Aşk... İnsanı nasıl da ölüm döşeğine düşürüyor.
Güzide Sabri (Aygün) (1883-1946) henüz 16 yaşındayken edebiyat dünyasına atılmış bir yazar. (İlk romanı Münevver'dir. Bu romanı, arkadaşının hayatından izler taşır.) Erken yaşta evlendirilir. Eşi Ahmet Sabri Aygün, Güzide Hanım'ın yazı yazmasını kısıtlar. Bu kısıtlamalara rağmen ikinci romanı olan Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Makturesi'ni yazar. Bu romanla birlikte edebiyat dünyasında tanınan bir yazar haline gelir. Güzide Hanım yaşamı boyunca üretken bir yazar olmuştur. Saygıyla anıyorum.
Aşk, sadakat, vicdan, saygı, duyguların yükünün ağırlığı ve bunlarla yaşamak anlatılıyor. Kavuşulmayan aşkın iki hayatı da nasıl paramparça ettiği...
Ana karakterimiz Fikret, annesini küçük yaşta kaybetmiş anneannesi tarafından büyütülen, saygılı, terbiyeli, güzel bir genç kızdır. Birtakım sebeplerden hastalanır ve eve doktor çağırılır. Gelen doktor (Nejat) ve Fikret arasında bir 'ilk görüşte aşk' yaşanır. Fakat bu aşkın önünde çok büyük bir engel vardır. Aşılamayacak bir engel. Fikret aşkını kalbine gömüp gider, babasının isteğiyle evlenir. Ama kalbine gömüp vazgeçtiği aşkı onu bırakmaz. Aşkın tesadüflerle derin bir ilişkisi vardır çünkü. Fakat aşk bazen ızdıraptır, ölüme sebebiyet verir.
Hayatta en çok neyden kaçarsanız, en çok ona yakalanırsınız.
Yaşanamayan aşk insanı öldürür derler, yaşanan aşk bir şekilde neticelenir, peki yaşanamayan aşk? Hep bir keşke, hep bir üzüntü, hep bir keder...
Üzüntü, keder bütün hastalıkların başlangıcıdır. İlk adımları onlar atar ve sonu ölüme giden bir yola sürüklerler sizi.. Siz, siz olun üzüntünün ve kederin sizi ele geçirmesine izin vermeyin. Sonunuz Fikret gibi olmasın.
Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?