Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

730 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
17 günde okudu
Birinci Cilt Üzerine
İkinci Cinsiyet. 1949’da yayımlandığından bu yana sayısız insanın zihninde yankı uyandırmış, sayısız insana ilham olmuş bir eser. Artık ben de o insanlardan biriyim. Dilimize ilk olarak Payel yayınları tarafından “İkinci Cins: Genç Kızlık Çağı, Evlilik Çağı ve Bağımsızlığa Doğru” olarak çevrilmesine karşı, 2016 yılında Gülnur Acar Savran tarafından Koç Üniversitesi yayınları bünyesinde bir yeni çevirisi daha yapıldı. İyi ki de yapıldı. Payel yayınları çevirisini okumuş biri olarak gerek kitabı üç kitap halinde yayımlamış olmaları gerek ise üç kitabı da aynı çevirmenin çevirmemiş oluşu bu düşüncemde etkili ama en önemli sebep şu ki, Gülnur Acar Savran çevirisinden okurken bambaşka bir kitap okuduğumu hissettim. Çevirmenlerin nasıl değerli bir iş yaptığını bir kez daha anladım. Gülnur hocanın Beauvoir felsefesine ne denli hakim olduğu yaptığı çeviriden belli. Bu incelemeye ona bir kez daha teşekkür ederek başlamak istedim. İkinci Cinsiyet’in birinci cildini bitirdim ve şu sıra eser üzerine ek okumalar yapıyorum. İkinci cildi okumaya da bugün itibariyle başladım. İki cildi de ayrı ayrı incelediğim bir inceleme serisine başlıyorum. Zihnimdekilerin yazıya dökebildiğim kısmını filtrelemeden paylaşacağım ve elbette bu denli hacimli bir eseri zihnimin mümkün kıldığı ölçüde inceleyeceğim. Önsöz üzerine İkinci Cinsiyet’in önsözü Zeynep Direk tarafından kaleme alınmış. Kendisi Koç Üniversitesi’nde öğretim görevlisi. Yazdığı önsözde dikkatimi çeken bazı yerler oldu. Direk, Michele LeDoeuff’un Sartre’ın Beauvoir’i son derece yıkıcı bir biçimde eleştirerek onun felsefe yapma arzusunu kırdığını düşündüğünü ifade etmiş. Hatta LeDoeuff’un Sartre’ı eril bir ideolojinin savunucusu olarak yorumladığını da yazmış. Bunun beraberinde Beauvoir’ın Sartre’a duyduğu bağlılığın hayatında özgürleştirici olduğu gibi yorucu, zorlayıcı ve hatta sınırlayıcı olduğunu da görebileceğimizi eklemiş. Bu düşüncelerini okuduktan sonra üzerine bir hayli düşündüm. Direk’in söylediklerinde haklılık payı olduğunu düşünüyorum. Devamında önsözde geçen bu ifadeyi de çok doğru buldum: “İkinci Cinsiyet’ten bu yana feminist felsefe elbette çok yol kat etti, çok ürün verdi. Onu açıklayan ve eleştiren, ondan yana ve ona karşı pek çok yeni eser sayabiliriz, ama bunların hiçbiri İkinci Cinsiyet’in yerini alamayacaktır, çünkü hepsi onun açtığı ufukta yazılabilmiştir.” Bu alıntıyı özellikle yazmak istedim, zira günümüzde Beauvoir birçok feminist tarafından ciddi biçimde eleştiriliyor. Okurken yer yer ben de eleştirdim, yalan değil. Yazdığı düşüncelerin bazılarının sonunu getirmiyor ve hatta bazı konularda daha ileri gidebilecekken pasif kalıyor. Bunun birçok sebebi olabilir. En önemlisi kitap yazıldıktan sonra okunurken bazı ifadeler fazla sivri görülüp Beauvoir veya yakın çevresi tarafından gelecek tepkilerin az da olsa önüne geçebilmek adına sansürlenmiş olabilir. Kitabın yazıldığı yılı ve o dönemin koşullarını da düşünmemiz gerekiyor. İnsanların haykırdıkları doğruların bedelini canlarıyla ödemesi, o zamandan bu yana geçerliliğini koruyor ne de olsa. Tam da bu sebeple Beauvoir’ı eleştirirken bu durumları göz ardı etmememiz gerekiyor. İkinci Cinsiyet cilt bir, Olgular ve Efsaneler Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’i feminist felsefenin yapı taşlarından biri kabul edilir. Beauvoir, eserde disiplinler arası bir üslup kullanarak sadece felsefi geleneğe değil; antropolojiye, edebiyata, biyolojiye, psikolojiye ve tarihe de başvurur. Kitap büyük bir bilgi birikiminin yıllarca süren bir zihin harmanından geçerek kağıda dökülmesinin ürünü olmasının yanında bana göre Beauvoir’in en başarılı eseridir de. Beauvoir kadınların hayatlarının çeşitli dönemlerindeki deneyimlerine ilişkin düşüncelerini “ikinci cinsiyet olma durumu” adını verdiği tanımlamaya dayanarak ele almıştır. İkinci Cinsiyet’in felsefe kitabı kategorisine sokulmasının en büyük sebebi, Beauvoir’ın Ecole Normale Superieure mezunu bir felsefeci olmasındandır. (Beauvoir bu okulu Sartre’dan daha iyi bir dereceyle bitirmiştir, eklemek istedim.) İkinci Cinsiyet felsefe tarihi araştırmaları için tüketilemez bir kaynaktır; Jean-Paul Sartre, Maurice Merleau- Ponty, Edmund Husserl, Martin Heidegger, Georges Batallie, G.W.F. Hegel, Soren Kierkegaard ve Karl Marx gibi filozofları tanıyan ve onların kavramlarını kendi sorunsalı bağlamında dönüştürüp yeniden tanımlayan bir düşünme serüvenidir. Esasen İkinci Cinsiyet, kadının kendisini erkeğe göre tanımlamamasını gerektiğini söyler. Kitabın girişinde Beauvoir; maddeci tarih, biyoloji ve psikanalize başvurarak kadının kendisini nasıl eş ve anne rollerine sıkıştırılmış bulduğunu açıklar. Cildin “Yazgı” bölümünde, bu üç disiplinden yararlanılarak kadınlık durumunun kuruluş ve sürdürülüşüne ilişkin saptamalar yapar. Biyoloji bize kadının doğurgan olduğunu, erkeğin de onu döllediğini söyler ama bundan erkeğin “özne”, kadının mutlak “Başka” olmasını gerektiren bir çıkarım yapılamaz. Oysa bu çıkarım, büyük bir kesim tarafından halen zihinde kazılı durumda. Kadının mutlak başka olarak konumlanması Beauvoir’e göre maddeci açıdan yorumlanan tarihin süregelen yapısıdır. Erkek özne olabilirken, kadın hiçbir zaman diyalektiğe girmeyen “başka” olarak kalmıştır. Tarihte özgürlüğün gelişimine baktığımızda erkek, erkekler arası varlık ve iktidar ispatı gösterme mücadelesine girerek özneleşmiş, Hegelci anlamda Tin’in kendi bilincine vardığı mutlaka ulaşmıştır. Buna karşın kadın, mutlak başka olarak konumlandığı için özgürlüğün tarihsel olarak gerçekleştiği diyalektiğe girememiştir. Özgürlük idesi tüm insanlığın özgürlüğünü içerir ve pek tabii kadın da insan olduğu için bu ideden dışlanamaz. O halde özgürlüğün tarihsel akışına kadını dahil etmek için onu “mutlak başka” olmaktan çıkarmak gerekir. Mutlak başka konumundaki kadın hem yüceltilmiş hem de erkeğin hizmetkârı haline gelmiştir. Hizmetkarlıktan köleliğe atıfta bulunacak olursak, Beauvoir’ın Hegel’in köle-efendi diyalektiğine gönderme yaptığını kavramamız daha da kolaylaşır. Beauvoir kitaba başlarken diyor ki:” Feminizm kavgası üzerine epeyce yazıldı; günümüzde bu kavganın neredeyse sonu geldi. En iyisi ondan artık söz etmemek. Oysa hala sözü ediliyor. Ve bu son yüzyıl boyunca piyasaya ciltlerle sürülmüş bir sürü ahmaklık, soruna pek de ışık tutmuşa benzemiyor.” Bunları demesinin üzerinden 73 yıl geçmiş ve bana kalırsa vaziyet hala tam olarak bu cümleyle ifade edilebilecek halde. Nedir sizce feminizm? İdeoloji mi? Kuram mı? Ekol mü? Fikirsel bir disiplin mi? Akım mı? Birkaç kadın zırvatası mı? Erkeklere kusulan nefret mi? Hepsi mi? Hiçbiri mi? Bugün feminizm hakkında konuşmaya başlasak etraftan gelecek sesler belli. “Kadın erkek zaten eşit, bunun için yaygara çıkarmanıza ne gerek var?” ya da “ Ne eşitliğinden bahsediyorsunuz? Gücünü önünde sallanan etsi dokudan alanlarla boy ölçüşebileceğinizi mi sanıyorsunuz, ne haddinize?” Örnekleri çoğaltabiliriz ama asıl mesele bunlar değil. Yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte kadının statüsünde de değişiklikler meydana geldi. Tahtta yan yana oturulup paralara kadınla erkeğin yüzünün yan yana basıldığı bir dönemden kadının erkeğin arkasında yer alması gerektiğini savunanların ülkeleri yönettiği bir döneme evrildi dünya. Bu verdiğim örneğe ithafen Beauvoir diyor ki: “Kadını sevgiden değil, korkudan kültleştirmiştir erkek. Kendini gerçekleştirebilmesi için, her şeyden önce kadını tahtından indirmeye başlaması gerekmiştir.” Yalnızca erkekler değil, böyle düşünen veya düşünmek zorunda bırakılan birçok kadın da var, biliyorum. Tam da bu noktada, Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü devreye giriyor, ve gerçek anlamını gün yüzüne çıkarıyor. Kadını eve hapsedip toplumsal hayattan soyutlayan eril ideoloji, yalnızca erkeklerin sayesinde bu denli zıvanadan çıkacak bir boyuta gelmedi. Bunda kadınların da payı var. Mesele hangi cinsiyete mensup olduğunuz değil, zihninizin hangi ideolojiye mensup olduğu. İster kadın olun ister erkek, eril ideoloji tahakkümünü savunuyorsanız bu gelinen durumda sizin de suçunuz var demektir. Eşitlik, fiziksel anlamda girilen mücadelede sağ çıkması muhtemel tarafın istekleri doğrultusunda esnetilip gevşetilemez. Kas kütlesi fazlalığı sebebiyle fiziksel anlamda daha “güçlü” diye tanımlayabileceğimiz erkek, kadınlardan üstün hale gelmez. Kadın cinsel organı tarlaya benzetilirken erkek cinsel organı tarlaya tohum ekecek bir vazifeyle sorumlu hale getirilip kadın, erkeğinin ona vereceği tohumlara muhtaç olduğu düşüncesiyle ikincil ve “başka” statüsüne indirgenemez. Fakat tarihsel bağlamda incelediğimizde indirgendiğini görebiliyoruz. Bu duruma kutsal kitapların ve beraberinde oluşan dinlerin etkisi de göz ardı edilemez. Beauvoir kitapta buna da değinmiş. Ne Musevilik ne Hristiyanlık ne de İslamiyet, kadına kendini gerçekleştireceği ve erkekle eşit şekilde hayatına devam edeceği bir konum atfetmez. Örneğin Hristiyanlık, bütün ten nefretine rağmen, kendini adamış bakireye ve namuslu, itaatkâr eşe saygı gösterir. Dinler bitmek tükenmek bilmeden kadının doğurganlığına değinir. Kadın “anne” olabildiği için, erkeğin soyunu devam ettirdiği için değerlidir onlara göre. Bu, kadının özgürlüğünü kısıtlayan en önemli etmenlerden biridir. Kadın özgürlüğünün kadının iş hayatına atıllıp evde ona “önemsiz derecede az” ihtiyaç duyulduğunda gerçekleşebileceği söylenmiştir. Söylenmiştir de, mümkün kılınabilmiş midir bu? Beauvoir da bu tezi yakın bulmakla beraber bu durumun nasıl hayat sahasında gerçekleştirilebileceğinin öngörülememiş olması sebebiyle bu tezi eleştirir. Bu noktada şu alıntıyı yapmanın çok yerinde olacağını düşünüyorum: ” Kadınla en çok duygudaşlık içinde olan erkek bile onun içinde bulunduğu somut durumu hiçbir zaman tam olarak bilemez. Ayrıca, kapsamının genişliğini bile ölçemedikleri ayrıcalıklarını savunmaya çalıştıklarında erkeklere inanmak yetersizdir. Dolayısıyla, kadınlara yöneltilen saldırıların çokluğu ve şiddeti karşısında sindirilmemize izin vermeyeceğimiz gibi, ne “gerçek kadın”a bir ödül gibi sunulan çıkarcı övgülere kanacağız, ne de kadının hiçbir şekilde paylaşmayı istemeyecekleri yazgısının onlarda uyandırdığı coşkuya kapılacağız.” Buna benzer nitelikte olup yanına “Payel yayınları çevirisine ithaf ediyorum.” Diye not aldığım başka bir cümle de şu ki: “ Kadının durumunu açıklığa kavuşturmak için yine de kadınların en doğru konumda olduğunu düşünüyorum.” Kitap üç kısıma ayrılmış: Yazgı, Tarih ve Efsaneler. Yazgı kısmında biyolojinin verileri, psikanalitik bakış açısı ve tarihsel maddeciliğin bakış açısıyla kadın ele alınırken ikinci kesimde beş alt başlıkta kadının tarihsel süreçteki durumu incelenmiş. Efsaneler kısmında ise ünlü yazarların eserlerindeki kadın konumu ele alınmış. Birinci bölümü ele alarak başlayayım. Biyolojinin verileri kısmında geçen şu ifade bence oldukça açıklayıcı:” Kadın mı? Çok basit, der formül meraklıları. Bir döl yatağıdır, yumurtalıktır, tarladır (…) o.” “Dişi” terimi üzerine uzunca yazmış Beauvoir. Dişi teriminin kadını doğaya yerleştirdiğinden değil, cinsiyetine hapsettiği için aşağılayıcı olduğunu ifade etmiş. Nasıl da güzel yazmış. Devamındaki sayfalarda Aristoteles’in düşünceleriyle karşılaşıyoruz. Aristoteles, ceninin sperm ile adet kanının karşılaşmasından oluştuğunu hayal eder. (Olmayan kızlık zarına ve erkeğin güya zarı yırtıp “erkekliğini” kanıtladığına atıfta bulunur.) Bu sembiyoza kadın sadece edilgen bir maddeyle katkıda bulunmuştur; güç, etkinlik, devinim, yaşam eril ilkedir. Bu aynı zamanda biri güçsüz ve dişi olan, diğeri ise güçlü ve eril olan iki tohum türünün varlığını kabul eden Hipokrat’ın da öğretisidir. Sevgili Hipokrat, nerede kaldı “önce zarar verme” ilkesi? Bizleri güçsüz görmen kalbimi çok kırdı haberin olsun :) Aristoteles ve Hipokrat’ın yolundan Hegel de koşar adım ilerler. Hegel de erkeği etkin, kadını edilgen görür. İlerleyen sayfalarda erkek egemenliğinin cinsel birleşme pozisyonundaki üstte olma durumuyla ilintisi açıklanır. Gökyüzünün ataerkil, toprağın anaerkil sayılması ve hatta yaratılan ilk insanların arasındaki ilk kavganın sebebinin de bu pozisyon durumu olması sizce de tesadüf müdür? Psikanalitik bakış açısının ele alındığı ikinci bölüm; kadını tanımlayanın doğa değil, kadının duygulanma yetisiyle doğayı kendi hesabına devralarak kendini tanımlamasını ifade ederek başlar. Bu kısımda tahmin edeceğiniz üzere bolca Freud ve Schopenhauer’dan bahsedilir. Oidipus kompleksinden doğan hadım edilme karmaşası anlatılırken penis kıskançlığı meselesi de ele alınır ve konu, Freud ekolünden ayrılan Jung ve Adler’in bakış açılarıyla da ele alınır. Penisin gurur kaynağı haline gelmesi ise kültürel kodlarımız sayesinde zaten bize hiç unutturulmamıştır. Sünnet olan çocuğun pipisi yüceltilirken adet görmeye başlayan kızlara tokat atılarak zorlu bir kadınlık sürecinin onları beklediği hatırlatılır. Son kısımı psikanalistler arasında erkeğin insan, kadının ise dişi olarak tanımlanması durumuna değinerek bitirir Beauvoir. Kadının ne zaman insan olarak davransa onun erkeğe öykündüğünün söylenmesinden dem vurur. Üçüncü bölüm olan tarihsel maddeciliğin bakış açısı bölümü, fiziksel zaafının kadını erkeğin altında konumlandırmasını ve fakat teknolojinin erkeği kadından ayıran kas gücü farkını ortadan kaldırabileceğinin mümkün olduğunu söyleyerek başlar. Günümüzde bu mümkün kılınmıştır, fakat öyleyse neden bu “başka” hali hala son bulmamıştır? İlerleyen sayfalardaki şu ifade ise Türk toplumun anlamakta zorlandığı durumlardan biri: “ Bir kadının çocuk yapmasını talep ettiğinizde, onun hayatına zorla müdahale etmiş olursunuz.” İkinci bölüm, Tarih. “İlkel göçebe toplulukları, gelecek kuşaklarla hiç ilgilenmiyordu.” Cümlesini okuduktan sonra içinde bulunduğum toplumla benzerlik kurmuş olmama ne demeli..? Bölüm sonunda bahsi geçen kadının annelik yaparken kendi bedenine çakılı kalıyor oluşu fikrine yürekten katılıyorum. Artık bu durumun romantize edilmekten çıkıp gerçekçi bakış açılarıyla ele alınmasını istiyorum. Levi-Strauss ilkel toplumlar üzerine yaptığı incelemesinin sonunda, “Kamusal ya da basitçe toplumsal otorite her zaman erkeklerindir.” diyor. Kanun yazıcıları da erkekler değil midir? Eril ideolojilerin kartları dağıttığı bir oyunda, kadınlar zaten oyuna hükmen mağlup başlamıyor mu? Beauvoir sayesinde tanıştığım Christine de Pisan, Mary Wollstonecraft’ın Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi’nde okuduğum ifadelere çok benzer niteliğe sahip düşüncelerini Wollstonecraft’dan daha önce böyle ifade etmiş: “Şayet küçük kızları okula gönderme adeti olsaydı ve onlara erkeklerle birlikte bilimler öğretilseydi, erkekler kadar mükemmel bir şekilde öğrenirlerdi ve onlar gibi, bütün sanat ve bilimlerin inceliklerini kavrarlardı.” Beauvoir’ın Fransız kadınlarının durumunun biraz daha iyi olduğunu ifade edip genel eğilimin “çok bilmiş kadınlar”a karşıt duygu duymakta olduğu cümlesini okuduktan sonra kendimi tebessüm etmekten alamadım. Devamındaki sayfalarda, 19.yüzyıl ile birlikte yaygınlaşan korunma yöntemlerinin kullanılmasıyla, kadının “kuluçka makinesi” işlevinden kurtulma yolundaki tünelin ucunda gördüğü ışığa gittikçe yaklaştığını ve kadının kendi bedeninin hakimiyetini kendi eline aldığı konusuna değiniliyor. Kadın hükümdarların “cinsiyetsiz” oluşuna vurgu yapılan kısım ise bir hayli ilginçti. Yüzyıllardır kadınlara hep Bakire Meryem ve Havva gibi ağır başlı, sessiz ve erkek tahakkümüne boyun eğdikleri bir rol biçilmiştir. Bu boyunduruk özellikle Ortadoğu coğrafyasında hâlen şiddetle varlığını sürdürmektedir. Erkeklerin asıl korktuğunun onların erkekliğinin kadınlar tarafından alt edilmesi oluşu, üzerine çokça kafa yorulması gereken bir konudur. Elbette tarihe mal olmuş her erkek kadının konumuyla ilgili aynı fikirde değildir. Goethe, Faust’un ikinci cildini şöyle bitirir: “Ezeli ve ebedi kadın, yükseklere taşıyan bizi.” Bu söz, size de şu sözü hatırlattı mı: “Ey kahraman Türk kadını, sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın.” Ey büyük Atatürk, açtığın yolda gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime söz veriyorum. Özgür, bağımsız ve her daim kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olma yolumdaki en büyük ilhamımsın. Ve sen sevgili Beauvoir, İkinci Cinsiyet’in henüz yalnızca ilk cildini okumuş olmama rağmen zihnimi bu denli aydınlatıp başucu kitaplarımdan birini kaleme aldığın için sana en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Endişe etme; her şeye rağmen düşüncelerine ortak olanların saçtığı ışık, küçük karanlık zihinleri aydınlatacak kadar büyük.
İkinci Cinsiyet
İkinci CinsiyetSimone de Beauvoir · Koç Üniversitesi Yayınları · 2019531 okunma
·
1.399 görüntüleme
beyza okurunun profil resmi
çok güzel yazmışsın ellerine sağlık
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.