"Bize dayatıldığı şekliyle hayata katlanmamız çok zordur."
Sigmund Freud
Fazla normal değil miyiz? Sizce bunda bir anormallik yok mu?
Toplum tarafından yasa olarak benimsenmiş, toplum üyelerinin nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen kural ve ilkeler bütününe 'norm' denir. Yani norm için, toplum içinde insanlara dayatılan yazısız gerçekler diyebiliriz. Bu gerçeklere uyan insanlara 'normal', uymayıp karşı çıkanlara ise 'anormal' diyoruz.
Yazara göre normalliğin asıl amacı; hoşa gitmek, hoş görünme çabası içinde olmaktır. İçimizden gelenleri yapamadığımız her an normallik maskesi altına saklanırız. Bizim kültürümüzde ise " Elalem ne der?" diye yazılı olmayan toplum normları vardır ve elaleme hoş görünme çabası günümüzün normalliği olmuştur. Başkalarının istediği gibi davranıyoruz ve buna normallik diyoruz.
Arno Gruen, kitapta normalliğin altında yatan deliliklerden bahsediyor aslında. Deliliğin maskesi normalliktir demek istiyor. Kitap boyunca insanlara dayatılan gerçeklikle, kendi iç dünyaları arasındaki çelişkilerin gerilimini kaldıramadıkları için normallik maskesine sığınan insanların bir süre sonra gerçek duygularının kalmayacağını; sahte ve yapıştırma duygularının ise zaman içinde hem kendine hem de çevresine zarar vereceğinden bahsediyor.
Kitap 8 ana bölüm ve bu bölümlerin alt başlıklarından oluşuyor. Genel olarak, insandaki yıkıcılığın kaynağı, kendi olma sorunu, kendilik nefreti, duygu olmayan sahte duygular, isyan, şiddet, iyi/kötü anne, erkek ve kadın miti, otoriteye karşı sevgi gibi konuları ele alıyor.
Kendisi psikolog ve psikanalist olan Arno Gruen, Normalliğin Deliliği adlı kitabında klasik psikanalize, dolayısıyla Freud kuramlarına karşı yeni bir kuram ortaya çıkarmış. Freud'a göre insandaki nefret ve yıkıcılığın kökeni doğuştan gelen kötülük ve ölüm dürtüsüyken, Gruen yıkıcılığın kökeni olarak insanın kendine ihanet etmesini gösteriyor. Şimdi kitapta çokça geçen bu "kendiliğe ihanet" ve "kendilik nefreti"nden bahsetmek istiyorum.
İnsan itaat ederek büyür. Anne, baba ve öğretmen iktidarında büyürüz hepimiz. Karşımızda her zaman bir otorite vardır. Bu otoriteye bağlılık, yani itaat zamanla sevgiye dönüşür ama nasıl bir sevgi? Karşılıklı, koşullu bir sevgi. Çocuktaki düşünce şudur: "Onların istediği gibi olursam beni severler."
Kendilik nefreti, anne-babanın çocuğa istediklerini yaparsa daha çok seveceğini belli etmesi ile başlar. Sırf anne ve babanın kendisini sevmesi için onların istediğini yapan çocuk zaman içinde kendiliğini unutur. İstediklerini yapmayınca acı çekeceğini, kendisine duygusal ve fiziksel şiddet uygulanacağını düşünen çocuk ailenin belirlediği çerçevenin içine girip orada yaşamaya çalışır. Bunun farkında değildir üstelik. Bir yerden sonra kendi olamayan ve bunu bilemeyen çocuk kendinden nefret eder. Ve bu nefretin de farkında değildir.
Eğer bir çocuğu kendi belirlediğimiz bir çerçeve içinde, ona uyum sağlaması için zorlarsak çocuk buna gönülsüz bir şekilde uyar. Ama bu uyum çocuğun hayatta kalma mücadelesidir. Bizim normlarımıza uyduğu sürece kendisini normal bir birey olarak düşünecek olan çocuk, zaman içinde kendi normları ve bizim normlarımız arasında kopukluk yaşayacaktır. Kendi normlarımız ile normal sağlıklı bireyler yetiştirdiğimizi düşünürken geleceğe mutsuz, her an patlamaya hazır çocuklar yetiştiririz. Üstelik biz de bunun farkında değilizdir. Şimdi bir de anne babalarımızın bizi soktuğu o dar çerçeveye bakalım. Hangimiz istediğimiz mesleği yapıyoruz? Ya da hangimiz meslek için seçme şansına sahip olduk? Küçük yaştan itibaren doktorluk, öğretmenlik, avukatlık gibi mesleklere kendi irademiz dışında yönlendirildik. Sadece meslek olarak değil birçok seçimimizde bize dayatılanı kabul ettik. Çünkü normaldik. Geçmişin mutsuz çocukları olarak şimdi geleceğe mutsuz çocuklar yetiştiriyoruz.
Kitapta kendine ihanet ve anne-baba otoriterliği ile ilgili birçok çarpıcı örnek var. Bunları okurken, "Bize neler yapmışlar?" ya da "Biz çocuklarımıza neler yapıyoruz?" diye birçok yerde düşündüm. Bu örneklerden bir tanesini buraya yazmak istiyorum. Amerika'da 15 yaşındaki bir lise öğrencisi bir akşam anne ve babasını balta ile öldürüp ardından intihar eder. Olay, aileyi tanıyan tüm çevrede şok etkisi yaratır. Babası başarılı bir iş adamı, annesi öğretmen olan çocuk okuduğu lisenin en başarılı ve gözde öğrencisidir. Olayı araştırmaya başlarlar ve çocuğun günlüğü ortaya çıkar. Günlük de nasıl intihar edeceğine kadar her şeyi yazmış, ki anne babasını öldürdükten sonra da önceden yazdığı şekilde intihar etmiş. Peki bu olayı tetikleyen neydi? Olaydan üç gün önce tarih öğretmeni derste konuştuğu için kendisine kızmış ve ailesine mektup yollayacağını söylemiş. Sırf bu yüzden, yani ailesinin gözündeki imajı sarsılmasın diye böyle vahşi bir cinayet gerçekleştirmişti çocuk. Çünkü kendisini tamamen anne babasının isteklerine göre oluşturmuş bir kendiliği vardı. 15 yıl boyunca ailesinin normlarına göre yaşamış, sürekli olarak kendiliğini bastırmış ve kendilik nefreti denen bu olay bir yerde patlak vermiş ve anne babasını öldürmüştü.
Arno Gruen bu tür kişiler için "Öldürtücü öfke patladığında doğruca huzursuzluklarına neden olanı öldürürler." diyor. Burada normalleştirilmeye çalıştırılan çocuğun anne-babaya karşı koşullu sevgisi nefrete dönüşmüştür. Kendi kendine ihanet ettirenleri öldürüp bu huzursuzluğu ortadan kaldırır. Kitapta buna benzer şekilde başka dehşet hikayeler de var. Yazara göre içimizdeki şiddetin asıl kaynağı otoriter anne babalar. "İtaatkar olduğumuzda anne babamıza kendimizi sevdirebiliyorsak eğer, büyüdüğümüzde de bize itaat etmeyenleri cezalandırmak isteriz."
Genelde kadınlara birçok toplumda iktidar teslim edilmediğini, kadınların da bu açığını çocuklarında olan ilişkileriyle kapatmaya çalıştığını söylüyor yazar. Böyle çocuklar annelerinin sahte ilgisinin kurbanı oluyorlar. Hani bazen diyoruz ya, kendi yaşayamadığımız hayalleri çocuklarımız üzerinden yaşamaya çalışıyoruz diye. Bundan daha kötüsü ise çocuklar üzerinde iktidar sahibi olmak, onları sevgi ve yergi yoluyla itaate zorlamak belki de.
Kitabın son bölümünde ise, erkek ve kadın miti üzerinde duruyor yazar. Son yıllarda ruhsal sorunlarla ilgili yapılan araştırmalar her iki cins arasında büyük farklılıklar olduğunu ortaya çıkarıyor. Erkek ve kadının içsel sorunlarla başa çıkamadığı durumlarda farklı tepkiler vermesi gibi. Örneğin erkekler bu durumu dışarıya şiddet yoluyla yansıtırken, kadın ise içsel bir mücadeleye giriyor. Erkekler ruhsal bunalımdan kaçış yolu olarak alkol ve uyuşturucuya bağımlı olurken, bu durum kadınlarda depresyon ve şizofreni olarak sonuçlanıyor.
Bu tür kurgu dışı kitaplar için zor/kolay, iyi/kötü, anlaşılır/anlaşılmaz gibi ifadelerin kullanılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Bana göre zor gelen bir kitap, benden daha birikimli bir okura göre kolay ve anlaşılır gelebilir. O yüzden tavsiye kısmında çekimser kalıyorum. Yazarın daha önce "İçimizdeki Yabancı" kitabını okumuştum. İki kitabını da çok beğendiğimi söylemek isterim. Arno Gruen de kesinlikle okunması gereken yazarlardan.