Gönderi

Bir kere daha tekrar edelim ki, islâmî idârede hiyerarşinin teessüsü için emredilmiş usûlî bir kaide mevcud değildir. Bunun mânâsı, bu mes'elenin maslahata göre hareket edilmek üzere içtihada havâle edilmiş olmasıdır. Ashâb-ı Kiram Hazerâtı'nın ise, hepsi de müctehiddir. Bu itibarla onların tatbikatında tebellür etmiş bulunan her şekil, bir ictihadî rey demektir. Böyle olduğu hâlde, alevî bulaşığı bir kısım adamlar, Sahabe'nin tatbikatındaki şu gerçekleri nasıl da bilmemezlikten gelebiliyorlar: Evvelce zikretmiş olduğumuz üzere Hz. Ömer'e ölüm döşeğinde soruldu: "-Yerine oğlun Abdullah'ı seçelim mi?!." Cevap: "-Hayır, bir evden bir kurban yeter!.." Peki, Hz. Ömer, bu teklif karşısında acaba niçin: “-Hayır, bu iş, babadan oğula geçmek sûretiyle olmaz!.." demiyor!.. Eğer bu usûl, iddia edildiği gibi İslâm’ın ruhuna taban tabana zıd olsa idi, Hz. Ömer'in adem-i kabulü, evveliyetle bu sebebe istinad etmesi gerekmez miydi?!. Yoksa O'nun, yükün ağırlığı sebebine dayadığı îtirazı karşısında oğlunu vikâye gayretini, islâmî prensibi korumaya tercih ettiği mi söylenecek!.. Olabilir, Acemler, Hz. Ömer'i -ihtimal İran'a İslâm'ı ulaştırdığı için- sevmezler ve böyle söyleyebilirler!.. Peki, şuna ne buyururlar: Hz. Ali'ye de ölümü yaklaştığı anda sordular: "-Senden sonra oğlun Hasan'a bîat edelim mi?!." Cevap: "-Bunu size ne tavsiye ederim, ne de yapmayınız derim!.." Yine iddia edildiği gibi "Saltanat belâsı" onbeş asırlık İslâm tarihinin en büyük yarası ise, Hz. Ali, bunu niçin şiddet ve nefretle reddetmemiştir. Şu gerçekler hangi kaynağa bakılsa açıkça görüleceği hâlde, bu nâdânlar ne cesâretle müslüman mahallesinde salyangoz satabilmektedirler?!. Usûl-i verâseti ihdas eden Hz. Muâviye de bir sahâbe değil mi?!. Hz. Ali ile vâki ihtilâflarda Hz.Muâviye'nin yalnız olduğunu söylemek mümkün mü?! Aşere-i Mübeşere'den Hz. Talha ve Hz. Zübeyir de Hz.Muấviye kadar Hz. Ali'ye karşı çıkıp Hz. Osman'ın kaatillerine kısas yapılmasını istemiş değil midir? Hatta bu yoldaki muhalefetleri sebebi ile "Cemel Vak'ası"nda şehîd olmuş değiller midir?! Bu nâdânlar, galiba Kur'ân-ı Kerim'e de bakmıyorlar!.. Baksalar, Cenâb-ı Hakk'ın takdiri ile bazı peygamberlerin evlâdlarının da peygamber olduğunu göreceklerdi. Peygamberin oğlu, hem de Cenâb-ı Hakk’ın tensibi ile peygamber olabiliyor da acaba halîfenin oğlu niye halife olamıyor?!. Hangi alevîlik kokan esere bakarsanız bakınız, "Saltanat aslâ Hilâfet değildir!." hükmünün, bazan tahkir ve tezyiflerle, bazan da îmâ ve alaylarla ifâde edilmiş olduğunu göreceksiniz!.. Biri çıkıp da neden sormaz: Hilâfet için usül-i verâseti yasaklayan şer'î bir kaide mi vardır?!. Allah, Allah!.. Hâlbuki Ehl-i Sünnet âlimleri, saltanatın ihdâsından önceki hilâfeti “kâmil", ondan sonrasını ie "sûrî" yani şeklî hilâfet olarak isimlendirirler. Kâmil hilâfetin, ancak Hz. Peygamber'in sohbeti bereketi ile gerçekleşebildiğini söylerler. Böyle olduğu hâlde bütün ulemâya ta'rizde bulunarak Hulefâ-yı Râşidîn’den sonrakileri halîfe kabul etmeyen pek çok nevzuhur yazar vardır. Bunlara göre Hilâfet, Hz. Ali'den sonra Saltanata dönüşmüş, yani Hilâfet olmaktan çıkmışmış!.. Demek ki, Hulefâ-yı Râşidîn'den sonraki tatbikât, islâmî değildir! Bütün bu asırlar, kimine göre "ilkel lâisizm" kimine göre de "tam bir lâisizm"dir. Bunlar, "Hilâfet'in ilgâsı" zamanında bu görüşü kendilerine gerekçe yapan Kemalistlerle ağız birliği hâlindedirler. O zaman bir fıkıh usûlü müderrisi Seyyid Bey de aynı mantığı kullanmıştı. Demek ki, İslâmiyet, ancak "otuz sene" tatbik olunabilmiş!. Tabiî bunların "imâmet sistemi" hakkındaki beyânlarına bakılırsa, Şia'yı istisnâ etmek gerekmektedir!. Bunlar “köpeksiz köy bulmuş, değneksiz gezen"lerdir!.. Yoksa koskoca İslâm târihi ve en metin usûl ve esaslarla islâmî ilimleri tedvin eden ulemâ sahipsiz midir?!. Bütün târihi ve ehl-i sünnet ulemâ silsilesini tahkîr eden, onları tamâmen zulme boyun eğmiş gösteren bu nâdânlar, İran'dan başka nereden cesâret alıyorlar dersiniz?!. Ortalığı alevî propagandasının sisine boğanların, eserlerine ilmîlik süsü vermek için dipnotlarda gösterdikleri kaynakları inceleyiniz, müelliflerin çoğu alevî çıkacaktır. Dikkat olunursa bunlar çoğu kez farsça değil, Arapça birtakım kaynaklar gösterirler!.. Sanki eserin arapça olması, müellifin alevî olmasına mânidir!. Bunlar ya "maslahat" nedir bilmeyenler, veyahud da sünnî maskesi takmış alevîlerdir. Yirmi dört milyon kilometre kare bir vatanda, o günün iptidâî şartları ile seçim yapmayan Osmanlılar'ı kınayan ve İslâm'dan inhiraf etmiş olmakla itham edenler, eğer hüsn-i niyetli iseler, zerre kadar iz'an sahibi değildirler. Peki, bir an için usûl-i saltanatı, "Bu İslâmî değildir!.." diyerek bir kenara bırakalım. İhtilâfsız ve hîlesiz bir sûrette halîfe nasbi için ne çâre ve imkân gösterebiliyorlar!.. İmâmet mi? O da bir saltanat değil mi? On iki imâmın her biri, babadan oğla teselsül eden bir sülâlenin mensupları değil mi? Yoksa verâset, Hz. Ali Hânedanı için normal ve meşrû, başka âileler mevzu bahis olduğunda gayr-i meşrû mu oluyor?! Bugün, şu küçücük Türkiye'de isâbetli bir seçim yapılamadığını görüp duran bir kısım talihsiz cumhuriyet çocukları, ecdâdlarını, yirmi dört milyon kilometre karelik bir ülkede seçim yapmadıkları için tenkid ederken acaba samimi midirler?!. Eğer böyleyse, bunların câhilliklerine şaşmamak elden gelmez. Bugünkünün belki binde biri kadar, haberleşme, namzedleri tanıma şansı yokken İslâm'ın Medine ve havâlisine münhasır olduğu zamanın şartlarına göre teessüs etmiş bir usûlün tatbikini beklemek maslahatın ne olduğunu, ahkâmın tebeddülünde ne rol oynadığını bilmemek değil de nedir?!. . . . Gerçek şudur ki, İslâm'da şekil değil, ruh emredilmiştır. Zamanın îcâbına göre, İslâm'ın gâyesini gerçekleştirmeye yarayan her şekil, meşrûdur. Zira ictihad ile ictihad nakzolunamaz!.. Demek oluyor ki, halife ne sûretle seçilmiş veya iş başına gelmiş olursa olsun, hilâfetinin meşru' addedilebilmesi için şu şartların gerçekleşmesi lâzımdır. Şeriatın aradığı sâdece budur: 1) Ahkâm-ı Şer'iyenin Tenfizi 2) Emânetin Ehline Tevdii 3) Şürâ Bundan başka bir dördüncü şart daha vardır ki, o da yukarıdaki üç şartı hâiz olan bir idârenin meşrûiyetini kabul ve tasdik mâhiyetinde ve munzam bir seçim demek olan "biat"tır. Ehl-i Sünnet'e göre, bu da ümmete terettüb eden bir vâciptir. Mes'ele bundan ibaret olup gerisi mugâlata ve şiî propagandasından ibârettir.
Sayfa 515Kitabı okudu
·
158 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.