Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

“Başdiyakoz devasa binayı bir süre sessizce seyretti; sonra, bir iç geçirişle sağ elini masanın üzerinde açık duran basılı kitaba, sol elini Notre-Dame’a doğru uzatarak ve kederli bakışlarından birini diğerine çevirerek şöyle dedi: ‘Heyhat! Bu onu öldürecek.’” Klasikleri seven herkes için Notre-Dame’in Kamburu okunmazsa olmayacak eserlerin başında gelir. Roman; olaylar, karakterler ve işleyiş bakımından da elbette çok kıymetlidir ancak Victor Hugo, -romantizmin kendinden beklediği gibi ya da belki de romantizmin öyle şekillenmesinde rol alması sebebiyle- olay örgüsünü ara sıra keserek bizimle konuşur. Ben bu yazıda beşinci kitabın sonlarında yer alan meselelerden birini –yazarın insanlığın iki kitabı olarak gördüğü matbaa ile mimariyi ve matbaanın mimariyi öldürmesini- aktaracağım. Yalnız Victor Hugo’nun dili öyle büyüleyicidir ki düşünceyi onun kelimelerinden sıyırıp yalnız içeriği almak epey ruhsuz bir iş olacağından bazı ifadeleri doğrudan aktarmanın en iyisi olacağını düşündüm. Hugo’nun sanat düşüncesinin çıkış noktası aslında Tolstoy’un “Sanat Nedir?”de açıkladığı sanat anlayışıyla paralellik gösterir. Öyle ki sanat; insandaki duygu, his ve fikirlerin belirli yollarla dışa aktarımıdır. Bu aktarımın insanın biriktirmeci yapısından kaynaklandığını söylemek mümkündür. Hugo ilk çağlardan 15. yüzyıla kadar bu biriktirmeci yapıya olanak sağlayan ve dönüp bakıldığında kaynaklık eden alanın mimarlık olduğunu savunur. Var olduğundan bu yana insan, belleğinde yok olup gider kaygısıyla anılarını bir şekilde taşa, toprağa kazımış, “her geleneği bir anıtın altına mühürlemiştir.” Böylece mimari, “insanlığın büyük kitabı”, başlıca ifade tarzı olmuştur. İlk çağlarda durum böyle iken Hugo, daha anlaşılır olacağından fikirlerini Orta Çağ üzerinde örneklendirir. “Her uygarlık teokrasiyle başlayıp demokrasiyle sona erer.” Teokrasi üzerine kurulmuş ve o rejim ile devamlılığını sağlamış Avrupa devletlerinde mimari, yalnızca aristokratlar ve ruhban sınıfının güdümündedir. Hugo, o dönem etkisinde kalınan Romen Mimarisini şöyle ifade eder: “Her yerinde otorite, birlik, nüfuz edilemezlik, mutlak, VII. Gregorius hissedilir; her yerinde rahip hissedilir, asla insan hissedilmez; her yerinde kast hissedilir, asla halk hissedilmez.” Bu durum, Haçlı Seferleri’ne dek böyle sürmüştür. Haçlı Seferleri her şeyden önce bir halk hareketidir. Yani temelinde özgürlük ruhu vardır ve sonucunda da bu ruhu yayar. Sosyal ve siyasal olaylar değişir, kaçınılmaz olarak mimari de değişir. Romanın katı mutlakiyeti parçalanma yoluna girerken Romen mimari de etkisini kaybedecektir. Hugo şöyle der: “Hiyeroglif, katedrali terk edip feodaliteye itibar sağlamak üzere şatoyu armayla süslemeye gider. Katedralin kendisi, yeni vaktiyle o denli dogmatik olan ve artık burjuvazi, özgür şehir ve özgürlük tarafından istila edilen bu yapı ise rahibin elinden kurtulup sanatçının eline düşer… Rahibin diyecek bir şeyi yoktur, yeter ki bazilikası ve mihrabı yerinde kalsın.” Sanat, yüzyıllarca sürmüş katı durgunluktan kurtulmuş, “halkın dehasına” bırakılarak hızla dönüşmüş ve değişmiştir. “Her nesil gelip geçerken kitaba kendi satırlarını yazar; katedrallerin ön yüzündeki eski Romen hiyerogliflerinin üstünü çizer; yerlerine koyduğu yeni simgenin altından dogma, ancak yer yer ve belli belirsiz görülebilir. Halkın giydirdiği giysinin kıvrımları alttaki dini iskeleti şöyle böyle belli eder.” Ayrıca halka böylesine bir özgürlüğü sunan mimari yapılar -örneğin kilise- müzik, resim ve şiiri de barındırdığından sınırları oldukça geniş bir alandır. Dolayısıyla kilisede gerçekleşen değişim, sanatın çoğu alanında gerçekleşecek bahsettiğimiz büyük değişim için yeterli sayılırdı. Sanatın hızlıca dönüşümünde kilisenin bu özelliğinin payı büyüktür. Devam ediyor: “O zamanın düşüncesi ancak böyle özgürdü… Bu yapı formu olmasaydı özgürlüğünü başka türlü kullanmayı göze alacak kadar ihtiyatsız davrandığı takdirde, elyazması formu altında şehir meydanında cellat eliyle yakıldığını görürdü.” Özgürlük özgürlüğü beraberinde getirdi. Hugo, ancak kilisede ve kendini belli biçimlere sokarak var olabilen bu alanların da kilisenin özgürleşmesiyle bağımsızlığını kazandığını savunur. Kendini belli biçimlere sokarak, diyoruz çünkü kilisede şiir ve müzik ilahi, resim vitray veya fresk olarak ancak belirli biçimlerde kullanılıyordu. Gelelim matbaaya. Victor Hugo, Gutenberg’ün matbaayı icat etmesini “ana devrim” olarak görmüştür. Söz ile mimariyi birbirine çok benzettiğini zaten şu cümlelerden anlayabiliyoruz: “Daha sonra sözcükler yapıldı. Taşın üstüne taş konuldu, bu granit heceler birleştirildi… …Etrüsk tümülleri, İbrani galgalları birer sözcüktür… kimileri, özellikle Tümülüsler birer addır. Hatta bazen elde bol taş ve geniş düzlükler olduğu zaman, bir cümle bile yazılıyordu.” Bu benzetmeyi bir kenara koyup baktığımızda matbaanın neden mimarinin yerine bir anda geçebildiğini anlamak zor değildir. Bir kere, fikri dönüştürmek konusunda mimarlık yüklü miktarda hammaddeye ve harekete geçirilmesi gereken bir işçi kitlesine ihtiyaç duyar. Buna kıyasla yalnız kâğıt ve mürekkebe ihtiyaç duyan matbaanın üstünlüğü bu açıdan rahatlıkla görülebilir. Ancak matbaaya kesin galibiyeti kazandıran yazıyı aynı anda her yere taşıyabilme özelliğidir. Hugo, bu akışkanlığı şöyle ifade etmiştir: “…Matbaa biçimi altında düşünce, hiç olmadığı kadar ölümsüzdür. Uçucudur, ele avuca sığmaz. Tahrip edilemez. Mimarlık devrinde kendini dağlaştırır, bir yüzyılı ve bir yeri sıkı sıkı elinde tutardı. Şimdiyse kuş sürüsüne dönüşmekte, yedi iklim dört bucağa savrulmakta, dağılıp aynı anda havanın ve boşluğun tüm noktalarını işgal etmektedir.” Zaten kapsadığı sanat dallarının artık kendi yollarını çizmiş olmasına bir de insanlığın ona duyduğu ihtiyacın artık farklı bir yolla -matbaa ile- karşılanması eklenince yapayalnız kalan mimarlık sanatçı yerine işçileri kendisine çağırmıştır. “Cam, vitrayın yerini alır. Taş içsisi, heykeltıraşın yerine geçer. Elveda tüm özsu, tüm özgünlük, tüm hayat, tüm zeka…” “Sanatın güzel çizgileri yerlerini mühendisin soğuk ve sert çizgilerine bırakır. Yapı artık bir bina değil de geometrik bir şekil, bir çokyüzlüdür.” Belki de en büyük hata buradadır. Hugo, genel bir bakışla on altı ile on sekizinci yüzyıl arası ortaya koyulan eserleri hep birbirinin kopyası ve tekrarı olarak görür. Kopyalamak ve tekrarlamak… Mimarinin bu hareketi belki de katiline duyduğu kıskançlığın bir yansımasıdır. Hugo, ortaya çıkmasında matbaanın da etkisi olan dolayısıyla mimarlığın ölümüyle hemen hemen aynı dönemde gerçekleşen Rönesans’a da kısaca değinir çünkü mimarinin geçirdiği “hastalık” kendini net olarak on altıncı yüzyılın başlarında Rönesans ile gösterir. Hugo, başat sıkıntısının halktan uzaklaşmak olduğunun savunduğu Rönesans’ın parlak bir çöküş olarak görür ve şöyle der: “İşte bu batan güneşi biz, söken bir şafak sayıyoruz.” Victor Hugo, fikirlerini en son “Mimari ölmüştür, geriye dönüşü olmayacak şekilde öldürülmüştür.” şeklinde özetler. Madde her şeyden önce işlev içindir. Saf doğada bile bakmayı en çok sevdiğimiz manzarayı oluşturan bütün elemanlar bir ekosistemi yürütmekle görevlidir. Hepsi bir işlev üzerine oradadır. Sanatı maddenin işlev için çıktığı yoldan güzellik uğruna sapması olarak göreceksek mimarinin başından geçenler buna ters örnek oluşturabilmesi sebebiyle ilgi çekicidir. Mimari sanat ile doğdu, işlev ile ölmekte. -Yüsra Musluk Kaynakça: Hugo, Victor, Notre-Dame’ın Kamburu, (İstanbul; Can Yayınları, 2012), s. 236-253.
·
1 artı 1'leme
·
246 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.