Gönderi

Gökhan Özcan'nın pazartesi perşembe köşe yazılarını bu gönderinin altında paylaşmayı düşünüyorum inşallah, bugünden başlayalım. Nefs sözünü sinsice söyler! Hayata, başka insanlara karşı bir şeyler söylerken, freni boşa almak adetimiz oldu. Buna karşılık, kendimize bakışımızda ayağımız hep fren pedalında. Kendimize kıyamıyoruz hiç, başkalarının arasına yalın kılıç dalıyoruz oysa. Başkalarının neyi hak ettiğiyle ilgili vehimlere o kadar kaptırıyoruz ki kendimizi, bize yakışanın ne olduğuna dikkat kesilmeye mecalimiz kalmıyor. Hoyratlık, nobranlık, patavatsızlık yadırganırdı eskiden meclislerimizde. Şimdi alıştı kulaklarımız, insafımız ve izanımız bütün bu kabalıklara, ölçüsüzlüklere. Ne sağlam bir muhakememiz var olan biten hakkında ne iğneyi kendine batıracak keskinlikte bir muhasebemiz; ama yargı dağıtmakta, ayar vermekte, kesip biçmekte, bir çakıp boylu boyunca yere sermekte üstümüze yok. Kaba kuvvetimizle, çakma kapasitemizle, korkutma kapasitemizle kıvanır hale geldik. Bunu kendimizde bir hak olarak görüyoruz üstelik, bunun böyle olmadığını bize hatırlatacak bir ölçümüz, bir inceliğimiz kalmadı çünkü. Ona buna laf yetiştirme mesailerinden, kendimizi de hizaya getirecek adam akıllı bir söz biriktirmeye vaktimiz olmuyor çünkü. Birileri hakkında kanaat edinirken adaleti sanki atımızın terkisinde taşıyormuşuz gibi düşünüyor, daha doğrusu öyle varsayıyoruz. Adalet, yüksek sesle söylediğimiz şeylerin hatırına gelir otağını içimize kurar sanıyoruz. Ne zaman öyle olmuş ki? Ne zaman adalet, kendindeki kusura körleşen göze basiret, öze feraset kılınmış ki? Ne zaman derinliğinde idrak olmayan sığ zihinlerde binasını inşa etmiş ki? Ne zaman hak etmeyenin zihninde, kalbinde, insanlığında bir şuur olarak birikmiş ki? Çerden çöpten kendi ellerimizle kurduğumuz oyuna kendimiz geliyoruz. Hakikati olmayanın fedailiğine tereddütsüz soyunuyoruz. Üstümüzde bir yanılmazlık zırhı var diye vehmediyor, tam oradan yanılıyoruz. Nefsimiz bizi kandırmak için sözünü dolandırmadan söyler zannediyoruz. Değil öyle; aksine kılıktan kılığa girmek, kancasını insanın en zayıf yerlerine atmak gibi bir tabiatı vardır onun sözlerinin. Sinsidir nefsimiz; bizi en kanmayacağımızı sandığımız yerde ve zamanda kendine bağlar. Kendi günahıyla başa çıkamayan şu aciz hallerimizi gizler bizden, şişirir egomuzu ve neresinden toz duman yükseliyorsa alemin, nizam vermek üzere yakıp yıkmak pahasına oraya yollar bizi. Kılıcımızı kibirle biler, öfkeyle savurur, kınına gafletle geri döndürürüz de haberimiz olmaz. Kendimizi en muzaffer sandığımız yer, hakkaniyeti, rikkati, kalb-i selimi incittiğimiz yerdir, kaçar gözümüzden. Nefsimiz, her daim bizi başkalarının yanlışlarıyla, hatalarıyla, günahlarıyla uğraşmaya memur eder. Bulunduğumuz her yerin zabıtası, bekçisi, polisi olmaya teşvik eder. Neden? Çünkü onun hedefi; bizi kendimizle meşguliyetten alıkoymak, mütemadiyen başkalarıyla oyalamak, kendi günahlarımızı başkalarının günahlarıyla perdelemektir. Başkalarının kiriyle kendi kirimizi aklatmaktır. Neden mesele her ne olursa olsun haklılığımızdan asla şüphe etmeyen insanlar haline geldiğimizi düşünüyor muyuz hiç? Belki bunu kabule bile yanaşmıyoruz çoğumuz. Öyleyse bir nazar edelim kaskatı hale gelmiş hayatlarımıza. Sözlerin düşünülerek söylendiği, eylemlerin insafa vurularak belirlendiği bir zamanda mıyız? Bu gördüğümüz manzara mıdır insanın hakikati? İnsan yanılır ve yanıltır. Nisyanla maluldür her insan. Neyi unutur? Hakikatin yerini, verdiği istikameti, alemi ayakta tutan asli kaideyi, insanı güzel kılan ahlakı ve hikmeti, kendi haddini ve her şeyi aslında tutacak ölçüyü... Nefsimizin karşısında en çok aciz kaldığımız yer burası bugün! Yumuşak karnımız burada! Başkalarına bakmaktan, kendimize bakmayı unuttuk, başkalarının hakimi olmaktan kendimizi muhakeme etmeyi unuttuk, başkalarına haddini bildirmekten kendi haddimizin nerede başlayıp bittiğini unuttuk. Kabayız, kırıcıyız, hoyratız, yargılayıcıyız. Nezaketten, dirayetten, güzellikten, aleme sevgiyle bakacak incelikten uzağız. Başkalarına yüksek sesle söylediğimiz şeylerin kendi kulağımıza gitmediğini bilecek ferasetten mahrumuz. “Feraset, insanda, zahirî durumların batınî ahlaka aracılık etmesidir” diyor Fahreddin er-Razî. Öyleyse eğer, biz topluca yanlış istikamete gidiyoruz. Çünkü zahirî durumların batınî ahlaka dair içimizde kalan son kırıntıları da önüne katıp götürmesine izin veriyor, rıza gösteriyoruz. Ve bakınca kendimize; o batınî ahlaktan eser bulmakta her geçen gün daha fazla zorlanıyoruz. Gökhan Özcan
··
3 artı 1'leme
·
21,1bin görüntüleme
yusuf okurunun profil resmi
Yanlış anlama çağı Söylediğiniz bir şeyin doğru anlaşılma ihtimalinin yanlış anlaşılma ihtimalinden çok daha az olduğu bir devirde yaşıyoruz. Her gün çeşitli mecralarda yanlış anlaşılmaktan muzdarip halde meramının aslında ne olduğunu anlatmaya çalışan bir çok insan görüyorum. Neden böyle? Eskiden de böyle miydi? Böyleydi de, şimdiki gibi kayda geçmediği için mi gözümüze batmıyordu bu durum? Yoksa tam böyle değildi de şimdi mi böyle oldu? Daha mı yatkın durumdayız şimdi birbirimizi yanlış anlamaya? Ya da daha mı isteksiziz, birbirimizi gerçekten dinlemek ve anlamaya çalışmak noktasında? Orta yerde bir şey anlatmaya çalışmak gerçekten zorlaştı. Yazmak da öyle... Herkes, ne dediğinize pek de dikkat kesilmeden kendi bildiği/istediği şeyi anlayıp geçiyor. Kasıt nedir, söz hangi bağlamda söylenmiştir, ne kastedilmiştir, buna takılan insanların sayısı gerçekten azaldı. Bu durumda meramını sözle, yazıyla ya da başka herhangi bir yolla ifade etmeye başlamadan önce beş kere düşünmesi gerekiyor insanın. Söylediğinizin, ifade ettiğinizin yanlış anlaşılma riski çok yüksek çünkü. Sözlerinizden olumlu sonuçlar çıkarılsa da, olumsuz bir yere bağlanmış olsa da, yanlış anlaşılmak çok da isteyebileceğiniz bir şey değil. Çünkü bir meramınız var ve onu anlatmaya çalışıyorsunuz, bunu yapma, sözü söyleme sebebiniz bu. Maksat hasıl olmayacak, söz yerini bulmayacaksa yapmayı niye isteyesiniz? Hadi bir şekilde söz söylemeyi göze aldınız, meramınız içinizde rahat durmadı ya da vahim bir yanlış gördünüz, herkese zarar verebilecek bir tehlike gördünüz, onu düzeltmeye çalışıyorsunuz ya da ne bileyim bir şey sizi çok etkiledi herkese size sunduğu güzellikten bir nasip, bir pay düşsün istiyorsunuz diyelim... Söze başlamadan önce iyi düşünmeli, söyleyeceklerinizi iyi tartmalısınız. Dümdüz söylemek en mantıklısı, sözü daha derinliğine, daha muhtevalı söylemek için fazladan bir gayret içine girmek yanlış anlaşılma riskinize tavan yaptıracaktır, haberiniz olsun! İyi ama her şeyi dümdüz konuşmak zorunda olmak yoksullaştırmaz mı zihinlerimizi. Sözü güzelinden, incesinden, derininden söylemekten neden vazgeçelim ki! Bu çok sığ, çok yavan insanlara dönüştürmez mi zaman içinde? Madem bu da bir yol değil, ne yapacağız o zaman? Hiç kimse meramını anlatmaya çalışmayacak mı? Yanlış anlaşılırım, hırpalanırım, Allah muhafaza linçe filan uğrarım diye herkes geri mi çekilecek? Eskiden ‘dilin kemiği yok’ diye izah ediyorduk bazı şeyleri, klavyeler dillere rahmet okutuyor. Klavyelerin geçtim insafı, izanı, duracağı herhangi bir yer yok. Herkes herkesi saniyesinde harcayabiliyor; orada mı, değil mi, söylenenden haberi var mı, yok mu, yargılarım hakkaniyetli mi, değil mi diye hiç düşünmeden. Bunun gıybetin bir nevi olduğunu aklına bile getirmeden. Tamamen keyfi şekilde... Hatta bunu günlük bir uğraşa çevirerek... Son söylediklerimden yanlış anlaşılmanın ne kadar tehlikeli bir şey olabileceği sonucu çıkıyor. Bir de galiba artık pek çok insanın söz daha söylenmeden zaten bir yargıya sahip olduğu, böylelerinde artık sözün doğru anlaşılma ihtimalinin hiç kalmadığı... Birbirimize hoş olmayan bazı şeyleri yakıştırmak konusunda azıcık da olsa temkinli davranmamız gerekmez mi? Olur ya, yanlış anlamış olabiliriz karşımızdakini, bir şeyleri eksik biliyor, yeterince dikkatli değerlendirmiyor, haksızlık ediyor olabiliriz. Hüsnü zan mı, sui zan mı sorusunun cevabı aşikar değil mi bizim için? Noktayı koysun diye, merhum Cahit Zarifoğlu ağabeyimize bırakalım sözü: “Bizi hoş görünüz/ Sabırlı olunuz/ Çocukları dövmeyiniz/ Zinhar beddua etmeyiniz/ Sui zan değil hüsnü zan ediniz/ Ve acaba ikaz ettik hata mı ettik?”
yusuf okurunun profil resmi
Yorulmadan yol alınır mı Sağda solda insanların birbiriyle ‘Sıkılmadan Okunacak Kitap Listesi’ gibi şeyler paylaştığını görüyorum. Böyle bir ihtiyaç var demek ki... Kitap okuyayım ama beni sıkmasın! Film seçerken de böyle bir kriterden hareket edenler var. Biraz abartarak şunları ekleyelim: Fikir kitapları tavsiye edin ama beni yormasın. Bana bir şeyler anlatın ama canımı sıkmasın. Sizi dinlerim ama bana ters gelecek şeyler söylemeyin. Daha pek çok bu türden cümle kurulabilir. Bütün bu cümlelerin ana fikri şu: “Ben popüler kültürel faaliyetler içinde olmak istiyorum ama konforum bozulmadan! Sıkmayacak kitap, zorlamayacak film, yormayacak fikir, ters gelmeyecek söz... Yani beni yerimden kıpırdatmayacak her şeye varım. İyi ama bunları yapmadan önce olduğumuz yerde sabit kalacaksak neden girişiyoruz bunca işe? Kendimizi, yerimizi, fikrimizi, zihniyetimizi böylesine kutsamışsak, bize kim nasıl dokunacak, cana şifa bir hikmet yanımıza nasıl gelecek, yakınımıza nasıl sokulacak? İnsanın zihinsel sınırları biraz da sıkılarak, zorlanarak, yorularak, ters de gelse farklı fikirlerle yüzleşerek genişler. Hep aynı yerde kalarak gelişemeyiz, zenginleşemez, derinleşemeyiz. Kendimizi, kafamızı, zihnimizi yormamız gerek; erbabının çile diyerek adını koyduğu bu meşguliyetlerin içine girmemiz gerek... İcabında sarsılmamız, kırılmamız, yanmamız gerek... Ne lazımsa yapayım ama bana bir şey olmasın diyene gerçekten hiç bir şey olmaz. O hep yerinde kalır, yerinde sayar. Bize bir şey katmayacaksa, bizi olduğumuzdan bir adım ileriye taşımayacaksa, duygularımıza yeni titreşimler, düşüncelerimize yeni ufuklar kazandırmayacaksa neden giriyoruz bunca yükün altına. Eğlenmek ya da hoşça vakit geçirmek için mi? Maksat buysa bunun çok daha kolay yolları var, hem de daha meşakkatsiz... Sağda solda paylaşıp kültür borsasından geri kalacak kadar cahil olmadığımızı ele güne göstermek mi istiyoruz? Ne anlamı var bunun, bu işlerle öylesine ilgilendiğimiz gerçeğini yine de bilmeyecek miyiz? Sosyal ortamlarda herkes konuşurken lafa girebilmek için mi yapıyoruz bunca faaliyeti? İlgilerimizin sahteliği, yönelişlerimizin kofluğu hemen anlaşılmaz, ortaya çıkmaz mı sanıyoruz? Gerçekten bir şey aramıyorsak neden etrafı karıştırıp duruyoruz, bunun ortalığı sürekli dağınıklaştırmak dışında ne faydası var bize? Yol alabilmek için yolcu olmayı göze almak gerekir. Malum ki yol da meşakkat demektir, yorgunluk demektir. Yorulmayan gözünün önündeki hakikati bir manaya yoramaz. Hiçbir mana talepkâr olmayana, başını bu yola koymayana verilmez. İlim ve irfan, fazilet ve hikmet bedava değildir, bedeli, maliyeti vardır ki akçe ile de ödenmez. Bir şeyi aslıyla görebilmek için insanın ona sadece cismiyle değil, içiyle de yönelmesi gerekir. Yönelmezse ya hiç göremez ya sınırlı ya da şaşı görür. Kişinin bir işi yaparken ne için yaptığını bilmesi lazımdır. Çünkü bu işler bugün sıklıkla sanıldığı gibi performans işleri değildir. Hayat bilgisi, insanlık görgüsü, mana incelikleri yarışmak için, atışmak için, ortama katışmak için, afyon yutmuş gibi yatışmak için aranmaz. Aransa da beyhude aranır. Bellidir bu; hiç yola çıkmadan herhangi bir menzile varan olmuş mu? Bellidir hem; can yorulmadan kozadan çıkmanın ve dahi kelebek olmanın da yolu bulunmaz. İsteyene istediği verilir. Mana isteyene mana vesile binekleriyle gelir ha gelir. Maddiyat isteyene maddiyat sunulur. Her arayan bulur, aradığı her ne ise. Hakikatten rızık isteyene ama mükellef sofralarla ama ekmek arasında rızkı verilir. Dostlar alışverişte görsün diyeni her gören pazar yerinden bilir. Vakit geçirmek isteyen vaktini bol bol geçirir. Eğlenmek isteyen de nefesi kesilinceye eğlenir durur. Gel gör ki dünya, bir oyun ve eğlence yeri değildir.
yusuf okurunun profil resmi
Kim serinler gölgemizde? Bizi buluşturan nedir; aynı yerlerde dolaştıran, aynı masalara oturtan, aynı meselelerden konuşturan, aynı tarafa baktıran nedir? İçimizden geçen şeylerle dışımıza bıraktığımız şeylerle olduğu kadar yakın mıyız birbirimize? Bildiklerini varsaydıkları şeylerde gerçekten anlıyor mu insanlar insanları. Dışımızda olduğumuz kadar tanışık mıyız içimizde de? Yoksa uzay boşluğundaki minik gezgenler gibi birbirimize dokunmadan, hiç temas etmeden dönüp duruyor muyuz kendi yörüngelerimizde. Gözlerimizle görüyoruz elbet çevremizdeki herkesi, özlerimizle de görüyor muyuz ama? Bu kadar yabancılık, bu kadar kimsesizlik, bu kadar kendine kapanmışlık nereden çıkıyor o halde? Cahit Sıtkı Tarancı merhum, bir şiirinde hüznün kimselere anlatılamayan bir çeşidini ifade ediyor: “Gemi yüzü görmeyen bir limanın hüznünü/ Kimsesiz gönlüm kadar hiçbir gönül duymadı”. İçinde sızı taşıyan sözler bırakıldıkları yerde öylece sahipsiz, bir başına kalıyor sanki. Hiç kimsenin bir başkasının içinin sevincini, kendisinin olmayan bir kederi üstünde taşımaya niyeti yokmuş gibi artık dünya. En yalınkat halimize, en has hissiyatımıza, en savunmasız duygularımıza geri çekildiğimizde, hiç kimse bizimle birlikte gelmiyor, gelmeye gönüllü olmuyor sanki. Herkes kendini kendine kilitlemiş de, bir başkasına açacak kapısı, penceresi kalmamış gibi... Her şeyin elden ele dolaştırıldığı, durmaksızın paylaşıldığı bir zamanda bu birbirinden habersizlik hali nasıl bir şey! Çekildiğiniz anda kuruyuveriyor sanki az önce kucaklaşmış olduğunuz her sahil. Siliniyor sanki hep orada kalacağını sandığınız her iz bir adım uzaklaştığınız anda. Zaman değişiyor, hayat değişiyor, insanlar değişiyor, değiştiremediğiniz, değiştirmeye kıyamadığınız, değiştirmeyi istemediğiniz her şey taşınması güç bir ağırlık olarak üstünüzde kalıyor. Evinizden çıkmanız mukadder belki... Ama gidilecek yer neresi, bütün kalbiyle sizi bekleyen kim, açılmasını umduğunuz o kapılar nerede? Konaklayacağınız, nefes alacağınız, hayat yükünüzü bir köşeye indirip varlığında dinleneceğiniz gölgelikler nerede? “Zamanın bir çocuğu, tüketilmiş, unutulmuş bir neslin kimsesiz bir kalıntısıydı. Hala güçlü, dimdik ayakta ve eskisi gibi pervasızdı; ardında beyhude geçmiş koca bir hayat bırakmış, geleceği olmayan, çocuksu dürtüleri ve erkekçe tutkuları dövmeli bağrında çoktan ölmüş, her şeye hazır bir adam. Onun sessizliğini idrak edebilecek adamlar göçüp gitmişlerdi; hayatın sınırlarının ötesinde ve sonsuzluğun gözleri önünde varlıklarını nasıl sürdüreceklerini bilen adamlar yoktu” diye yazmış Joseph Conrad, ‘Narcissus’un Zencisi’ isimli kitabında. Her insan, hayatın tarumar edici fırtınalarında kaçıp saklanabileceği bir sığınak arar kendine. Bu sığınak, kimsenin yerini bilmediği bir mağara, keşfedilmemiş bir orman, bir köşede unutulmuş metruk bir ev değildir. Çünkü bu fırtınalar hava raporlarında zaptı tutulan fırtınalar değildir, bu fırtınalar içimizde eser, içimizde bir şeyleri yıkar devirir, iki yana savurur. Bu fırtınalar zihnimizde, kalbimizde, duygu ve düşüncelerimizdedir. İçimizden alt üst oluruz. Böyle yıkıcı iç fırtınalardan, yıkım ve felaketlerden kaçıp sığınabileceğimiz yer, ancak kendini emin tutan bir dostun gönlü olabilir. Kimin böyle bir dostu var peki? Hangimizin bir başkasıyla böyle bir dostluğu var? Hiç kimse olmadığında çalınacak kapımız neresi? Kim bu kadar emin çalabilir kapımızı? Kimin serinliği, gölgeliği, emin limanıyız biz? Kim başı sıkıştığında, gönlü daraldığında, çareleri tükendiğinde, canı bir başka canı özlediğinde böyle güvenle gelip sığınabilir gölgemize?
yusuf okurunun profil resmi
Olmak ya da farkında olmak Bakışlarını kendi içine çeviren hemen herkes içindeki dünyanın enginliği karşısında şaşkınlığa uğrar. İçimize doğru açılan her kapı, açılmayı bekleyen nice başka kapıya ulaştırır bizi. Yürüdüğümüz her yol, yürünecek başka yollara götürür adımlarımızı. İnsan, içine doğru yol almaya karar vermedikçe içinin kıyısında ve yüksek ihtimalle bu engin ülkeden habersiz şekilde yaşar. Patlamış mısır poşetini açmakla uğraşırken filmi kaçırmak gibi bir şeydir bu. Eğer bir şekilde gözümüz filme değerse hayretler içinde kalır, arkamızı dönerek yaşadığımız bu harikalar aleminden bihaber kaldığımız için büyük pişmanlık yaşarız. “Dünyanın peşinde koşmaktan yorulup bir kenara çekildiğimden beri, kendimde daha önce hiç haberdar olmadığım şeyler keşfediyorum” dedi doktoruna, “Meğer ben kendimi hiç yaşamamışım!” Sandığımızdan çok daha büyük bir şeyiz, daha doğru deyişle kendimizden çok daha büyük bir şeye açık iç penceremiz. Kelimelerin içimizde nasıl olup da bir araya geldiklerine, ilk kez duyduğumuz bir ifadeye dönüşmelerine şahit olmak büyüleyici. Ne çok şey düşünebildiğimizi, düşüncelerin sörfüne binerek nasıl enginlere açılabildiğimizi görmek inanılmaz. İnsanın içinde uçsuz bucaksız bir alem var, gözünü açıp bakan görebilir bunu. Bir seyir terasından cümle varlığı seyredebilir insan, içine doğru bakmayı öğrendiğinde. “Kendimizi tanıdıkça, yani kendi ruhumuzu keşfettikçe, içgüdülerimizle karşılaşırız ve onların imgelerle dolu dünyası ruhun içinde uyumakta olan ve her şey yolunda gittiği sürece bizim nadiren farkettiğimiz güçlere ışık tutar. Bunlar müthiş bir etkinliğe sahip potansiyel güçlerdir” diyor ‘Keşfedilmemiş Benlik’ kitabında Carl Gustav Jung. Hep bir şeyleri birbirine çatarak anlam inşa ettiğimizi düşünüyor, bunu yapama-dığımızda hayal kırıklığına uğrayıp vazgeçiyoruz. Belki de zaten var olan anlamı arayıp bulmalı, onun farkına varmalıyız. Anlamı biz mi üretiyoruz; yoksa o zaten var da biz dikkatimizi verdiğimizde o anlamın farkına mı varıyoruz? Üretmek mi gerekiyor anlamlı olan şeyleri, yoksa halisane bir gayretle arayıp bulmak mı gerekiyor sadece? “Aradığım şeylerin hep uzaklarda olduğunu düşündüm ve boşa yoruldum” diye cevapladı kendisine sorulan soruyu, “gerçek olduğum yerdeymiş oysa ve attığım her adım beni ondan uzaklaştırıyormuş!” Kendimizi göremezsek, içimizdeki anlamı hiç göremeyiz. Görüş kabiliyetimizi sadece gözlerimizden bilir, bakışlarımızı sadece gözlerimize emanet edersek, dışarıya bakar, dışarıyı görürüz sadece. İçimize bakan gözlerimiz de olmalı bizim, içeriye bakan bakışlarımız da olmalı. Aksi halde, kendimizi dışa sabitler, içimizde olan bitenden habersiz kalırız. Bu yaşamamak, her şeyin seyircisi olmaya rıza göstermektir. Kendimizi içimizdeki enginliklerden mahrum bırakmaktır. Kabukta yaşamak, özü, meyveyi, usareyi hiç tatmamaktır. Bu mutluluğu başkalarından bilmek, hiç yaşamamaktır. Viktor E. Frankl, ‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabında insana dair çok farkında olmadığımız bir inceliğe ışık tutuyor: “İnsanın, ‘mutlu olmak’ için bir nedeni olmalıdır. Bu neden bulunduktan sonra mutluluk otomatik olarak gelir. Gördüğümüz gibi insan, mutluluk arayışında değildir; belli bir durumda yapısal ve uykuda olan potansiyel anlamı gerçekleştirmek yoluyla mutlu olmak için neden aramaktadır” “Bakmadan göremediğin şeyi,” dedi meczup, “bin sene etrafına baksan göremezsin!”
yusuf okurunun profil resmi
Dünsüz ve yarınsız Hep bir şeyleri eksik yaşamış, tam hakkını veremeden elimizden kaçırmış olma hissiyle dolu oluyoruz. Başında “keşke” olan, “bugünkü aklım olsaydı” diye başlayan bir sürü cümle huzursuzca kıpırdayıp duruyor zihnimizde. Öyle vızıldayıp duran bir şey ki bu cümleler, yakamızı elinden kurtarıp o an yaşamakta olduklarımıza dört elle sarılmamıza imkan vermiyor. Geçmişten taşıdığımız bütün o pişmanlık ifadeleri, bugün içinde olduğumuz şeylerin büyük bir kısmının da ölü doğmasına sebep oluyor. Geride bırakamadıklarımız bugünden hayat çalıyor, bizi anı yaşamaktan alıkoyuyor. “Olanların ağırlığından ve olabileceklerin ürküntüsünden kurtulup kendimi yaşamaya bırakamıyorum bir türlü” dedi kır saçlı olan. “Belki de daha çok unutmalıyız!” dedi yanındaki gayrı ihtiyari. Keşke bir yerlerde takılıp kalmasak ve bazı şeyleri geride bırakabilsek bütünüyle! Yine “keşke”li ama kurulması çok gerekli bir cümle bu! Her şeyi her şeye o kadar çok bağlıyoruz ki, hiçbir şeyi kendi başına, bağımsız bir halet-i ruhiye ile yaşayamıyoruz. Yeni düşünceler eski yanılgıların huzursuzluğuyla tedirgin hep zihnimizde. Yeni sevdalar eski sevdaların kederleriyle sakatlanıyor. Geçmişte uğradığımız ihanetler şimdiki zamanda bir şeylere bağlanmamıza mani oluyor. Yeni hayaller tecrübe edilmiş eski kırılma ihtimalleriyle ürkek çıkıyor yola. Matt Haig, ‘Zamanı Durdurmanın Yolları’ kitabında belki de hepimizin kendimize sormamız gereken soruları soruyor kendine: “Ölmek nasıl bir ansa yaşamak da bir an. Gözlerini kapar ve bütün gereksiz korkuların çözülüp gitmesine izin verirsin. Sonra korkudan muaf olan bu yeni varoluş halinde kendine sorarsın: Ben kimim? Şüpheler olmadan yaşayabilseydim neler yapardım? Haksızlığa uğrama korkusu olmadan yaşayabilseydim? Acıdan korkmadan sevebilseydim? Yarın o tadı nasıl özleyeceğimi düşünmeden, bugünün tadını çıkarabilseydim? Zamanın geçmişinden ve sevdiklerimi benden çalabileceğinden korkmamış olsaydım? Evet. Ne yapardım? Kimleri umursardım? Ne için savaşırdım? Hangi yollarda yürürdüm? Nelerden haz alırdım? İçimdeki hangi gizemleri çözerdim? Kısacası, nasıl yaşardım?” Kaçan bir trene kahırlanmaktan sonraki bütün trenleri kaçırıyor gibiyiz yaşarken. Hayatın takılıp kaldığımız yerleri bozuk bir plakta olduğu gibi sürekli aynı şeyleri tekrar etmemize ve şarkının daha sonraki bölümlerini söylememize engel oluyor. Bir şeyleri tamamlayamıyoruz çünkü hayatın tabii ritminde akmaya kendimizi bırakamıyoruz. Zihnimizle hep başka bir yerdeyiz, şimdiki anın içine bir türlü gelemiyoruz. Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin beklentileri bugünün gerçeklerinin üstünü örtüyor sürekli. Hayatı, gerçek olduğu yerde değil, olmadığı yerde yaşamaya çalışıyoruz. Geçmişten kurtulamıyor, geleceği yakalayamıyoruz. Bütün bu canhıraş mücadeleden yorgun düşüyor, günü yaşamaya mecal bulamıyoruz. Hep bir şeylerden kaçacak ya da hep bir şeyleri kovalayacaksan, hiç rahat bir nefes alıp rahat rahat etrafına bakamayacaksın, hayat böyle! “Çünkü ben ne geçmişte ne de gelecekte yaşıyorum. Benim yalnızca şimdim var ve beni sadece o ilgilendirir. Her zaman şimdide yaşamayı başarabilirsen mutlu bir insan olursun. Çünkü hayat, yaşamakta olduğumuz andan ibarettir ve sadece budur” diyor Paulo Coelho, ‘Simyacı’da. “Sanki ardımda seyrettiğim binlerce film var ve önümde seyredeceğim binlerce film” dedi beyaz saçlı adam, “Peki ben neredeyim?”
yusuf okurunun profil resmi
Nefes darlığı Acil ve öncelikli meselelerimizin ne olduğu konusunda kafamız biraz karışık şu zamanda. Altında kullanılabilir durumda bir arabası olan bir insanın filanca markanın yeni modelini almak acil bir ihtiyacı olabiliyor mesela. Ya da yaz bitmeden bir tatil beldesine kapağı atmak... Mobilyaları değiştirmek, yeni moda bir şeyler almak, filanca filmi herkesten önce izlemek ve saire... Uzatılabilir ve herkes için kişiye özel başka edinilmiş ihtiyaçlar da eklenebilir bu listeye. Bunlar her zaman yapılabilecek ya da hiç yapılmasa da olabilecek şeyler oysa, hayati bir tarafları yok. Ancak o kadar çok bu türden ‘olmazsa olmaz’la dolu ki hayatlarımız, çok daha hayati, çok daha insani, çok daha asli meselelere gündemimizde yazık ki hiç yer kalmıyor. Hayatımıza anlam katacak, daha doğru deyişle hayatımızı anlamına kavuşturacak fikirlere ihtiyacımız var aslında en çok, bunu pek idrak edemiyoruz artık ama bu yine de böyle... O fikirler olmadıkça hiçbir şeye anlamını veremiyor, hayatın kabuğunda yaşamak zorunda kalıyoruz. Her gün değişen, genel geçer şeylere böyle ihtirasla tutkun oluşumuzun sebebi de biraz bu nefes darlığı... Nefesimiz daralıyor çünkü hayatımızın ciğerlerine çekecek oksijenimiz yok. Oksijenden kasıt elbette anlamdır. Anlamlı şeyler yaşatır insanı, genişletir nefesini. Çünkü insan böyledir, bir anlam dünyasında yaşar, yaşamak ister. O anlam hayattan çekilip yerine ezber tarifler konursa, belki hayat sürer ama zamanla bugün yaşadığımız türden bir nefes daralması durumu ortaya çıkar. Tabiatımızın gereği olan soruları sormalıyız yaşarken. Anlamanın yolu anlamaya çalışmak için atılan meraklı adımlarla döşenir. Böyle tekamül eder insan, böyle büyür ve insan olmanın imkanlarına, zevklerine, erdemlerine erişir. Bu herkes için böyledir, acıkmak gibi, uyumak gibi, konuşmak gibi, anlamak da tabii bir ihtiyacımızdır. Tıpkı açlık gibi, uykusuzluk gibi, anlamsızlık da perişan eder bizi. Çoğu zaman nedenini bilemediğimiz can sıkıntılarının altındaki gerçek sebep budur. Canımız sıkılır, çünkü onu besleyen anlam toprağından mahrumdur. Anlam, bugün bize satılmaya çalışıldığı gibi bir yerden paket paket alabileceğimiz bir şey değildir. Arayarak, soru soru ilerleyerek ulaşırız anlamın ülkesine. Hazır tariflerin, ezbere anlam paketlerinin daima bir son kullanma tarihi vardır, bir yerden sonra etkilerini kaybeder, cazibelerini yitirir, ruhumuzu ikna edemez hale gelirler. “Hayatta en önemli şey nedir? Açlık çeken bir ülkede birine bu soruyu sorarsak cevap ‘yemek’ olacak. Donmakta olan birine aynı soruyu sorarsak cevap ‘sıcak’ olacaktır. Kendini yalnız ve çaresiz hisseden birine soracak olursak cevap mutlaka ‘diğer insanlarla beraber olmak olacaktır. Ama bütün bu ihtiyaçlar giderildikten sonra, bütün insanların ihtiyacı olan bir şey var mıdır hâlâ? Filozoflar buna evet diye cevap verir. Onlara göre insan sadece ekmekle yaşayamaz. Tabii ki bütün insanlar yemek yemelidir. Ayrıca sevilmeye ve ilgi görmeye ihtiyaçları vardır. Ama bütün insanların ihtiyacı olan bir şey daha vardır: Kim olduğunu ve neden yaşadığını bilmek” diye yazmış Jostein Gaarder, ‘Sofie’nin Dünyası’ kitabında. İnsanın kim olduğu CV’sine bakarak cevabı bulunabilecek bir soru değildir. Belki başkaları için CV’ler fikir verici olabilir ama kendisi için insan şaşmaz biçimde bundan daha başka bir şeydir, öyle olmalıdır. Kim olduğunu bilebilmek için bu soruyu içine sormalıdır her kişi. Orada CV’sinden daha başka bir şey bulamıyorsa, belli ki kendini dünyanın kalabalığında kaybetmiştir.
yusuf okurunun profil resmi
Orta yerinden sökülen yazı Bir şeyleri bir yerlere not almaya her kalkıştığımda bunun belki biraz gülünç ama daha çok acınası bir tarafı olduğunu fark ediyorum ve küçük yakıcı tereddütler yaşıyorum son zamanlarda. Bazen kalemi elimden bıraktığım da oluyor. Tırnaklarını dünyaya geçirmeye çalışanlardan olmadım hiç, şimdi ellerimi uzatmak bile gelmiyor içimden artık bazı şeylere. Bunca konuşma çabası ne için, bunca anlatma gayreti? Dinleyen kim? Kulak veren samimiyetle? Seni duyabilmek için yolunu değiştiren? Hem niye yapsınlar bunu? Ne var sende onları bu kadar ısrarla sana yöneltecek? Söylenmiş sözler, sadece sana söylenmese olmayacakmış gibi gelen sözler... Söylenmese oluyor işte! Sen söyledin diye söylenmiş de olmuyor zaten, havada baloncuk gibi patlayıp gidiyor bütün kelimeler... Koş istersen peşlerinden, baloncuklarını topla da götür evinde sakla! Yapabiliyor musun? Yok, sen kendine acıyorsun sadece. Kendini taltif etmek için bir şeyler arayıp duruyorsun, geç bunları! Zaten herkes geçti, sen de geç artık bir zahmet! Yerinde sayıp gülünç olma! Kelimeler anında istiflenip alt alta üst üste raflara sıralanırken, milyonlarca hayati şey milyonlarca başka hayati şeyle yan yana getirilip rastgele ya da taammüden ıskartaya çıkarılırken, ne önemi var artık böyle köhnemiş sözlerin, güya kafa yorulmuş bütün o ifadelerin, sanki insanın bütün sırlarını çözecekmiş gibi kuruntuyla örülmüş bütün o cümlelerin? Ses sesi örtüyor artık, söz sözü görünmez, duyulmaz kılıyor. İnsan koca bir gürültüye dönüşüyor giderek, insandan çıkan her şeyle birlikte. Kimse kimseyi aramazken bulmayı ya da bulunmayı beklemek ne kadar abes! Ve ne kadar acıklı ve aslında itici bekleyenlerin hali! İnsan bir ezber artık, düşünmeden tekrar edilen bir tekerleme... Sözden elbise dikmeye gayret edenler bil ki sinek avlayacak bundan böyle. Konfeksiyon çıkınca terzilere ne oldu? O olacak sözden elbise dikenlere de, insanlar üstlerine giyebilsinler diye. Hazır alınacak kıyafet... O bizim üstümüze uymayacak, biz onun içine uyduracağız kendimizi. Hazır alınacak söz, anlam, tarif ve tasavvur... Birbirimize benzeyerek, daha çok benzeyerek, daha çok benzeyerek kurtulacağız ezberi bozan, bozması ihtimal dâhilinde olan her şeyden. Birimiz hepimiz gibi, hepimiz birimiz gibi... Hiza mesafe almış insanların insanca sürprizlerine kendini kapatmış vasatlıklar dünyası... Daha fazlasını arama, gözünün önüne konandan başkasını merak etme, artık hiç kimsenin sormadığı soruları sorma, şuraya dokun, şu tuşa bas, şuraya gülümse, şuraya sessiz harflerden bir kahkaha bırak, geceyi tamamlayacak bir söz yumurtla, günü şenlendirecek bir laf cambazlığı yap! Sana fotoşopla cennetler kuracağız, ne istersin akasya ağaçları, kiraz çiçekleri, kuru yapraklar, tam arkana gürül gürül akan bir şelale... İki tıkta tamam her şey, istersen hayatını yoran her şeyi kaldıralım arka planından, çok kolay, şuradan yeni bir katman oluşturuyorsun, falan filan... Ama insan? İnsanlar? İnsanlar kolay... Nasıl birini istiyorsan söyle, sarışın esmer... Romantik, aksiyoner... Dünyayı gezmeye meraklı, kendini gezmeye meraksız... Şu teknolojiyi dibine kadar kullanır, şu münzevi, her şeyden uzakta, ancak uydulardan erişilebilir bir keşiş, bağrı açık keten gömlekleri içinde kendini dünyalara sığdıramayan bir bilge... Varlık yokluktan ibaret diyen epeyce varlıklı biri... Ne diyorsun bütün bunlara? Hiç! Hiç mi? Bak işte o çok trendy bir kavram bugünlerde, bunu kullanabiliriz, bunu papağan gibi tekrar edebiliriz. Tekrar her şeydir, tekrar ede ede zihinlere yerleşiyor her şey! Zaten hayat tekerrürden ibaret değil mi? Tamam işte, devam böyle! Kafaya takmaların zamanı geçti. Bir şeylere takmanın, takılmanın, bir tereddüde geceler ayırmanın, bir kavrama kifayetsizce kementler atmanın, kelimelerle oynamanın, anlamları kısık ateşte pişirmenin, çayı sonuna kadar içmenin, bir şarkının sözlerinde kaybolup gitmenin, duvardaki bir noktaya oksijen tüpsüz dalıp gitmenin, hava almak için dışarı çıkmanın, yağmur içmenin, bulut yutmanın, dağların heybetine bakıp kendinden geçmenin, bodoslama âşık olup için için kavrulmanın, lodoslama her yana savrulmanın...
yusuf okurunun profil resmi
Olmayan nezaket gösterilebilir mi? Nezaketi başkalarına gösterilecek bir şey olarak düşünüyoruz hep. Oysa kendi toprağında nezaketin tohumunu bulup yeşertememiş kimse başkasına neyi gösterebilir? Nezaket kişinin kendisiyle irtibatında ortaya çıkan bir şeydir; başkalarına yansıyan kısmı dışta tezahürüdür. İnce olan incelikle davranır, ondan kabalık sadır olmaz. Nezaket incelmiş insanlığın dalga boylarında kendiliğinden ortaya çıkar. Kurguyla, zorlamayla, mecbur hissetmekle nezaket olmaz. Nazik olan özünde bu güzelliği yaşadığı ve yaşattığı için kendiliğinden etrafına da güzellik, incelik, nezaket yayar. İşin sırrı incelmektedir. Bir topluma her Allahın günü nezaket kurallarını hatırlatsanız, şehrin her yanına bununla ilgili bilboardlar yerleştirseniz yararı olmaz. Zorla ne güzellik olur ne bu zorlamalardan gerçek bir nezaket hasıl olur. Olmadığını da hayatımızın her anında, alanında görüyoruz. İlişkilerimizde biraz nezaket varsa, bu çoğu zaman içimizden öyle geldiği için değil; toplu yaşamanın bir gereği olarak ortaya çıkıyor. Yani trafik kuralları gibi hepimizin mecburen uyduğu kurallar halinde kendini gösteriyor. Bu zorunlu centilmenlik düzenini sekteye uğratacak en ufak bir şey yaşandığında; nezaketin üstümüzde ne kadar iğreti durduğunu açık eder şekilde hemen tansiyonlar yükseliyor, kontroller kaybediliyor, izana sığmaz hakaretler havada uçuşmaya başlıyor. Çok geçmeden nezaket makyajlarının altında ne büyük kabalıklar ve hatta ne koyu gaddarlıklar gizlediğimiz de açığa çıkıveriyor. İçinde gerçekten nezaket cevheri taşıyan biri, en ince hallerden en kalın, en kaba hallere bu kadar kolay, bu kadar hızlı geçebilir mi? Çünkü yaptığını nezaketle yapmak böyleleri için nefes almak gibi kendiliğinden olan bir şey haline gelmiştir çoktan. Bu sebeple nezaketin temelde başkalarına göstermemiz gereken bir şey olmadığını söylememiz icap ediyor; kendimizde yaşamamız, yaşatmamız ve önce kendimize göstermemiz gereken bir şey nezaket. Bu oluyorsa, yaşanabilecek menfi herhangi bir durumdan etkilenmeden başkalarına zaten yansıyacaktır nezaketimiz. “Kendimize karşı kötü olmak pahasına başkalarına karşı iyi olamayız. Uçakta nasıl oksijen maskesini önce kendimize sonra çocuklarımıza takmamız isteniyorsa, nezaket ve özeni önce kendimizden esirgememeliyiz. Kendisine karşı müşfik ve nazik olabilen birisi başkalarına da öyle davranabilir” diyor sevgili Kemal Sayar, ‘Ruhun Derin Yaraları’ kitabında. Başkalarına karşı nezaketini yitirenlerin sıkça sarıldığı bahanelerden biri onların bunu hak etmedikleri oluyor. Nezaketi başkalarına göstermeniz gereken bir şey olarak düşünürseniz, bu fikrin herhangi bir olumsuzlukta zihninizde mevzi kaybetmesi kaçınılmaz olur. Başkalarının nezaketi hak edip etmediğini tartışıyor olmak, kişinin kendisini nezaketle nezaketsizlik arasında bir ikileme sokması anlamına gelir. Peki ama nezaketsizlik bir insanın kendisine yakıştırmaması ve yaklaştırmaması gereken bir hal değil midir? Bir başkasının nezaketi hak etmediğine kanaat edip ona ‘hak ettiği’ şekilde davranırken kendimize kabul ettirdiğimiz şey tam da bu değil mi? Nezaketsizliği kendimize yakıştırıyor olmamızda, başkalarının hal ve hareketleri ne olursa olsun, bir sıkıntı yok mu? “Başkalarına yakıştırmak üzere kullandığımız kelimeleri kendi içimizden bulup çıkardığımızı bir anlayabilsek...” dedi beyaz saçlı adam ve başka bir şey eklemedi sonra sözlerine.
yusuf okurunun profil resmi
El-Emin’in adımlarıyla... Kassam Tugayları Sözcüsü Ebu Ubeyde: “Esirlerimize dinimizin emrettiği şekilde bakıyoruz. Hasta olanların tedavileri yapılıyor. Yediğimizden yediriyor, içtiğimizden içiriyoruz. Kendi inançlarına göre dua ve ibadet etmeleri için temiz yer temin ediyoruz” diyerek bütün dünyaya pırıl pırıl bir Müslümanca duruş gösterdi. Aciz kanaatime göre, bu açıklama yapıldığı an, bu savaşın kazananı Filistin oldu. 7 Ekim’de başlayan Aksa Tufanı hareketinin başında israil (o terörist yapıyı artık küçük harfle yazalım) tarafı türlü dezenformasyonlarla dünyada Hamas’a dönük bir algı oluşturmaya çalıştı. Aradan birkaç gün geçmeden sivilleri katletmelere, esirlere vahşete, kafa kesmelere dayalı senaryolar iflas etti. Hem Hamas hem Kassam Tugayları hem bölgedeki haberciler bu karalama kampanyasını en bariz şekilde afişe ettiler. Serbest bırakılan esirler kötü muamele görmediklerini, tıpkı Ebu Ubeyde’nin söylediği gibi insanca ağırlandıklarını ifade ettiler. Buna rağmen, batılı devlet sözcüleri, şirket CEO›ları, medya kuruluşları, siyonist lobilerin verdiği suflelerle israil ağzıyla konuşmaya ve apaçık çürütülen bu iddiaları yaymaya devam ettiler. Bu tavırlar, israil’in israil’den ibaret olmadığı tezini insaf sahibi her zihinde tartışmasız hale getirdi. Bu Müslümanca duruşun nezahetine karşılık; Batı’dan yüz bulan, teşvik edilen, hatta kışkırtılan devlet görünümlü terörist yapı, duvarlar arasına kapatılmış bir şehrin insanlarına, insanlık tarihinde herhalde daha namertçe bir örneği olmayan bir vahşeti kusmaya başladı. Binlerce çocuğu üstlerine bomba yağdırarak, bile isteye hedef alarak aileleri ile birlikte vahşice katlettiler. Hastaneleri, okulları, savunmasız, silahsız, sivil oldukları aşikâr Gazzelilerin hayatta kalabilmek için sığındıkları her yeri zerre kadar tereddüt etmeden zalimce bombaladılar. Çocuk bedenlerini parça parça ettiler, binlercesini gözlerindeki kahredici korku ile birlikte bu vahşetlerinin ortasında yapayalnız bıraktılar. Su kaynaklarını kuruttular, yiyecek tedarik yollarını kapattılar, insanları açlığa susuzluğa mahkum ettiler. Bunları namertliklerine bir kılıf hazırlama gereği bile duymadan, şeytani bir kibirle, azgın bir şımarıklıkla, insanlıkla bir irtibatlarının kalmadığını göstere göstere yaptılar. Bütün bunlar dünyanın gözleri önünde oldu. Bütün insanlık bu yapılanlara şahit oldu. Olan biteni sessizce izledi. Bir yanda savaş hukukundan sapmayan, savaşın hararetine kapılıp insanlığından uzaklaşmayan, dirayetli, yiğit, üstüne yağdırılan orantısız ateş teknolojisine destansı bir cesaretle göğsünü siper eden Müslüman savaşçılar vardı. Diğer tarafta elindeki tahripkâr gücü hiç gözünü kırpmadan kundaktaki bebeklere bile yöneltebilen, kural tanımaz, insanlıktan çıkmış, ihtirasından şeytanlaşmış bir yönetim ve askerleri... Bir yanda evlerinin üstüne atılan bombayla bütün çocuklarını aynı anda şehit vermiş metanetli anne babalar, yetim ve öksüz kalmış korkusuz çocuklar vardı. Diğer tarafta neredeyse yanlarında biri şiddetli bir şekilde hapşırsa çil yavrusu gibi kaçışan, korkusundan kameralar önünde ağlayan zalim bir ordunun ödlek askerleri... Bir yanda Allah’a imanlarından asla uzaklaşmayan, onun yazdığı kaderden razı olduklarını haykıran, şehit vermekten yorulmayan aksine bunun sevincini yaşayan cennet yüzlü, cennet gönüllü, dağ yürekli bir Müslüman halk... Diğer tarafta yaşayanları ölenlerinden daha kokuşmuş bir zalimler güruhu... Her şey Kitab-ı Mübin’de anlatıldığı gibiydi ve bütün insanlık bu gerçeği apaçık gördü. Gördüğünü de her gün yeryüzünün her köşesinde meydan meydan zalimlerin yüzüne haykırıyor. Bu savaşın kazananı daha başlarken belliydi. İyiler aslında her savaşın kazananıdır. Ancak bu defa bunu bütün insanlık gördü ve teşhis etti. İyiler, tarihin gördüğü en namertçe vahşete uğramalarına rağmen mert kalan, insan kalan, hukuka sadık kalan, insanlığından zerre kadar dışarıya çıkmayan, yüzleri, alınları, yürekleri, mücadeleleri gök kubbeyi aydınlatan ve attıkları her adımı Muhammedü’l-Emin’in (sav) ümmeti olmanın vakarıyla, şiarıyla atan, Allah’ın (cc) rızasını gözetmekten vazgeçmeyen iman sahipleriydi. Kötülerse azgın ve yoldan çıkmış israil ve onun kuklası olmuş küresel avanesi... Yeni çağın, insanlığın zihnine kazınan yeni küresel fotoğrafı budur artık. Bu fotoğraftaki her şey insanlığın maşeri vicdanına, silinmez hafızasına sabitlendi. Eski yalanların sırlarının döküldüğü yeni bir zamanın eşiğindeyiz artık. Ve ilk defa bir klişeyi gönül rahatlığıyla kullanarak ifade edelim ki, gök kubbenin altında artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!
yusuf okurunun profil resmi
Bayram okumaları "Bu dünyada iyilik de kötülük de nispidir. Sana kötü gelen şey başkasına iyidir. Zehir senin için memat, yılan için hayattır... Çiftçi yağmur bekler, tuğlacı ister ki güneş daha da kızsın. Kainatın mimarı her şeyi bir hikmetle yaratmış ve zıtlar arasında denge kurmuştur. Müminin değerini kafirle arttırmış, güzelin güzelliğini çirkinle çoğaltmıştır. O halde hikmete itiraz etme ve hiçbir şeyin abes yere yaratılmadığını bil.” Mesnevi/Hazreti Mevlana “Bir insan olarak insanlığın bir parçasısın ve dolayısıyla, insanlığın bütünüymüşsün gibi bütün insanlıkta payın var. Sana karşıt olan insanı alt edip öldürdüğünde içindeki o insanı da öldürürsün ve yaşamın bir parçasını katledersin” Kırmızı Kitap/Carl Gustav Jung “Süreklilik niteliğini özünde taşıyan zamandan kaçabilmenin bir tek yolu vardır insanoğlu için: Arada sırada zamanın akışına gözlerini kapamak ve böylece görüldüğünde bize yabancı, itici gelmemesi için onu taşınabilir parçalara bölmek” diyor ‘’de. Körleşme/Elias Canetti “Ay göklerde parladığı zaman Bülbül, Gül Ağacı’na uçtu ve göğsünü bir dikene yasladı. Bütün gece göğsü dikene yaslı olduğu halde şarkı söyledi ve soğuk, kristal Ay ona doğru eğilip dinledi. Bütün gece şarkı söyledi Bülbül ve diken gitgide daha derine battı göğsünde. Canının kanı damarından çekildi.” Kırık Kalpler Bahçesi/Oscar Wilde “Karanlıkta yaşayan, kibirleri içinde kendini arif sanarak boş bilgiyle şişinen ahmaklar, körlerin kılavuzluğundaki körler gibi bir ileri bir geri tökezleyerek dolanır dururlar.” Upanişadlar “Sıradan insanlar saatin parçaları gibidir. Kurulurlar, ondan sonra neden işlediklerini bilmeden işler dururlar.” İsteme ve Tasarım Olarak Dünya/Arthur Schopenhauer “Yaprakları tamamen dökülmüş olan elma ağacında hala buruşuk bir elma duruyordu. Onu ancak bugün fark etmiş ve şaşırmıştım. Gece karanlığında sapsarı rengiyle göze çarpıyordu. Bir hediye, hatta yeryüzüne bir övgüdür dalda tek başına kalmış bir kış elması. Umutsuz kış gecelerini aydınlatan, kurtaran bir şey, sanki metafizik bir ışığın, aynı zamanda iyiliği de temsil eden bir güzelliğin sergilenmesidir.” Yeryüzüne Övgü/Byung Chul Han “Her şeyi bilmek, diye düşünüyorum, her dönemde moda oldu, son yirmi yılda biraz moda dışında kaldı, ama şimdi gene çok moda. Gerçek olana hiçbir zaman yetenekleri olmadığı için, hep görünüşü yaşadılar diye düşündüm. Onların her şeyi görüntüydü ve yalnızca görüntü oldu.” Odun Kesmek/ Thomas Bernhard “Bir insan, doğduğunda yumuşak ve güçsüzdür; öldüğünde sert ve bükülmez. Bitkiler canlıyken yumuşak ve esnektir; öldüklerinde sert ve kuru. Bu yüzden sertlik ve bükülmezlik, ölümün yoldaşlarıdır, yumuşaklık ve narinlik hayatın yoldaşları.” Tao Te Ching/ Lao Tzu
130 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.