Gönderi

Baukis ile Philemon / Sevgi ve Sadakat
Bazen Zeus, Olympos Dağında habire ambrosia kevseri içmekten ve Apollon'un lirinin zımbırtısını dinlemekten ve dokuz sanat perisinin dans edip hoplamalarını seyretmekten usanırmış. İşte o zaman alelade ölümlü bir insan kılığına girer ve insanlar arasında gezerek serüven peşinde koşarmış. Bu gezilerde Tanrıların en kurnazı olduğu için ona Hermes yoldaşlık edermiş. Yine bir gün Zeus, elindeki şimşekleri ve Hermes de iki yılanlı değneğini bir yana bırakarak, eski püskü giysiler giydikten sonra, Phrygia dolaylarında bir kente varmışlar ve Tanrı konuğu olarak kabul edilmeleri için çalmadık kapı bırakmamışlar ama her çaldıkları kapı ev sahiplerinin yürekleri gibi kendilerine kapalı kalmış. Enikonu taban teptikten sonra, damı yerden pek yüksek olmayan fukara ibr kulübeye varmışlar. Orada Baukis ile Philemon otururlarmış. Bu mutlu çift, karı koca olarak orada uzun yıllar sevgi ve yoksulluk içinde yaşamış ve ihtiyarlamış. O evde efendi ve hizmetçi yokmuş, karı koca birbirinin efendisi ve hizmetçisiymiş, ikisi de birbirine emrede, birbirine itaat edermiş. Yüksek ve tumturaklı kapılardan kovulan Tanrılar, bu yoksul evin kapısını çalmış. Kapı açılınca Tanrılar kapıdan içeri eğilerek girmişler. Karı koca, konukları içten gelen bir sevinçle karşıladıktan sonra topu topu iki alçak iskemleyi yükseltmek için onların üzerine içi samanla dolu bir torban koymuşlar. Ondan sonra Baukis, ocağa gidip korların üzerinden külleri sağa sola itmiş, kuru yapraklar ve ağaç kabukları koyarak ateşi üflemiş, alev dilleri peyda olunca ateşin üzerine çürük zeytin kökleri istif etmiş. Bu sırada yoksul evin kocası Philemon, bahçeden bir lahana getirmiş. Baukis lahanayı ayıklayıp güvece koyarken, Philemıon asılı duran kuru etten bir dilim kesip getirmiş. Ondan sonra bir tahta kaba su koyup ateşin yanında ısıtmışlar ve karı koca iki konuğun ayaklarını yıkayıp, her ne kadar kaba saba idiyseler de tertemiz havlularla kurutmuşlar. Yemek pişince, karı koca, güzel koksun diye masanın üzerine titrek ellerle mis gibi kokan yaban nanesi sürtmüşler ve üzerinde uyudukları derme çatma sedirleri de konukların yan gelmeleri için sofranın yanına çekmişler. Masanın ayağı pek kısa imiş. Bu kusuru Philemon onun altına kırık bir çanak parçası koyarak onarmış ve sofranın üzerine siyah, yeşil zeytinler, kırmızı turplar, salata ve külde pişmiş yumurtalar koymuş. Konuklar masada yer alınca Philemon ağaç testiden, daha çok sirkeye benzeyen şarap ikram etmeye koyulmuş. Ne varki, karı koca kupalara boyuna şarap döktükleri halde testideki şarabın hiç azalmadığına dikkat etmişler. O zaman konuklarının ikisinin de Tanrı olduğunu anlamışlar diz üstü gelip affedilmeleri için yalvarmışlar. Baukis ile Philemon'un topu topu bir kazları varmış onu yemek için değil, kulübelerine bekçilik etmesi için beslerlermiş. karı koca kesip pişirmek niyetiyle kazı tutmaya uğraşmışlar. Ama ihtiyarlıktan koşamadıkları için kazı tutamamışlar. Kaz gidip Zeus'un iki bacağının arasına sinmiş. Tanrılar o zaman iki ihtiyara, "Buyurun çıkalım!" demişler; Tanrılar önde, ihtiyarlar arkada bir yamaca tırmanmışlar; dönüp kente bakınca kentin su altında boğulduğunu, ama kulübelerinin durduğu yerde büyük bir mermer tapınağın yükseldiğini görmüşler. Tanrılar ihtiyarlara, "Ey iyi insanlar! Konukseverliğiniz armağansız kalmayacak! Dileyin ne dilerseniz?" demişler. İhtiyarlar birbirine fısıltılarla danıştıktan sonra Philemon, " Biz bu ihtiyar yaşımıza kadar, birlikte yaşadık. Özlediğimiz şu ki, birimiz daha önce ölüp ötekini ihtiyar kollarla mezara taşımak acısını çekmesin. İkimiz de aynı anda ölelim" diye yalvarmışlar. İhtiyarların dilekleri kabul edilmiş, ikisi de tapınağa bekçi olmuş. Aradan yıllar geçmiş, karı koca daha ne kadar ömürleri varsa o kadar yaşamış. Bir gün tapınağın önünde oturup güneşlenirlerken ve gençlik çağlarını anarlarken, Philemon Baukis'e bakar ve onun taze ve yeşil yapraklarla titrediğini; Baukis de başını Philemon'a döndürünce onun kollarının dallara dönmekte olduğunu görür. İkisinin ayakları artık yere köklenmekte, ağaç kabuğu da gövdelerine bacaklarından yukarı yayılmaktadır. İki ihtiyar birbiriyle "Mutlu yaşadık" diye vedalaşırlar. Ağaç kabuğu dudaklarını örterken, o sırada oradan geçmekte olan bir yolcu bir dalın öteki dalla konuşmakta olduğunu sandığı bir ağaç görür. "Bana mı öyle geliyor?" diye şaşırıp durakalınca demincek işittiği insan sesinin, ağaçların rüzgarda fısıldayan yaprakları olduğunu anlar. Bu söylenceyi birçok ozan konu edinmiş, kimi besteciler de müziğe çevirmiştir. İlk önce konuşan insan sesleri gibi notalar duyulur. Yavaş yavaş sesler bir ağaç fısıltısına dönerek söner.
·
115 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.