçileri katletmesi ve bu olayı yakınların mağdurlarına unutturması zamanın insanların günlük yaşamlarına ve toplumsal ilişkilerine getirdiği değişimi arka planda çok güzel ele alır. Benim bu romanda tespit ettiğim insana dair düşüncelerden birisi kuşaklar değişse de insanların mutlulukları, acıları ve hüzünlerinin çok benzer olduğu konusuydu. Sevgi, aşk, mutluluk, geçim sıkıntısı, bir başkasının yani güçlü olanın dayatmaları, insanın hem kendisiyle hem başkaları ile kavgası işlenen konulardan sadece bazıları. Aklıma kazınan çok cümle kaldı bu romanda: “ Bir insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa o adam o toprağın insanı değildir.” “ Ölümü umursadığı yoktu, ama yaşam çok şey demekti.” Romanın ilk cümlesi de çok çok özel bir cümle ve yazarın böyle bir romanı yazma düşüncesinde 15-16 yılda ancak aklına gelebilen bir cümle ve bir gün sanırım araba kullanırken bu cümle aklına geliyor: “ Albay Aureliona Buendia, yıllar sonra idam mangasının karşısına dikildiğinde, babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o çok uzaklarda kalmış ikindi vaktini anımsayacaktı.”