Gönderi

Almanya’da tanıştığım bir Macar. Béla isminde bir katil. Gerçek bir suçlu. Suçludan öte, kimyasından, doğasından dolayı adam öldüren tabanca kadar gerçek bir suç aletiydi Béla. Evet, kendisi bir suç aletiydi. İçinde iyilik adına hiçbir duygu yoktu. Ne merhamet, ne de aşk. Kesinlikle seksüel bir açlığı da yoktu. Sadece gasp vardı hayatında. Birilerinin çalışarak kazandığını onlardan zorla almak. Yaralayarak, öldürerek. Ve tanıştığımız o günlerde de kaçaktı. Karşılıklı oturup konuştuğumuz dört saatin sonunda ayrılmıştık. Ve ben, bir gün sonra fotoğrafını gazetelerde gördüm. Yakalanmıştı. Ömür boyu hapsi isteniyordu... Ve o dört saat içinde bana sadece bir hikâye anlattı. Sorum basitti. “Peki ya hayat? Onu ne yaptın bu arada?”... İnce kemikli suratından fırlayacakmış gibi duran soluk mavi gözleri bir omzumun üstünden diğerine kadar gezdi. Hiçbir şey kokmuyordu. Ne ter, ne de bir parfüm. Hayatımda, şimdiye kadar tanımış olduğum tek gerçek katil. Bütün hayalperest psikoloji kitaplarında ve kriminoloji derslerinde tasvir edilen suça yatkın, geniş çene yapısı, kalın ense, kısa boyun ve dar bir alın sahibi, karikatür kötü tiplemesini yalanlarcasına bir balerin kadar narin duran vücudu ve kafatası ile derisi arasında asgarî et taşıyan yüzüyle karşımda oturuyordu. Gözlerini diktiğinde gözlerime, emindi oturduğumuz barda kendisini rahatsız edecek kimse olmadığından. “Sana çok iyi hatırladığım bir olayı anlatacağım” diyerek başladı konuşmaya, bozuk İngilizcesiyle. “Budapeşte yakınlarında bir kasabadaydım. Bir kafede gazete okurken, içeri giren polislerden biri beni tanıdı. Silahını doğrultana kadar ben çoktan arka kapıdan çıkmış, kaçıyordum. Kasabanın daracık sokaklarında beni kovalamaya başladılar. Nereye gittiğimi bilmeden koşuyordum. Herkesi öldürebilirdim yakalanmamak için. Gerekirse kendi annemi bile! Ben hiç hapse girmedim. Ve girmemek için gerekirse dünyadaki bütün adalet bakanlarının boğazını kesebilirim... Evler seyrekleşmeye başlamış ve nefesim kesilene kadar koştuğum yolun çevresinde birkaç çiftlik görünmüştü. Bir tarlaya girdim. Karşıma çıkan her otu ezip önüme çıkan ilk binaya daldım. Bu bir ahırdı. Kapısından içeri girdiğimde, on sekiz yaşlarında genç bir kızla göz göze geldik. Çığlık atacaktı ki, belimden silahımı çıkarıp dayadım alnına. Kolundan tutup sürükledim ahırın üst katına. On dakika sonra elli tane polis sarmıştı çevremi. Bir tanesi durmadan konuşuyordu elindeki megafonla. Ama hiç durmadan. Sürekli bir şeyler anlatıyordu. Belki de eğer onu dinlemeyi bırakırsam kızı öldürürüm diye düşünüyordu. En sonunda, birkaç el ateşin ertesinde, aklı başında bir teklif getirdi geveze megafonlu: ‘Béla, tam yarım saatin var. Yarım saat! Düşün ve karar ver. Yoksa içeri gireceğiz. Kızı bırakmazsan ve teslim olmazsan içeri gireriz. Otuz dakika! Düşün ve karar ver...’ Son kelimeyi de duyduktan sonra kızla birbirimize aynı anda baktık. Elimdeki silahın kabzasıyla, acısını bile duymadan bayılabileceği şekilde sağ şakağına vurdum. Böylesine önemli bir otuz dakikayı, aptal bir köylü çocukla geçirecek halde değildim... Ve kendimi samanların üzerine bıraktım. Emindim yarım saat içinde herhangi bir girişimde bulunmayacaklarından. Ben ki, on dört yaşımdan beri suç işliyor ve aranıyordum! Ben ki, on dört yaşımdan beri gördüğüm her üniformalıyı öldürmeyi düşünüyordum! O ahırda samanların üstünde yatarken baygın kızın yanında, biliyordum aynı üniformalıların beni koruduğunu. Yarım saatliğine her şeyden koruyacaklardı beni. Kendimden bile! Bütün dünyadan. Ve kaçmaktan, kovalamaktan, kemik çiğnemekten yorgun düşmüş bacaklarımın sızladığını hissettim. Çünkü hayatımda ilk defa durmuştum. İlk defa hareketin dışında bekliyordum. Tamamen dünyanın dışında geçirdiğim bir andı. Ve gözlerimi kapattığımda bütün kasabanın, arabaların, insanların, hayvanların durduğunu hissedebiliyordum. Gözlerimi açtığımda, havada asılı kalmış güvercinleri görebiliyordum. Yarım saatliğine Tanrı ya da her kimse bana gerçek özgürlüğü vermişti. Dünyanın en iyi korunan kalesinde bütün tehlikelerden uzak, var olan her şeyin durduğu bir zamanda yere yatmış küçük bir çocuk gibi hissediyordum kendimi. Ve benzer duruma düşmüş, yani rehine alarak kendini bir yere kapatarak polislerin verdiği sürenin dolmasını beklemiş her adamı ve kadını içimde hissettim. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi zerre kadar umursamayan ben, yarım saatliğine insan olmuştum. Ve işte hayatla o zaman tanıştım. Şiddetten ilk kez uzaklaşmış, kendimle yalnız kalmıştım. Saniyelerin geçmemesi için yalvarıyordum kolumdaki saate. İlk on beş dakika bütün bunları düşünerek geçti. Yanımdaki kız gözlerini açmaya başlamıştı ki, tekrar vurdum şakağındaki morluğun üzerine. Bu sefer tam bayılmadığı için kısa bir çığlık atmıştı. Ne de olsa on beş dakikadır insan olduğum için şiddet yöntemlerinin hafif de olsa hâkimiyetini kaybetmeye başlamıştım. Tekrar vurdum aynı yere, mümkün olduğunca ölçülü bir şekilde. Kafası tamamen kaybolmuştu samanların arasında. Durmak bilmeyen yelkovan beş çizgi daha ilerlemişti. Bir karar vermem gerekiyordu. Ya hayatımın geri kalanını burada, ahırda keşfettiğim içimdeki insanla, anne karnındaki kadar güvende hisseden çocukla geçirecektim. Dolayısıyla teslim olup cezamı çekecek ve ömrüm yeterse, çıktığımda on üç yaşımda çalışmış olduğum tek düzenli iş olan çobanlığa geri dönecektim. Ya da savaşa hiç olmadığı kadar devam edecektim. Bağırsaklarıyla ismimi yazacaktım toprağa, polislerin. Burunlarını ısırarak koparacaktım. Şeytanın boynuzlarını kırıp göğsüne saplayacaktım! Kalan beş dakikada beş yıllık düşündüm. Üzerimde otuz dört mermi vardı. Sağ elimde 7,65’lik bir tabanca. Ayağa kalktım. Dışarıdan metalik bir ses gelip kulağımın dibinde patladı, içeri atılan bir el bombası gibi: ‘Son beş dakika! Béla, silahını bırak ve kızla dışarı çık!..’ Gerçekten de bir operasyon ihtimalinde, beni öldürebilmek için köylü kızı da gözden çıkarmaya çoktan razı olmuş görünüyorlardı. Verdikleri yarım saat sadece içlerinde kalmış, kırık dökük bir medeniyetin sesiydi. Yapacaklarımı gözümün önünden geçirdim son bir kez. Ve geri sayım başladı... Cebimdeki çakmağı çıkarıp dört ayrı köşesinden, dev saman balyasını ateşe verdim. Kız yerde yatıyordu. Onunla ilgilenmiyordum zaten. Kimse de benimle ilgilenmemişti bugüne kadar. Alevler büyümeye başladı. Duman ahşap ahırın deliklerinden dışarı sızmaya başladığı anda dışarıdaki sesler de kalabalıklaştı. Polisler ne yapacaklarını yüksek sesle düşünüyorlar ve megafonu ağzına dayamış olan yüksek rütbeli, itfaiye çağrılmasını istiyordu. Dumanlar artık her yeri kaplamaya başlamıştı ki, aşağı indim. Polisler büyük ihtimalle ahırı kuşatmışlar ve bizim dışarı koşarak çıkmamızı bekliyorlardı. Aslında zamanında bir sis bombası atmış olsalardı da, aynı gelişme yaşanacaktı. Ama tahmin edemedikleri tek şey, benim aklımdan geçen mantıksız düşüncelerdi. Sadece Yunan tragedyalarında görülen türden mitolojik düşünceler. Üzerine bastığım yumuşak ve rutubetten ıslanmış toprağı, bulduğum bir kürekle kazmaya başladım. Her darbede, toprağı her harmanlayışımda, bütün dünyanın bana yaptıklarını, annemi, babamı düşünüyor ve daha da nefret edip hızlanıyordum. Ahşap bina çoktan dökülmeye başlamıştı. Ağzıma bağladığım fular beni biraz olsun, birazdan içeriyi tamamen kaplayacak olan dumandan koruyacaktı. Kazdım. Kazdım! Dünyayı deldim o sapı kırık kürekle! Birkaç dakika içine sığabileceğim bir çukur açmıştım. Vücudumu bükerek girebileceğim, dizlerimi yanaklarıma yapıştırarak sığabileceğim bir çukur. Bu arada, üst kattaki tahtalar teker teker düşmeye, ahırın çatısı çökmeye başlamıştı. Etraf cehennem gibiydi. Her şey yanıyordu. Samanlar, tahtalar, yukarıdaki kızın pembe kurdelası, ellerim... Gerçek bir cehennem! Kendimi evimde hissettim. Ve itfaiyenin sireni çoktan süslemişti dışarıdan bakıldığında dramatik gibi görünen sahneyi. Oysa içeride gerçek bir bilimkurgu senaryosu canlandırılıyordu. Bir suçlu, cehennemin ortasında, günü geldiğinde tekrar dirilebilmek için kendi mezarını kazıyordu. Yerde bulduğum mukavva parçasından da, yuvarlayıp bir boru yaptım. Çukura girip çevredeki toprağı üzerime çektim, boruyu ağzıma dayadım, derin bir nefes çektim. Ve birkaç kol hareketiyle bütün vücudumu gömdüm. Toprak yavaş yavaş ısınıyordu. Yüzümde solucanların gezdiğini hissediyordum... Ve gördüğün gibi, işte karşındayım. O günden hatıra olarak sırtımda haça benzeyen dev bir yanık izi var. Ve tabiî ellerim... İşte hayat, o yarım saatti benim için. O otuz dakika! Dünyanın bana tanıdığı o süre. Saklambaçta sayılan rakam gibi. Ben de saklandım otuzuncu dakikada. Yarım saat boyunca hayatı yaşadıktan sonra...”
Sayfa 254Kitabı okudu
·
342 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.