Gönderi

812 syf.
10/10 puan verdi
·
9 günde okudu
"ONLAR, VAHŞİ KURT SÜRÜSÜNÜN KORUYUCULUĞUNA SIĞINAN BUDALA KOYUN GİBİYDİLER." (S 745) İKİ BÖLÜMLÜK İNCELEMEM Bir kitap hakkında inceleme yazdığımda yazdığım şeyler genellikle kitapta doğrudan söylenmeyenler, dolaylı yolla ya da ima edilerek anlatılanlardan oluşur ve bu da bana yazmak istediklerimi kitabıda aşarak yazmak için bana bahane verir. Bu kitap hakkında ki incelememle (eğer yazmayı başarabilirsem) diğer incelemelerim arasındaki fark nedir diye sorulacak olsaydı eğer, bu incelemenin nedeni olan kitabın bana dolaylı olanı ele alış biçiminde yazdığım incelemelerin bu seferki incelemede doğrudan anlatılanı ele almak,kitabı aşmadan sadece ona paralel yorumlar yaparak ele alışım olduğunu söylerdim. (Böyle bir soru sorulmadı, sorulmuycakda) Uzatmıyayım, kitaba döneyim. 1) Kitap toplumda işçilerin, emekçilerin uğradığı sömürü karşısında kendini sömürenlerden kendilerinden normalde beklenmesi gereken haklarını ve çıkarlarını doğru bir şekilde almaları ve çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri gerekirken, tam aksine , kendilerini bu duruma sokan sömürücülere kul, köle olmaları, adeta tapmaları ve sömürücüleri tarafından atıldıkları ölüm sınırındaki yaşamı kendilerine reva görmeleri şeklindeki hareketleri ele alıyor. Bütün işi kendileri yaptıkları, bütün zenginliğin sebebi kendi emekleri olduğu halde paylarına düşen ölüm sınırında bir yaşam oluyor. Patronlarının zenginliğinin sebebi kendileri olduğu halde onlara kul köle olmaları ve bunu yaparken işçilerin kendi aralarındaki rekabetlerini, adeta kendi sınıfından nefret edercesine birbirini ekarte edişlerini anlatıyor yazar. Emekçilerin zenginliğin tek nedeniyken, haklarını hiç emek sarfetmeyen patronlarına gönüllü bir şekilde verip kendilerine yoksulluğu reva görmelerini yazar sarkastik bir şekilde ele alarak işçilere "Baldırı Çıplak Hayırseverler" adını takıyor. Kitabın isim nedenide işçilerin bu kendi çıkarlarıyla ters tutumlarının sarkastik bir ifadesi oluyor. Yazar aslında işçilerin böyle çıkarlarına ters davranışların sebebinin doğumdan başlayarak ölüme kadar süren sistematik şekilde süren bir koşullandırma olduğunun altını çiziyor adeta her sayfasında. En büyük koşullayıcı ve insanları adeta bir aptal gibi davranmaya iten nedeninde din olduğunu söylüyor. Kapitalist sistemi her yönüyle anlatıyor ve çözümün sadece sosyalizmde olduğunu anlatıyor. Anlatıyor, anlatıyor, şöyle yazmış böyle yazmış yazar diyerek anlattığım incelememin birinci bölümünü bitiriyorum. Şimdi yazarın anlatmak istediği şeyleri paralel, alternatif bir bakış açısıyla ele alacağım incelememin ikinci bölümüne giriyorum. 2) Kader.. Nedir kader? Hayatta gücümüzü aşan, bilmediğimiz durumlar karşısında, kaçınılmaz olan karşısında hissettiğimiz çaresizlik, boyun eğiş, payımıza düşene teslimiyet diye kısa bir tanımlama yapabiliriz kader hakkında. Peki gerçekten kaderimiz bu diye kabul ettiğimiz her şey gerçektende kaçınılmaz olarak kabul edip boyun eğmemiz gereken durumlar katagorisine girer mi? Bilgi arttıkça, bilinmezliklerle kutsanmış kaderin kapsamınında değiştiğini görürüz. Bilgi arttıkça çözümde arttacağı için önceden kader kapsamına giren şeylerin kapsam dışına çıktığını görebiliriz. Yani demek istediğim şey aslında kader dediğimiz, kader kapsamına soktuğumuz şeylerin aslında bu kapsamdan çıkarılabileceğidir, en azından bir kısmının. Bura yakadar yazdığım şeyler birazdan anlatacaklarımın anlaşılması için belki rehber olur diyerek şöyle bir köşede dursun. Kim hayatında haksızlığa uğramamış, adeletsizlikle karşılaşmamıştır. Hangimiz eşitsizlik yüzünden sitem ya da isyan etmemişizdir. Hangimizin( bir kısmımızın en azından)insanların hak, adalet, eşitlik kavramlarına karşı olan kayıtsızlıklarını, bu kavramlara dair cehaletlerinin boyutunu gördüğünde değişime dair, güzel günlere dair umutları kırılmamıştır. Çaresiz hissederiz kendimizi, insanlara doğruyu anlatabilmenin imkansızlığı şaşırtır bizi. Bu zorluk yıldırır bizi ve idealist bütün tavırlarımız yok olur böylelikle. Peki bu yaşadığımız çaresizlik az önce anlattığım kader kavramı kapsamına giren, kaçınılmaz olan, boyun eğmemiz gereken bir durum mudur? Aslında cevabı bilmiyorum :) Bildiğim aslında toplumda ki cehaletin aslında bir boşluktan ibaret olması gereken kuru cehaletten farklı olduğu, böyle bir cehaletin ancak sistematik bir şekilde dizayn edilerek öğretilmiş bir cehalet olduğudur. Bu cehalet nasıl bir cehalettir, bu cehaletin taşıyıcısı insanların karakteristik özelliklerini anlatmak istiyorum bu kısımda, kitabada sadakat göstererek. Kendi çıkarını doğru tespit edemeyen, nedensellik bağını doğru kuramayan, potansiyelleri sınırlanmış, fizyolojik ihtiyaçlarının tatmini engellenmiş, bağımsız düşünceleri olmayan, soyut düşünme becerisi olmayan, bilinçaltında aslında kendinden aşağısı ve kendi düzeyinde olanlardan nefret eden ama kendinden üsttekilere kul köle olan, birbiriyle rekabet ederek, birbirini ekarte eden ve birbirinin kuyusunu kazan insanlar. Statükoyu, yani düzeni körü körüne, kendi çıkarına ters bir şekilde bağnaz şekilde savunarak düzenin en büyük koruyucuları olan insanlar. Her doğruya, her çözüme şiddetle muhalefet eden ve çözüm sunanları derhal bertaraf eden, yaşadıkları düzeni yegane düzen olarak gören, kendi bildikleri doğrular dışındaki her şeye kayıtsız, faydası kendinden menkul bencillikleriyle, potansiyellerinde her sorunu çözecek güç varken, bu şekilde davranarak sorunun hem kaynağı hemde sistemin sürdürülmesinin icracıları. Kitaba sadakatle ilerlemem farz oldu, yoksa konu elimden kayıp gidecek. Bu sadakat yemininden sonra kitaptaki sistem denilen, itici gücü işçiler ve emekçiler olan insanların dışında, emek harcamadan bütün payı kendinde toplayan, işçileri sömürenlerden ve onları kendi çılarlarına ters bir şekilde davranmaya iten zihinsel koşullamayı sağlayan sistemin parçalarından bahsetmem gerekiyor. Sistem deyince ve sistem içinde mevkileri farklı olan insanlardan bahsedilince sanılmasınki karakter yapısı bakımından farklı insanlardan oluşuyor sistem. Sömürenin konumu ve kendini filliyatla gösterdiği tutumu aslında sömürülenin potansiyelinde çıkartmayı umduğu hayali. Yani birinde filliyatta olan şey diğerinde potansiyel olarak var. Böyle olunca yani birinin olduğu yer diğerinin olmak istediği yer olunca sistem değişime kapalı oluyor. Sistem öyle yapılanmışki, öyle aynı özden insanlardan oluşmuşki değişim neredeyse imkansız gibi. İnsanlar arasındaki hiyarişiyi kurnazlıktaki beceriklikleri belirliyor. En bencilin, en kurnazın en liyakatli olduğu bir sistem bu. Unutmadan şunuda söyleyeyim, rekabet sadece işçiler arasında amansız değil, patronlar arasında da amansız bir rekabet var. Ve herkesi olumsuz ama emekçileri dahada zor duruma sokan bir durum. Bütün kırılmalar rekabet nedeniyle dahada acımasız oluyor bu nedenle. Floransa Büyücüsü'nden bir cümle geliyor aklıma, " Asıl lanetimiz farklılıklarımız değil, benzeliklerimiz." İşte bu söz, bu lanet, bu kehanet bu sistemde kendini doğruluyor. Herkes aynı motivasyonla hareket ettiğinden, aynı değerlere sadakat gösterdiğinden dolayı ortaya çıkan bu benzerlik gerçekten insanların laneti oluyor. Peki nasıl oluyorda sonsuz olasılıkta farklı olma ihtimalimiz varken böyle benzer, tektip, aynı kalıptan çıkmışçasına aynılışabiliyoruz. Yazar tarafından bu tektipleşmeye neden olan ve sorunların esas müsebibi olarak gösterilen konuya geliyorum yine kitaba sadık kalarak. Bu kısımda kitapta bu durumlara sebebiyet veren, en büyük neden olarak gösterdiği din konusuna değinmek istiyorum. Yani dizayn edilmiş cehaletin işleyicisi, programcasına. Kitapta insanların sisteme dair her türlü direncini kıran,acıyı ve yoksulluğu kutsayan, karşı koymalarını, isyan etmelerini önleyen faktör olarak gösteriliyor din. Sistem yoksul insanların edilgenliği, yönlendirilirliği üzerine kurulmuş. Bu yüzden yoksulluk sürdürülmeli. O yüzden yapılan yardımlar yoksulluğu kaldırmaya yönelik olmuyor. Tersine daha bağımlı olmaları için sisteme bir araç olarak kullanılıyor yardımlar. Zaten toplanan yardımların bir kısmı aktarılıyor muhtaçlara. Yardım parasının, toplanan paraların büyük kısmı aralarında papazların çoğunlukta olduğu yöneticilerin ceplerine giriyor. Ve yardım alan insanların kendilerini aşağılayan insanlara minnet etmeleri gerçektende iğrenerek okuduğum bölümler oldu kitapta. Neyse ben din üzerinden insanlar nasıl tektipleştiriliyor ve dinin sayesinde insanlar sistem için nasıl kullanışlı hale getiriliyor, onu anlatayım. Hepimiz doğduğumuz andan itibaren toplumun gerçeklerini hem görür, hem ona uyum sağlamanın lehimize olacağı bilgisiyle topluma uyum sağlamanın bakısını hissederiz üzerimizde. Bu baskı ve uyum zorunluluğu toplumun üzerinde mutabakat sağladığı gerçeklere saygı göstermemiz ve boyun eğmemiz adeta kayıtsız şartsız bir gereklilik olur bizim için. Din bu mutabakatların en üstte olan, bütün kültürün adeta özünü oluşturan büyük parçasıdır. Din sadece toplum baskısıyla kabul ettiğimiz bir şey değildir, dünyayı daha tanıyacak durumda olmayışımız, hayatın ve her şeyin anlamına dair insanın kaçamadığı, cevabının bulunması elzem sorulara cevap vermesi bakımından din bir ihtiyaçtırda aynı zamanda. Hem insanı ihtiyaç, hemde toplumsal baskı sonucunda din insan hayatının önemli bir argümanına dönüşüyor. Dolayısıyla din adamlarıda. Ceza ve ödül üzerinden yaptırımlarla ve anlatımlarla korkuları harekete geçirerek eyleme teşvik etme yöntemleri insanda çok büyük hasarlar açan bir zihinsel gelişime sebep oluyor. Korkularını harekete geçirmek duyguları öncellediği için insanı bencil olmaya özendiriyor ve bencillik kurnaz, hesapçı kişilikler ortaya çıkarıyor. Zihin daha gelişimini tamamlamadan dinsel argümanlarla, dini her hurafenin zihne sokulmasıyla ve çelişkileriyle zihin daha gelişimini tamamlayamadan hasar alıyor. Nedensellik bağını kuramayan, bağımsız düşünemeyen, korku ve bencillik üzerinden eyleme geçme biçiminin sonucunda ancak ona korku verenlere, bu korkuyu verebilecek güçteki insanlara saygı duyan bir insan ortaya çıkıyor. Zihin dogmalarla koşullandığından soyut düşünme becerisi kazanamıyor. Ancak somut şeyleri, şimdiki zamanda duyu organlarıyla algılıyabildikleri, ilkel çıkarlarına hizmet eden şeylere duyarlılık gösterebilen insanlara dönüşüyorlar. Nedensellik bağını kuramayan, küçücük çıkarlar peşinde olan, kendi çıkarını tespit edemeyen bu insanlar başkalarının çıkarları lehine haklarından feragat ederek gücü elde etme konusundaki rekabette güçlülerin yolundan çekiliyor. Yoksulluğu öven,çilekeş bir hayatın değerli olduğu gibi birçok söylemle güçle aralarına mesafe koyarak güçlülerin haklarını koruyan din. Onlara ve sisteme iman etmeyi farz sayacak kadar hadsiz söylemler. Kendilerini sisteme adamalarını imanın şartlarından sayarak sistemi kutsayan din. Peki nasıl oluyorda sadece iyiliğin ve iyi olan şeylerin sembolü olması gereken dinin dolaylı ya da dolaysız söylemleri, doktrini hep güçlünün hakkını koruyan tezahürler olarak gösteriyor kendini. Bu bir tesadüf mü? Bu güçlünün yanında olma tutarlılığı rastlantısal bir durum mu? Dini söylemlere şöyle yüzeysel bakmak bile tutarsızlığı ve çelişkileri görmemiz için yeter. Tutarsızlık yönünden hiç şaşmayan din bir tek güçlünün yanında olma ve güçlünün hakkını koruma konusunda tutarlı. İyi gibi duran söylemler bile söylem olarak hiyarişik olarak üstte duran tarafından bertaraf ediliyor. Peki hiyarişik olarak üstte duran, diğerini bertaraf eden söylem hangisi. Tabiki güçlünün hakkını korumak yönünde söylemiş olduğu, tutarlılığını bu yönde gösterdiği söylemler. Ve iyiliğin karşılık beklemeden yapılması gerekliliğinin ahlaksal özü, dinin iyilik anlayışında tam tersi karşılık beklenerek yapılması iyiliğin özünün bozulmasına sebep oluyor. İyilik bilinci ve ahlakı daha doğmadan katlediliyor dindar bilinçte. Bir söz vardı, iyiliğin karşılığında bir şey bekliyorsan iyi olmazsın, olsan olsan tefeci olursun, diye. Yani hem gerçek iyiliği, hem onun asaletini ve bütün doğru şeylerin kaynağı olan doğru bir ahlakın yok edildiği bir durum.Dinin bu tüccar ve tefeci mantığının kapitalist sistemle uyuşması ve birbirlerini kutsamasıda tesadüf değil. Gerçekten yoruldum. Söyleyecek çok şeyim olduğu halde bitirmek istiyorum incelememi. Son olarak söylemek istediğim şey, kitabın sosyalizmin tek çare olduğunu vurguladığı mesajla ilgili. Evet teorik olarak çok güzel duruyor Sosyalizm. Ama tarih bize diyorki, insan zihini sosyalizme uygun şekilde programlanıp koşullandırılmassa hiçbir ideoloji, hiçbir sistem derdimize deva olmaz. Rusya'daki uygulamalar örnek verilebilir duruma. Şimdi sıra bir köşede şöyle dursun, belki rehberlik eder sözlerime diye değindiğim kader konusunda yazdıklarımı incelememle ilişkilendirmeye ve yukarda sorduğum ama vermediğim cevabı vermeye.. SORU Dizayn edilmiş, sistematik şekilde oluşturulmuş cehalet karşısında yaşadığımız çaresizlik kader midir, nedenini ve çözümünü bilmemiz onu kader kapsamından çıkarır, ona boyun eğmemizi gerektirir mi? CEVABIMI Kendi yaşam süremle sınırlı olarak verecek olursam, cevabım kesinlikle bu durum karşısındaki çaresizliğimiz değişmeyecek, nedenini, çözümünü bilsekte yinede bu durum kader kapsamına giriyor. Benim ve benim kuşağımın kaderi bu...
Baldırı Çıplak Hayırseverler
Baldırı Çıplak HayırseverlerRobert Tressell · Literatür Yayıncılık · 200634 okunma
·
981 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.