Gönderi

276 syf.
7/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 7 days
Fransa’daki Türklere en büyük hakaret, Fransızlaştıklarını söylemektir
“Azınlık” tanımı, kelimenin taşıdığı o eksiklik vurgusu ile, beni oldum olası rahatsız eder. “Az” olmak, yani sayıca az olmak anlamı ile aslında gramer açısından çok güzel türemiş bir kelimedir; ancak o “az”lığın sadece “sayı” ile sınırlı olmadığını bilmek, şu dünyada varolduğundan beri insanın insana baskısını, tahakkümünü, zulmünü hatırlamak içimi titretir. Bu kelimenin hatırlattıkları yaşadığımız zamana ve mekana göre değişir; şu sıralar “azınlık” dendiğinde daha çok Osmanlı İmparatorluğu zamanında birlikte yaşadığımız milletlerden olan, ancak artık sayıları çok çok azalan Ermeni, Rum ya da Yahudi vatandaşlarımızı anlıyoruz örneğin. Halbuki biraz kapsamlı düşündüğümüzde savaşlar, afetler, politik ya da ekonomik sebeplerle yerlerini yurtlarını terk edip başka ülkeler topraklarına giden herkes “azınlık” bu dünyada. Toplasak, pek de “az” değiliz hani… Prof. Samim Akgönül, Strasbourg Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan ve özellikle azınlıklar ve ırkçılık üzerine çalışan bir bilim adamımız. Türkiye’de de ders verdiğini ve öğrencileri tarafından çok sevildiğini arkadaşlarımdan duymuştum; ama eserlerini hiç okumamıştım. Uzun zamandır azınlıklar ve azınlık psikolojisi üzerine bir şeyler okumak arzusundaydım, tesadüfen bu eseri elime geçti. Akgönül bilimsel araştırmaları çerçevesinde “azınlık nedir?” sorusunu yanıtlarken “azınlık psikolojisi” ve “azınlık davranışları”nı inceliyor. Olayı, çoğunlukla siyasilerin davranışlarına paralel olarak, duygusal algılayan, anlık reaksiyonlar gösteren ve “karşı taraf”ı anlamaktan çok yaftalamaya teşne bizlerin aksine -ki “bizler” derken sadece biz Türkleri değil, yaşadıkları coğrafyada çoğunluk olan tüm bireyleri kastediyorum-, Akgönül saha araştırmaları, seçim sonuçları, anketler gibi somut araştırmalar üzerinden çıkarımlarda bulunuyor. Türkiye'nin gayrimüslimlerini, Yunanistan'ın Müslüman Türklerini ve Fransa'nın Türkiyelilerini, özellikle “din” ekseninde inceliyor Akgönül. “Neden din?” derseniz, Akgönül’ün belirttiği gibi tüm dünyada “azınlık”ların en büyük yapıştırıcısı din. Zira din dışındaki tüm kimlik özellikleri -dil, töreler, kültürel farklılıklar- hakim devlet tarafından kolayca eleştirilebilir, değiştirilmesi ya da en azından esnetilmesi talep edilebilir. Ancak dinler her yerde tabu; dolayısıyla devletler bu alana giremeyecekleri gibi azınlıklar da kendilerine serbest bir oyun alanı bulmuş ve birlikteliklerini -yine sorgulanamaz şekilde- sağlamlaştırmış oluyorlar. Akgönül’ün araştırmalarından anlıyoruz ki, azınlıklarda -hele ki bir arada kalmaya ihtiyaçları arttıkça- din üzerinden kenetlenme artıyor; dolayısıyla kendilerinin çoğunlukta oldukları ülkelerde o kadar da dindar değilken başka bir ülkede azınlık olduklarında daha fazla mutaassıplaşıyorlar. İbadethane ziyaretlerinin artması kadar, dinin bir parçası olarak görülen tüm yaptırımlar ve törenler de -kiliselerdeki evlilik törenleri, Yahudi ve müslümanların domuz eti ve “helal kesim” hassasiyetleri, dini bayram kutlamaları, vs…- daha yüksek katılımla ve daha şaşaalı yapılıyor örneğin. Bu psikolojiyi anlamak bizim özelimizde, Milli Görüş, Süleymancılar, Kaplancılar, Gülencilerin Avrupa’daki hızlı yükselişini doğru okumak için de bence önemli. İlgimi çeken diğer bir nokta, bireyselleşmenin dışlanması üzerine. Azınlık psikolojisi, bir arada kalmayı ve kenetlenmeyi gerektirdiğinden bireyselleşme -ve dolayısıyla özgürlük- yadsınıyor ve istenmiyor. İçinde bulunduğu cemaatten farklı düşünen bireylerin, bu düşüncelerini kendilerine saklaması isteniyor yani. Bir nevi, “kol kırılsa da yen içinde kalsın” arzusu tüm azınlıklar için geçerli. En çok ilgimi çeken nokta ise, yazarın “sürekli birinci nesil stratejisi” olarak adlandırdığı ve özellikle Türk gurbetçiler arasında sıklıkla gördüğümüz, “gelin ya da damadı mutlaka memleketten getirme” davranışı oldu. Kimi zaman üç kuşaktır yurtdışında yaşayan ve artık ana dilini bile unutmuş genç kuşakların, anketlerde kendilerini hala Diyarbakır’lı, Emirdağ’lı, Erzurum’lu diye tanıtmalarının altında yatan sebep de işte bu. Akgönül’ün müthiş tespiti ile, kendi dışlarındaki dünyaya hükmedemeyen, yabancıların dili ve kültürünün gençlerine nüfuz etmesine engel olamayan eski topraklar, “din”i bahane ederek yabancılarla evliliği mümkün mertebe engellemeye çalışıyor, bu amaçla da özellikle Avrupa’ya her yıl binlerce gelin-damat ihraç ediyorlar. Beni zenginleştiren bir okuma deneyimi oldu. Öncelikle yukarıda da bahsettiğim gibi, “azınlık” kelimesini ne kadar dar manada algıladığımı fark ettim. Halbuki Almanya’da yaşayan bir Türk olarak, birkaç yıldır ben de azınlığım. Ülkemizdeki azınlıkların dahil olduğu kimi tartışmalarda ortaya çıkan davranış biçimleri -Hrant Dink’in ardından ülkücü kanatta yapılan sırt sıvazlamalar, Agos’a baskılar, Fener Rum Patrikhanesi kaygıları, Hristiyani din adamlarının atanmasında yaşanan sorunlar, ve hep aynı kaygı; “bunlara fazla ön vermeye gelmez, tepemize çıkarlar”- yurtdışındaki bizlere yapılsa -ve yapıldığında- ne kadar rahatsız olduğumuzu hatırladım örneğin. Çerkez atalarımın tavizsiz, akıl almaz sertlikteki adetlerinin; Boşnak atalarımın para biriktirme tutkusunun ve hep birbirleriyle iş yapmaya çalışmalarının arkasında yatan psikolojiyi sanırım daha iyi anladım. “Fransa’dan gelen Türklere edilebilecek en büyük hakaret, Fransızlaştıklarını söylemektir.” demiş Akgönül. Dünya bir yandan globalleşir ve sınırlar önemini kaybederken, diğer yandan kimliğini kaybetme kaygısının yarattığı korkuyu satırlarına taşımış. Bulunduğunuz toplumda azınlık olmasanız dahi siz de empati kurmak isterseniz, buyurun…
Azınlık
AzınlıkSamim Akgönül · BGST Yayınları · 20111 okunma
·
267 views
Ferhat Tezcan okurunun profil resmi
Kitabın içeriğinde, üstüne basılması gereken noktalara birbir değinerek harika bir incelemede bulunduğunuzu düşünüyorum. Üzerinde düşünülmesi ve tartışılması hatta yeri geldiğinde belkide itiraz edilmesi gereken çok değerli konular bunlar. Bende bir iki şey söylemek istiyorum. Almanya'ya geldiğim andan itibaren, üzerinde düşündüğüm bir kaç şey oldu hep. Bunlardan biri, ilk gelenler ve onların Almanya'da büyüttükleri çocukları konusu. Çok büyük kısmı kendi kırsalını ilk kez terk edip, yoğrulduğu, içinden çıktıği Anadolu gelenek ve göreneklerini de yanlarında Almanya'ya getiren 1960'larin ilk Türk gurbetçileri, bir anda kendilerine yabancı bir kültürün içinde buldular kendilerini. Yaşadıkları zorlukları anlamak bile çok güç. Eğitimi seviyeleri iç açıcı olmayan ve yeni bir dil öğrenmeye karşı dahi mücadele veren bu insanlar, kendilerini ve bilhassa çocuklarını Alman gençlerinin özgürlükçü yaşayış biçimine karşı koruma ihtiyacı hissettiler. Okul hayatlarında Alman kültürüyle iç içe olan Türk gençleri, ev içinde ise Mİlli ve Dini değerlere sahip çıkılması, Anadolu gelenek göreneklerinin dışına çıkılmaması, endişesiyle ailelerinden şiddete varan sert baskılara maruz kaldılar. İşte bu baskıyı yaşayan ve ciddi bir kısmında ruhsal bozukluluk olan bu ikinci kuşak Almancılar kendi çocuklarına gene Türk kültürünü aşılamayi ihmal etmeselerde, baskıyı uygulamadılar. Artık daha bilinçli ve Alman kültürüne tamamen entegre olmuş, özgür olan üçüncü kuşak Türkleri bu kitabın dışında tutulduğunu düşünüyorum. Sanırım yazar birinci ve ikinci kuşak Türkler özelinde analizlerde bulunmuş, ki bence çok doğru saptamalar bunlar.
AkilliBidik okurunun profil resmi
Evet, kuşaklar geçtikçe içinde bulunulan topluma uyumun arttığını söylüyor yazar da. İncelemede de bahsettiğim ilginç bir saptaması da var: Fransa'da doğmuş, Fransız vatandaşı olan, Türkçeyi neredeyse hiç bilmeyen gençler, yapılan bir ankette "memleketiniz neresi?" sorusuna Türkiye'de ailenin kökenlerinin dayandığı yeri söylüyorlar; Emirdağ, Diyarbakır, vs... gibi. Halbuki bu gençlerin büyük çoğunluğu bahsettikleri bu memleketlerine gitmemişler bile. Bu da "azınlık" psikolojisi; o gençler her ne kadar Fransa'da doğmuş ve yaşamış olsalar da kendilerini Fransız toplumunun bir parçası olarak görmüyorlar, o yüzden -simgesel de olsa- hiç gitmedikleri memleketleri ile bağlarını kaybetmek istemiyorlar. Avrupa'da üç aşağı, beş yukarı her ülkede durumun benzer olduğunu düşünüyorum, bahsettiğiniz eğitimi eksik, gelenekçi göçmenler için bu fark daha belirgin olarak var. Çoğunluğun göçmen olduğu ve Amerikalı olma paydasında buluştuğu yeni dünyadan farklı Avrupa o yüzden. Kendi gözlem ve görüşlerimden de kısaca bahsetmek isterim. Son dönemde göçmenlere yönelik Avrupa'da bir yakınlaşma var. Burada, bunun karşılıklı olarak sürdürülebilmesi için göçmen topluluklarına da bence önemli iş düşüyor. Gözlemim, Türk göçmen topluluklarının politik tarafta zayıf kaldıkları ve topladıkları bağışları lobi faaliyetleri yerine Milli Görüş yıllarındaki gibi daha çok tarikatlara aktardıkları yönünde. Çoğunlukla vergiden kaçan bu paralar bu yüzden Alman kamuoyundan tepki çekerken göçmenlere de pek fayda sağlamıyor. Daha şeffaf, iyi örgütlenmiş, dengeleri iyi okuyan bir yapılanma, Türkiye'nin AB üyeliği başta olmak üzere bir çok sorununa daha fazla yardımcı olurdu bence. Umarım bu 3.-4. kuşaklar bunu başarırlar.
6 next answer
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.