Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

340 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
Türkçenin Önündeki Kalkan: Türkçe Günlükleri
Feyza Hepçilingirler ana dili (He ne kadar “anadili” diye yazsa da ben ayrı yazmayı tercih ediyorum.) Türkçeye sahip çıkan, ana dili üzerine titreyen, Cumhuriyet gazetesinin kitap ekine gönderdiği yazılarla dil konusunda farkındalık oluşturan, bu ekteki “Türkçe Günlükleri” köşesinde okurların kafasını kurcalayan birçok soruya yer verip hiç üşenmeden sırayla yanıtlayan, sorulara son derece düzgün ve içten bir üslupla karşılık veren, Türkçe bayrağını elinden bırakmayan, yılmaz bir Türkçeci. Türkçeye karşı duyarlılığı onun kadar üst seviyede olan başka bir yazar tanımıyorum. Türkçe Günlükleri serisinin üçüncü cildi “Rüzgârın Göğe Savurduğu” kitabıyla tekrar buluştum Hepçilingirler ile. Bu kitap da yazarın diğer kitapları gibi su gibi aktı gitti. Kolay okunması, dolambaçlı cümlelerden (Kendisi “cümle”yi değil de “tümce”yi yeğlemektedir.) uzak durması, “bu kadarı da pes” dedirten soruları dahi sükûnetini koruyarak ele alıp sınırları zorlayan okurlarına tahammül edebilmesi, okurlarının sorduğu sorularda önemli-önemsiz ayrımı yapmaması, kendisini eleştirenlere de yer vermesi, okura yukarıdan bakmayan üslubu Hepçilingirler’i özel yapan, farklılaştıran nitelikler. Kendisine ben de çok soru sordum e-posta üzerinden. Hiçbirini de cevapsız bırakmadı sağ olsun. (Yazdığım soruları ve cevapları toplasam bundan bir kitapçık çıkar kesinlikle.) Bu yüzden okurlarla iletişimi çok sıkı tutan bir yazar Feyza Hepçilingirler. Boşlamıyor, önemsiyor okuru. Ona Kafdağı üzerinden bakmıyor, burnu Kafdağı’nda değil. “Rüzgârın Göğe Savurduğu” 2008 yılında Everest Yayınları tarafından yayımlanan, 344 sayfadan oluşan bir deneme kitabı. Yazarın “önsöz”de belirttiği üzere Türkçe Günlükleri’nin 2007’nin tamamı ile 2008’in ilk altı ayını kapsıyor. Yani, adına Dünya denen gezegendeki Türkçe Günlükleri yolculuğundan 1,5 yıllık bir zaman dilimi içeriyor. Hepçilingirler sadece Türkçe uzmanı değil, aynı zamanda öykücü kimliği de taşıyor. Romanları da bulunmakta. Ancak Türkçe konusundaki düzyazı ve eleştirel denemeleri öykücü kimliğinin önünde. Örneğin Feyza Hepçilingirler denince akla ilk gelen “Türkçe Off”tur. En çok okunan kitabı da budur zaten. “Rüzgârın Göğe Savurduğu” kitabında yazar, gezip gördüğü yerlerden tutun da kendisine gönderilen kitaplara, internet üzerinden iletilen sorulardan çeşitli kitaplardan alıntılara kadar çok geniş bir yelpazede kalem oynatıyor. Kendisine o kadar çok kitap ulaşıyor ki hepsine değinmesi mümkün değil. Bazılarının ismini vermekle yetiniyor sadece. Bazılarına ise birkaç cümleyle de olsa değiniyor. Yine de elinden geldiği ölçüde yeni yapıtları es geçmemeye çalışıyor. Adresine gönderilen mektupları da mümkün olduğunca okuyup inceliyor. Geç yanıtladığı mektuplardan ötürü okurlardan anlayış bekliyor. Dil hassasiyeti üste düzeyde olan aydınlarımızdan Feyza Hepçilingirler Türkçenin yabancı diller karşısında düştüğü durumu gözler önüne seriyor. Özellikle İstanbul’da fark ettim ben de bu durumu. Otel adlarından tutun da küçük bir incik boncuk dükkânına kadar bütün tabelalar İngilizce sözcüklerle doldurulmuş. Bazıları da yarı Türkçe yarı İngilizce. Otellerin hepsi “hotel” olarak yazılmış, restoranlar da keza “restaurant” şeklinde. Bütün kafeler de keza “cafe” olarak belirtilmiş. Hamamlar olmuş “Turkish bath”. Menüler desen İngilizce bilmeyen bir Türk’ün anlamasının imkânsız olduğu bir dille doldurulmuş. Yabancı bir ülkede yaşıyormuşuz gibi bir izlenim ediniyorsunuz. “Bu ne, bu ne?” diye garsona sürekli soru sormak zorundasınız. Sanki burası Türkiye değil de İngiltere. İngilizceyi Türkçeden üstün tuttuğumuz aşikâr. İngilizler Türkçeyi öğrensin diye değil de sanki Türkler İngilizce öğrensin diye çırpınıyoruz. Diline karşı saygısı olmayanın kendine karşı da saygısı yoktur. Herhalde Türklerden başka hiçbir millet kendi diline karşı bu kadar düşmanca bir tavır almamıştır. Bir kere İstanbul bir Türk şehridir. Bu kadar da ana dilden ödün vermek, yabancılara yaranmak için Türkçe olmayan sözcükleri yeğlemek yozlaşmanın önemli bir belirtisi değilse nedir? Yabancılarla anlaşabilmek için dil öğrenmek başkadır, bir şehri tepeden tırnağa onların diliyle boyamak başkadır. Birincisi elbette doğrudur, ancak ikincisi ne kadar haysiyetsiz bir ırk olduğumuzu göstermesi bakımından acilen bıçak altına yatırılmalıdır. Bu düşkünlükten, aşağılık kompleksinden vazgeçilmelidir. Türk milleti zamanında büyük bir imparatorluk kurmuş, yedi düvele karşı gelmiş, kendini uygar uluslara ispatlamış, üstün ve necip bir millettir. Keza Türkçe de son kerte değerli ve özeldir. Türk milletinden olup da boynu bükük gezmek ancak düşkünlere ve soysuzlara yakışır. Yazarın dikkat çektiği konulardan biri de hatalı olduğunu düşündüğümüz “olumlu tepki” ifadesi. Bir okurunun sorusu üzerine bu konuya eğilen yazara göre “olumlu tepki” ifadesi “olumsuz tepki” kadar doğrudur. Söz gelimi “hastanın verdiği tepki” anlamında kullanılırsa olumsuz değildir. Çünkü hastanın verdiği tepki kötü değil, iyi bir şeydir. Çünkü hastanın iyileşmeye doğru gittiğini göstermektedir. Bu örnek üzerinden anlatmış yazar. Ben de bir örnek ekleyeyim izin verirseniz. Ayıp veya kötü olarak nitelenen davranışlara karşı tepki gösterdiğimizde bu tepkimiz olumsuz değil, olumludur. Karşımızdaki kişinin daha düzgün davranmasına yöneliktir. Mesela camide yüksek sesle konuşulmaz, yüksek sesle konuşana tepki duyulur. Bu tepki olumsuz olarak nitelenemez. Cami gibi kutsal mekânlarda düzene ve çevreye uyulmalıdır. Yazar çok “satılan” kitaplar bahsine de değiniyor. Ona göre çok satılan kitapların ille de nitelikli kitaplar olmasına gerek yoktur. Aynı zamanda bir kitabın çok satılması “kötü kitap” olduğu anlamına da gelmez. Ben de genelde çok satılan kitapların kötü kitap olduğunu düşünmüşümdür. Oysaki ne kadar da yanlış bir düşünce! Bu, toplumun beğenisine üstten bakmamızla ilintili sanki. Kendi beğenilerimizi el üstünde tutup “ilk 10”a giren kitapları tu kaka ediyoruz. “Kürk Mantolu Madonna” uzun yıllar “ilk 10”dan düşmedi. Kötü bir kitap mıydı? Bazı kelimeler kulağı tırmalıyor, ancak bu, onun yanlış olduğu anlamına gelmiyor. “Araşmak” eylemi de bu türden bir örnek. Yazara göre bu eylem sözlüklerde olmasa da dilbilgisel olarak yanlış değil. “Ş” işteşlik ekinden “ara-ş” diye bir eylem türetmek çok da ürkütücü değil. Sözlüklerde olmasa da bazı kelimeleri hiç düşünmeden reddetmek yerine biraz sakin kafayla oturup doğru olup olmayacağı üzerinde kafa yormamız daha doğru sonuçlara ulaştıracaktır bizleri. Bir yazısında “en”lerden de bahsediyor. Örneğin “en büyüklerden biri” kullanımının yanlış olduğuna değiniyor. “En büyüklerden biri” olmaz, en büyük olur, diyor. Çünkü “en büyük” bir tanedir. Tamam bu doğru da kendisinin de bu hataya düşmesine ne demeli? Örneğin 196. sayfada diyor ki: “Türklerin doğuda ulaştıkları en uzak noktalardan biri.” En uzak nokta birden fazla olabilir mi? Bu tarz kullanım artık çok yaygınlaştığı için ısrarla üzerinde durmaya gerek yok bana kalırsa. Mesela Barcelona mı, Real Madrid mi en büyük? İkisi de büyük, değil mi? Söz gelişi Trabzonspor “en büyüklerden biri” değil midir? Bunlardan birine “en büyüklerden biri” dersek dilbilgisel açıdan yanlış mı yapmış oluruz? Sonuçta küçük takımlardan değil, İspanya’nın çok büyük takımlarından bahsediyoruz. Derece sıralaması pek tabii “en büyük-büyük-orta-küçük-en küçük” olabilir. Bunda yadırganacak bir durum görmüyorum. Ancak lig bittiğinde en çok maç kazanan bir tane takım vardır. On tane takım “en çok maç kazanan takım” olamaz. Mesela bir ligde en çok kupa kazanan bir tane takım vardır. Bu da bir nüans olarak aklımızın bir köşesinde durmalıdır. Son olarak İstiklal Marşı hakkındaki düşüncelerine de değinip faslı kapatıyorum. Prozodi, sözle müzik arasındaki uyum demek. Yazara göre İstiklal Marşı’mız prozodi hatalarıyla dolu. “Söz güzel, müzik güzel; ama bu kadar mı birbirine uymaz sözle müzik?” (s. 113) diyen yazar bu cümleden sonra marştaki cızırtılardan örnekler veriyor. Recep T. Erdoğan da bir ara bu konuya değinmişti. Nesnel değerlendirdiğimizde hakikaten ulusal marşımızın sözle müziği arasında bir uyum olmadığı hiç şüphesiz apaçık ortada. Kimse de bu konuya el atmaya cesaret edemiyor. Yıllarca İstiklal Marşı’nın okullarda seslendirirken nerede ne söyleceğimi çoğu zaman karıştırmışımdır. Ancak şimdi anlıyorum asıl sebebi ki o da dengenin olmaması. Denge olmayınca böyle altı kaval, üstü şişhane gibi uyumsuz bir birliktelik meydana çıkıyor. Bence artık bir düzenlemeye gidilmeli ve İstiklal Marşı, yerken yüzümüzü ekşittiğimiz bir limon olmaktan kurtarılmalı. Kim ne derse desin!
Rüzgarın Göğe Savurduğu
Rüzgarın Göğe SavurduğuFeyza Hepçilingirler · Everest Yayınları · 20087 okunma
·
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.