Gönderi

768 syf.
8/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 12 days
Kitap Atsız’ın doğumu ve çocukluğu ile başlıyor. Gümüşhane’li bir baba ve Trabzon’lu bir anneden doğduğunu öğreniyoruz. Kendisi dışında iki kardeşi var. Birisi yine Atsız’la beraber yol yürümüş Nejdet Sançar’dır. Liseyi bitirdikten sonra Askeri Tıbbiye’yi kazandığını görüyoruz. Bu tıbbiyeden atılmıştır. Atılma sebebini şöyle anlatıyor: “O zaman beş sınıf olan Tıbbiye’de, üçüncü sınıfın yarısını birkaç gün geçtikten sonra 4 Mart 1925 tarihinde okuldan çıkarılışım, hayatımdaki dramların ilkidir. Zülf-i yâre (menfaat, bam teli) dokunacağı için tafsilatını (ayrıntılarını) yazamayacağım. Şu kadarını söyleyeceğim ki ona sebep, yıllardır savunduğum, ömrümü ziyan ettiği halde vazgeçmediğim, asla vazgeçemeyeceğim temel prensiptir. Bunun yanında benim serkeşliğim, biraz da kadın parmağı rol oynamadı değil. O zaman Türk ordusunda sani mülazım (Teğmen) rütbesinde bulunan Bağdatlı Mesut Süreyya, aleyhimdeki tertipte vazifesini başarı ile yaptı.” Yıllar sonra Atsız, Askeri Tıbbiye’den atılışı konusunda şunları yazacaktı: “Kendi maceramda ben, Türk kanunları bakımından haksızdım. Türkçü ve ırkçı olduğum için, Türk üniforması taşımasına rağmen Bağdatlı bir Arap olan Birinci Mülazım Mesut Süreyya’ya selam vermeyi reddettiğim için tardolunmuştum.” Askeri Tıbbiye zamanlarında hayatının birçok noktasında Kürtçülerle karşılıştığı ve sorunlar yaşadığı da görülüyor. “Mütareke yıllarında Kadıköy Sultanisi’nde okurken Arapça ve Siyer-i Nebi (Muhammed’in hayatını anlatan bir kitap) hocamız olan Mihri Efendi, Kürt milliyetçisi olduğu için bize Türklük ve Türkçülük aleyhinde propaganda yapar, Kürt dergilerini dağıtırdı. Bir gün: ‘Sakın Türk’üm demeyin. Öteki unsurları gücendirirsiniz. Osmanlıyım diyin’ diye öğüt vermişti. Dağıttığı dergilerin birinde Kürtlerin Asurlular neslinden geldiği yazılıydı. Kürtleri öven bir manzumede de ‘Sularla dağların kibr-ü gururundan doğan Kürtler’ diye bir mısra vardı.” “O sıralarda Şeyh Said isyanı olmuştu. Mektepte, bilhassa bizim sınıfta çok Kürt talebe vardı. Bu Şeyh Said isyanı dolayısıyla aramızda çıkan münakaşa, sonunda kavga şekline girdi… Münakaşaların sebebi Şeyh Said isyanı ve bilhassa Ziya Gökalp’in ölümüdür. Ziya Gökalp öldüğü zaman bütün talebelerin törene iştiraki kararlaştırılmıştı. Hâlbuki ırken Türk olmayanlar gelmek istemediler. Fakat sonra onlar da geldiler. Tabutun etrafında tıbbiyeliler vardı, onların etrafında da Harbiyeliler kordon tutuyorlardı. Orada bulunan yabancılara şapkalarını çıkarmaları ihtar olunuyordu. Bu ihtarı bazı Kürtler ağır kelimelerle karşılıyorlardı. Öyle ki orada az daha kavga çıkacaktı. Fakat büyük sınıfların müdahalesi ile bu kavga önlendi. Ama aynı günün gecesi mektepte bunun devamı oldu. Onlar on beş kişi kadardılar ve kavga için tertibat almışlardı. Yani kavga yerinde kimi şahit, kimi tesadüfen bulunuyormuş gibi hazırlanmışlardı. İşte o gece yapılan bu kavga neticesinde ben Askeri Tıbbiye’nin en ağır cezası olarak ‘tekerrüründe tard’ cezası aldım. Sonra bir selam meselesi yüzünden – ki bu da mürettep (tertipli, planlı) idi. -jurnal edilerek ihraç oldum. Bu meseleleri Kürtler hazırlamışlardı. Ve beni jurnal eden zabit Bağdatlı, yani Arap idi…O zamanki Kürt talebelerin bazılarının Kürt Teali Cemiyeti’yle alakaları vardı. Bunları idareye girip çıkarken görüyorduk. Faka bunu idareye anlatmak imkânı yoktu. Bu kavgaları sade bir disiplin meselesi telakki ediyorlardı (kabul ediyorlardı).” Okuldan atılışının ardından Atsız kendini Türk tarihine ve araştırmalarına verir. Çeşitli dergilere yazılar gönderir. Bu yazılardan bir tanesi Fuat Köprülü’nün dikkatini çeker ve Atsız’ı evine davet eder. Bu durumun ne kadar olağanüstü olduğunu anlamak gerekir. Atsız bu yazıları yazdığında 21 yaşında. Yazdığı yazının Fuat Köprülü tarafından beğenilmesi, hatta bunun üzerine tanışmak için yanına davet etmesi onur verici bir olaydır. Fuat Köprülü Atsız’a Edebiyat Fakültesine girmesini tavsiye eder ve Atsız da aynen böyle yapar. Okuluna başlamadan önce askere alınan Atsız’ın kendi tabiri ile “Irkan çingâne olan bir baş çavuşla döğüşüb divanı harbe verilmek tehlükesini atlatdıkdan sonra.” diye anlattığı bir terhis hikayesi de vardır. Atsız Edebiyat Fakültesi yıllarında, özellikle Türkoloji sınıfında Hasan Ali Yücel ile tanışır, hocaları Zeki Velidi ve Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır gibi değerli insanları tanır. O sırada orada okumasa bile Türk Ocağı’ndan tanıdığı Sabahattin Ali de sık sık fakülteye uğrar, sohbetleri vardır. Arap Edebiyatı öğretmeni Oskar Rescher, ki Müslüman olup Osman Reşer adını almıştır, daha sonra Ruh Adam romanında Yek olarak karşımıza çıkar. Mezun olduktan sonra Köprülü’nün yanında asistan olarak çalışmaya başlar. Birinci Türk Tarih Kongresi’nde Reşit Galip’in, hocası Zeki Velidi için “Darülfünundaki kürsüsü önünde talebe olmadığıma şükrediyorum.” demesi üzerine birkaç arkadaşıyla beraber Reşit Galip’e “Biz ise Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ederiz.” diye bir telgraf gönderir. Bu telgraf büyük bir yankı uyandırır. Reşit Galip, hocası Köprülü’den Atsız’ın uzaklaştırılmasını ister, Fuat Köprülü, Atsız’ın kovulmadan önce bir başka iş bulmasını kendisine teklif eder ancak aralarında bir münakaşa çıkar, Fuat Bey de Atsız’ı kovuşturmadan görevinden istifa eder. Reşit Galip bir süre sonra Milli Eğitim Bakanı olacaktır. Önce Atsız Mecmua’yı kapatır, ardından Atsız üniversitedeki görevinden uzaklaştırılır. Atsız’ın görevinden uzaklaştırılma sebebi için, Fuat Köprülü Bey görevinden istifa edince yerine gelen Ali Muzaffer Bey hakkındaki “17 yıllık hoca olmasına rağmen kitap, makale ya da makalecik şeklindeki eserlerinin adedi: 000” yazısı da gösterilir, ancak Atsız kendi yazısında esas sebebin Reşit Galip olduğunu daha sonra belirtecektir. O sıralarda soyadı kanunu çıkıp da herkes soyadını seçerken, Nihal Bey de zamanında yazılarını Atsız takma adı ile yazdığı için Atsız soyadını seçer. Kardeşi Nejdet Bey de aklına Sançar geldiği için o soyadı seçer. Özel hayatında da ilk eşinden ayrılıp Bedriye Atsız ile evlenmesi ile değişiklikler yaşanır. Atsız’ın hayatında önemli bir dönüm noktası olan, 44 olayları olarak da bilinen Irkçılık-Turancılık davasını başlatan olaylar, Atsız’ın yayımladığı dergiden başvekil Şükrü Saraçoğlu’na açık mektubuyla olmuştur. Bu açık mektupta “Devletin kadrolarında bu devlete hainlik edenlerin ne işi var?” konulu sert bir yazı yazar ve yazısını, bunları isim isim ve kanıtlarıyla yayımlayacağını belirtir. İkinci yazısında sözünü tutar. Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav, Sadrettin Celal, Ahmet Cevat Emre, bu dört kişiyi adlarıyla vererek bunların komünist olduğunu, yani devletin mevcut düzenini yıkmak istediklerini, buna rağmen devlet içinde neden onurlu görevler sahibi olduklarını sorar. Bu yazının ardından yazıların yazıldığı dergi hemen kapatılır, Atsız’ın öğretmenlik yaptığı Boğaziçi Lisesi’ndeki görevine son verilir. Hasan Ali ve Falih Rıfkı Sabahattin Ali’ye akıl vererek Atsız’a dava açmasını tavsiye ederler. Davanın ilk duruşmasında Atsız’ın peşinden bir sürü Türkçü de mahkeme salonuna girmeye kalkınca, Sabahattin Ali pencereden atlayarak mahkeme salonundan kaçar. İkinci duruşmada bu sayılar binleri bulur. Atsız, 4 ay hapse ve 66 liralık bir para cezasına çarptırılır, ancak cezası tecil edilir. Yine de aynı gün Ankara’da, kaldığı otelde tutuklanır. Anayasal düzeni değiştirmek için gizli cemiyet kurmak, teşkilatlanmak, yazılar yazmak gibi suçlardan yargılanacaktır. Bu dava o meşhur Irkçılık – Turancılık davasıdır. Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan, Bedriye ve Nihal Atsız, Peyami Safa, Nejdet Sançar, Alparslan Türkeş gibi önemli isimler davanın muhataplarıdır. Özellikle Gençlik ve Spor Bayramı’nda İsmet İnönü’nün bu isimlerin aleyhine yaptığı konuşma büyük bir ses getirir ve davanın bilinirliğini arttırır. Tutuklanan isimlerin işkence gördükleri de anılarında yazanlara göre sabittir. Özellikle polislerin tabutluk ismini verdikleri daracık, dik tabut şeklindeki yerlerde, oturacak kadar bile bir alanın olmayışı sebebiyle mecburen sürekli ayakta durulduğu ve içine konan kişinin başının hemen üstünde çok güçlü ampuller olduğunu, buna da o dönemin emniyet mensuplarının beyin tavası dediğini okuyoruz. Mahkemeler başladıktan sonra sağlıklı bir ortamda duruşmaların ilerlediğini söylemek güç. Nihal Bey’in sözlerinin çeşitli yerlerde kayda geçirilmediği, lehte olan kimi delillerin toplanmadığı iddia edilir. Irkçılık suçlamasıyla ilgili Nihâl Atsız şu sözlerle kendini savunmuştur: “Savcının Anayasa’ya aykırıdır diye bize yapıştırmak istediği ırkçılığı devlet bilfiil tatbik etmektedir. Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü ile askeri okullar ve hemşire okuluna ancak Türk ırkından olan öğrencilerin alınması; 2510 sayılı İskân Kanunu’nun 7.,9.,10.,11.,13. maddeleriyle İskân Muafiyetleri Nizamnamesi’nin 3. Ve 4. maddeleri; Millet Meclisi tarafından kanunla kabul edilen İstiklâl Marşı ve Harp Okulu Marşı’nın Türk ırkını terennüm etmesi, hep ırki görüşün mahsulleridir.” “Siz hâkimler de insan olduğunuz için belki insanlık icabı zuhüllerde (dalgınlıkla yapılan yanlışlıklar) bulunabilirsiniz. Fakat yanılmaz hâkim olan zaman yani tarih, hepimiz hakkında en âdil kararı verecek, ırkçı ve Turancı olduğum için mahkûm olursam bu mahkûmluk hayatımın en büyük şerefini teşkil edecektir.” Hem sanıklar, hem de birçok araştırıcı, Irkçılık – Turancılık Davası’nı, hükümetin dış politikasıyla ilgili sayar. Bu dava bir nevi Sovyetleri yatıştırma çabasıdır. Bu konu hakkında Türkkan’ın da kanaati şu şekildedir: “Böylece memleket evlatları ve Türk vatanında ‘Türkçü’ inançlar, Rus oyununa peşkeş çekiliyordu. Buna başka sebeplerin de eklenmiş olacağını sanırım. Mesela, İnönü Türkçüleri kendi iktidarına karşı gerçek bir güç bilmiş olması ve sahiden kendini devirecekler korkusu sebeplerden biridir.” Atsız da bu konudaki kanaatini şöyle belirtir: “Bizim davamız, Ruslara kompliman yapmak yüzünden çıkmıştı.” Mahkemenin sonunda Zeki Velidi Togan 10 yıl, Reha Oğuz Türkkan 5 yıl, Nihal Atsız 4 yıl ceza alır (…) Ancak Atsız ve arkadaşları kararı temyiz ederler. Askeri Yargıtay, 23 Ekim 1945 tarihinde kararı sanıklar lehine bozmuş, davayı 2 numaralı sıkıyönetim mahkemesine havale etmiş ve sanıkların tutuksuz yargılanmasına karar vermiştir. Atsız herhalde bu olaya atıfta bulunarak Ruh Adam romanında sonra şunları yazar: “Hukuk ve ilim. Gülünç yakıştırma. İttifakla idam kararı... Yargıtay bozdu... Bu sefer ittifakla beraat... Aynı suç, aynı sanık, aynı yargıçlar, aynı kanun kitabı ve önce idam, sonra beraat... Bu ne güzel ilim böyle? Sen herhangi bir yılın herhangi bir ayında, yüz derecelik ısıda kaynayan bir suyun birkaç ay sonra aynı hararette donduğunu işittin mi?” Hapisten çıktıktan sonraki zamanlarını oğlunun kaleminden okuyalım: “Neredeyse 1,5 yıl süren tutukluluk bu kararla sona erdi. Atsız şimdi serbest, fakat yine işsizdi. Babası Nail Bey, o hapisteyken Deniz Hastanesi’nde hayata gözlerini yummuş, ölüm haberini bir çavuş, komşuları Sıdıka Hanım’a tebliğ etmişti. Bedriye Atsız, cuma günleri Nişantaşı’ndaki British High School’da tarih dersi veriyor ve ayda 30 lira kazanıyordu. Üç nüfus, işte bu parayla geçinmek zorundaydılar. 30 lira tabii ki yetmiyor, babadan kalma halılar, başka eşyalar ve bir kısım kitaplar yok pahasına satılıyordu. Atsız’ın ise bütün bunlar muhtemelen pek umurunda bile değildi. Algıladığı bile şüpheliydi. Onun tek amacı Bozkurtlar’ı tamamlamaktı. Sarı saman kağıtlı bir kalın müsvedde defterine yine sapsarı ve reklam olsun diye bir firma tarafından hazırlanmış yaklaşık 40 santim uzunluğundaki bir kurşunkalemle, 1945/46 kışının o mağmum (kapalı) ve rutubetli kuş ikindileri günler saat 16.00’ya doğru başını alıp giderken deliler gibi romanı bölüm bölüm nasıl tamamlamaya uğraştığını anımsıyorum. Ortalık karardıktan sonra da, elektrik tasarrufu için sadece tek bir masa lambasıyla aydınlatılan alt kattaki oturma odasında o gün yazdıklarını annemle bana okurdu.” Seçimler gelip de Demokrat Parti zafer kazanınca Fuat Köprülü Dışişleri bakanı, Tevfik İleri Milli Eğitim Bakanı olur, Atsız da öğretmenlik görevine iade edilir. Nihâl Atsız’ın öğretmenlik yıllarında da işini ciddiye alan, derslerdeki zamanını edebiyat öğretmenliğine ayırıp çocuklara görüşünü aşılamaya çalışmadığını görüyoruz. Yalnız sözlüye kaldırdığı öğrencilere önce İstiklâl marşını okutur, okuyamayanlara da ‘tostoparlak, yusyuvarlak bir sıfır’ diyerek sıfır verirmiş. Boğaziçi Lisesi’nden öğrencisi olan Attila İlhan da Atsız’ın hocalığını şöyle anlatır: “1941’di galiba, İzmir’deki bir liseden komünistlikten dolayı kovuldum. Belge aldığım için hiçbir yerde okuyamıyordum. Özel bir lisede okuyabilir mi diye beni İstanbul’a yolladılar. Boğaziçi Lisesi’ne geldim. Edebiyat öğretmenim kimdi biliyor musunuz? Nihâl Atsız idi. Ben ‘eyvah’ dedim, ‘bu adam beni hemen mimleyecek ve perişan edecek.’ Ne bekliyorum biliyor musunuz? Bir Hitler bekliyordum ben. Geldi, hiç de öyle bir adam görmedim. Derli toplu, aklı başında, işini çok ciddiye alan bir adamdı. Her çocuğun İstiklâl Marşı’nı baştan aşağı ezbere bilmesini isterdi. Onu yapmadın mı, sıfırı alıp oturuyordun. Ve sınıfta bu işi yapan tek adam ben çıktım. ‘Sende iş var.’ dedi. Birkaç soru daha sordu ve bizim Nihâl Bey ile öğrenci-hoca ilişkisi çok büyüdü. Derslerinde hiç politik telkinde bulunduğunu hatırlamıyorum. Sadece, İslâm öncesi Türk tarihinden daha çok bahsederdi. Yani onunla daha çok ilgilenirdi.” Atsız Bey’in Orkun dergisinin 18. Sayısında “Türk kara ordusu ne zaman kuruldu?” adlı yazısında kara ordumuzun kuruluşunun M.Ö. 209 olarak belirtilmesi büyük bir tesir görmüştür, bugün de Kara Kuvvetleri Komutanlığımız kuruluş tarihini M.Ö. 209 olarak alır. Daha önceleri bu tarih Yeniçeri Ocağı’nın kurulduğu tarih olan 1363 yılı olarak kabul görüyordu. Alparslan Türkeş’in CKMP’nin başına geçmesiyle Türk Milliyetçiliği için yeni bir dönem başlar. Bu dönemde hem Atsız, hem kardeşi Sançar, bu gelişmeyi mutlulukla karşılar ve tüm milliyetçilerin bu parti etrafında birleşmesini ve oy toplanmasını yazılarında rica eder. Ancak zaman içinde bu birliktelik yavaş yavaş kopacak, Mhp ile Atsız grubunun arası açılacaktır. Bunun ana sebeplerinden birinin Atsız grubunun soyculuğu ve Mhp grubunun ümmetçiliği olarak özetlenebilir. Atsız 68 yaşında, dergisinde yayımlanan “Konuşmalar” adlı yazısı yüzünden 15 ay hapis cezası alır ve hapse gönderilir. Bu sırada çevresinden, cumhurbaşkanından af istemesi neticesinde affolunacağına kesin gözüne bakıldığı için bir mektup yazması konusunda baskı görür, ancak af istemektense hapiste kalmayı tercih eder. Kendisinden habersiz istenen aflardan haberdar olunca da, mektuplarında “Af için cumhurbaşkanı ile görüşmenizi telkin ettiğimi hatırlamıyorum. Mizacıma uygun bir şey değildir.” diye yazar. Mahkumiyeti sırasında üniversitelerden birçok akademisyenin, çeşitli eğitim kurumlarındaki eğitmenlerin ve hatta Almanya’dan kimi Alman profesörlerin dahi cumhurbaşkanına mektup gönderdiği bilinir. “Büyük Türkçü düşünür ve yazar Atsız, kendisini sevenlerle milliyetçi gençlerin Cumhurbaşkanı tarafından affedilmesi için açılan kampanyayı istememektedir. İlerlemiş yaşına ve çeşitli hastalığına rağmen cezaevinde ıstıraplı günlerini geçirmekte, kendisini ziyarete gelenlere özel affı istemediğini belirtmektedir. Bunun nedenleri olarak, “Suçlu değilim. Gerçekleri dile getirdim hep. Hiçbir zaman özel af istemiyorum.” demektedir.” Bu kampanya sonuç verir ve Nihâl Atsız cumhurbaşkanı kararıyla affedilir. Hapisten çıktıktan sonra yaşının getirdiği arızaların da etkisiyle Atsız sürekli hastalanır. Bu zamanlarda kardeşi Nejdet Sançar’ın ölümü üzerine de onu can evinden vurmuştur. Bugün hâlâ kardeşinin mezarının üzerinde yazan şiiri o zaman yazmıştır: “Bütün ömrünce onun tuttuğu yol, Buzlu bir dağ, kavuran bir çöldü. Nice haksızlığa, kin darbesine, Feleğin kahrına yalnız güldü. Tüketip Türklük için varlığını, En metin ruh ile sessiz oldu.” Nihâl Atsız, 11 Aralık 1975 tarihinde, 18.10’da, kendi yatağında, üç defa derin derin nefes aldıktan sonra hayata veda etmiştir. Reşide Sançar, Atsız Bey’in vasiyeti üzerine, sessiz sedasız defnedilmek istediğini söylemesine rağmen, eski dostları Muzaffer Eriş ve Refet Körüklü, tüm vebali üstlerine alarak, Atsız’ın vefatını herkese bildirdiler. Ölümü üzerine birçok gazete, birçok siyasetçi taziye mesajı yayınlar. Alparslan Türkeş de bir veda yazısı yazar. Vasiyetine rağmen, Atsız büyük bir kalabalıkla defnedilir. “Yağmur, o sadece senin cenazen değil; o artık Türk milletine mal olmuştur.” “Kalabalığı, göz yaşını, hıçkırıkları ve tabutun Karacaahmet Mezarlığı'na kadar eller üstünde taşındığını hatırlıyorum. Kardeşi Nejdet Sançar'ın mezarının yanı başına defnedilişini. Bir de hiç kimsenin unutmadığı bir sesi. Fethi Gemuhluoğlu'nun sesini. İmam, "Er niyetine!" deyince gürleyen sesi: "Hoca, bu musalla taşı şimdiye kadar böyle bir er görmedi!".”
Atsız: Türkçülüğün Mistik Önderi
Atsız: Türkçülüğün Mistik ÖnderiAhmet Bican Ercilasun · Panama Yayıncılık · 2018114 okunma
1,831 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.