Oturduğu ücra mahallenin tenha meydanındaki o küçük, sessiz bahçeye geldi Augusto. Oyun oynayan birkaç çocuk olurdu hep; sessiz, emin bir liman gibiydi bu meydan; çünkü tramvay yoktu orada, yalnız tek tük araba geçerdi. Tatlı sonbahar ikindileri yaşlılar burada güneşlenirler ve uzlet içinde yaşayan on iki hintkestanesinin yaprakları, ya poyrazla kakışlanarak kaldırım taşlarında hışırdar yahut hep taze yaprak renginde parıldayan bir yeşile boyanmış tahta bankları örterlerdi.
Yağmur yağmadığı vakitler, belli zamanlarda muntazam sulanan ve köklerini kaldırımların altına yayan, bir hizada, hepsi aynı boy, aynı biçimde, bu işlenmiş, bakımlı şehir ağaçları; her gün güneşin doğacağı, evlerin saçaklarında kaybolacağı saatleri bekleyen bu esir ağaçlar; belki de özleyişler içinde uzak ormanları hayal eden bu zavallı esirler; Augusto'yu sırlı bir çekimle büyülüyorlardı. Tepelerinde birkaç kuş ötüyordu; bu medenileşmiş şehirliler de, işte öyle, çocuklardan kaçmayı ve yalnız, vakit vakit önlerine ekmek kırıntıları atan ihtiyarlara yaklaşmayı öğrenmişlerdi.
Augusto bu ufak meydanın yeşil sıralarından birinde bir başına, yalnız az mı oturmuş; bir saçağın üstünde akşam kızıllığının kayboluşunu yahut bazan, tutuşmuş akşam kızıllığının altın alevlerinde, evin bacası üstünde siyah bir kedi siluetinin belirişini az mı seyretmişti!
Sonbaharda her tarafa, şehrin içindeki bahçelere, çiçek saksı ve tarhlarına sarı yapraklar dökülürdü; asma yaprakları gibi geniş, sonra bir mumyanın ellerine benzeyen maden safihaları biçiminde yapraklar dökülürdü. Çocuklarsa bu kuru yaprakların içinde oynaşırlardı; oyun oynarlar, belki de onları küreyip bir araya toplarlar ve şahane parıltılarla batan güneşin hiç farkında olmazlardı.
Bu akşam, bu sakin yere varınca, üstündeki yaprakları temizlemeden - güzdü çünkü - sıranın birine oturdu Augusto. Yani başında her zamanki gibi birkaç çocuk, oyun oynuyordu. İçlerinden biri bir arkadaşını kestane ağaçlarından birinin yanına götürdü, ağaca dayadı onu, "Esirsin, haydutların eline düştün!" dedi. Çocuk, kızgın, "Ama ben..." diye başlamıştı ki, ilk çocuk cevap verdi: "Hayır sen, sen değilsin artık!" Augusto, gerisini işitmek istemedi, kalkıp bir başka sıraya oturdu. Düşünüyordu: "Biz de böyle oynuyoruz, biz büyükler: Sen, sen değilsin artık. Ben, ben değilim! Ya bu zavallı ağaçlar hala kendileri mi peki? Yaprakları, dağlardaki kardeşlerinin yapraklarından önce dökülüyor. Olsa olsa iskelet bunlar ve bu iskeletlerin şimdi kısalmış gölgeleri, elektrik lambaları ışığında kaldırımlara düşer. Elektrik ışığıyla aydınlatılmış bir ağaç! Ne garip ve fantastik bir görünümdür o: kemer biçimi bir elektrik ışığının, baharda ağacın tepesine madeni bir parıltı vermesi! Hele burada rüzgarın ağacı sağa sola sallamadığı burada. Artık o siyah gecelerin hiçbirini; pelerini kırpışan, titreşen yıldızlarla dolu aysız gecelerin hiçbirini, tabiatın bağrında tadamayan biçare ağaçlar! Bunları buraya diken insanoğlu, her birine, "Sen artık sen değilsin!" demiş sanıyoruz adeta. Ve bunu unutmasınlar, uyuyakalmasınlar diye, onlar için, elektrik lambalarındaki bu gece aydınlığını icat ettiler... Gecenin zavallı ağaçları, zavallı uyurgezerler! Hayır hayır, benimle, ağaçlarla oynadıkları gibi oynamalarına tahammül edemem."
Ayağa kalktı, bir uyurgezer gibi sarsak dalgın, sokaklarda yürümeye başladı Augusto.