Gönderi

144 syf.
·
Puan vermedi
·
5 günde okudu
“İslam; tepeden bakan, empati kurmadan insana emir ve yasaklar yükleyen bir din değildir. Aksine insana dokunmayı, onun şaşkınlığını ve ihtiyaçlarını gidermeyi, onun sırtını büken yüklerini kaldırmayı amaçlar.” Pek tabii insanoglunun bakış açısı dolayısı ile yanlış manalar yüklendiği olmuştur. Nitekim İslam; insanın doğasına, yasasına ve yapısına hitap etmektedir. İnsandan gayri bir şey üzerine inmedi. İşbu bireyler ne denli tasvir edilen Kur'an'a yönelip, tasavvur ederse o denli özgürleşebilir. Hem ne demiş Muhammed İkbal, ‘Yansımalar’ adlı eserinde: “İslam bir özgürlük hareketi ve insanlığın keşfidir.” Hem ne demiş Ali Şeriati, “İslam'ı anlamak yaşamaktır.” Şüphesiz yaşamak asıl insanoğluna telkin edilenlerin tatbik edilmesini içerir bu yaşamaktan kasıt. Telkin edilenlerin yerine getirilmesiyle de paralel olarak toplum ve bireyler için bir nevi nefes kaynağı oluverir. Kısacası yaşadıkça mana kazanır ve nefes olur herkese. Son olarak da Aliya İzzetbegovic'in ‘İslam Deklarasyon’un da sorduğu: “Ne ölçüde müslümanız?” sorusunu daima sorup hesaplaşmak gerekmektedir. Nitekim insan kendine sorular sordukça gelişmeye açıldığı bilinmektedir.   “İnsan insanın kurdudur.” diye inanan düşünceler olsa da bizim beslendiğimiz kaynakların, bize “İnsan insanın nefesidir, canıdır.” demeyi öğretti.” Şüphesiz nefesidir ve nefesi olduğu bilinci ile yaşamalıdır insan diyebilmeliyiz. Kendisine dokunabilecek en ufak bir kötülüğün dahi, diğer insanların başına gelmesini arzu etmemesi asıl olandır. Hakeza arzu edilen bir iyiliğin de misliyle diğer insanlarda da tezahür etmesini istemek de erdemi gerektirir. Ümit Yaşar Oğuzcan'ın ‘Aşka Dair Nesirler’ adlı kitabında da geçtiği üzere: “... Aradan bin yıllar geçip, atom parçalanıncaya kadar zaten paramparça olmuştu insanlığımız.” Parçalanmamalıydı. Dolayısıyla herkes üzerine düşeni yapıp insanlığın diri ve canlı kalabilmesini saglayabilmelidir. Binaenaleyh tek bir dünya var. Bu nedenle cennete çevirmek de insanın insana karşı iyilik ve güzelliklerinden geçmektedir.   “Elbette ihtiyaçlarımızı giderecektik, ama ihtiyaçlarımızı giderirken tükettiğimiz şey kendimiz olmamalıydık.” Değil midir ki bulunduğumuz çağ Baudrillard’ın deyimi ile “Tüketim Toplumu”dur. Nitekim görmekteyiz ki tüketime ne denli bir bağlılık ve kopamama durumunun her bir mekâna uğramış olduğunu. Tüketmeden duramayan bir çağdan geçmekteyiz maalesef. Dolayısıyla insanoğlu sevinci başkalarına karşı beğendirebilme gayesinde bulmaktadır. Tam da Erich Fromm bu konuya değinerek şunları aktarmaktır ‘Sahip Olmak ya da Olmak’ adlı eserinden: “Artık insanlar kendi yaşamları ve mutlulukları için değil, en iyi biçimde satılabilmek için uğraşır olmuşlardır.” Ne yazık ki durum sandığımızdan da kötü bir hâl almış bulunmaktadır. Bu durumun aşılabilmesi için yapılması nihaî ilke ise bilinçtir. Burada kast edilen bilinç kuru bir bilmekten değil, bilip hayata tatbik etmekten geçmektedir. Tüketimin bunlarla da sınırlı kalmayıp, insanların ilişkilerini baz alan duyguların da sömürülmesine dek uzanan bir silsile olduğunu da görmekteyiz. Buna karşın Byung Chul Han, ‘Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü’ adlı kitabında aynen şunu söyler: “Günümüzde kimin aşk özlemi var ki? Aşk bile tüketilebilir duygulardan oluşuyor.”   “İnsana sırf insan diye mi değer veriyorduk, yoksa statülerinden dolayı mı değer veriyorduk?” Bu soruyu kendimize samimiyetle soralım.” Her daim bu soruyu insanın kendisine sora sora topluma karışması gerektiğinin bilincinde olup, hesaplaşması asıl olandır. Bu sorudan bireylerin uzaklaşmasıyla ortaya nihayetinde statükoculuğun çıktığı görülmektedir. Nitekim insana insan olduğu için değer verilmesi gerektiğinin ilkesinin her bir kimsede var olması için çeşitli kurum, kuruluş ve bireylerin vazifesi olması hasabiyle de bunun sûratli ve etkili bir şekilde yaşama tatbik edilmesi gerekmektedir. Örneğin bu bir eğitim kurumu ise çocuklara bu konuda iyi yönde telkinler verilip, güzelliklerinden bahsedilmelidir. Nitekim bu durumu aşmak hem birey hem de toplum ile gerçekleşebilir. Bu yüzden özelinde birey farkındalığını ortaya koymalı, genelinde ise toplum bu farkındalıkları her bir bireye benimsetmelidir. İşte o vakit ideal toplum yapısını oluşturan unsurlardan birinin gelişmekte olduğunu görebiliriz. Hem ne demiş Nurettin Topçu, ‘İradenin Davası’ adlı eserinde: “Devirmeyeceğiz, kuracağız; öldürmeyeceğiz, hayat sunacağız. Bir kelime ile bizim inkılâbımız kin ile fitnenin, cehaletle tecavüzün eseri değil, aşk ile yaratıcılığın, ilim ve sevginin eseri olacaktır.”   “Sadî-i Şirazî: “Bir ömür daha gerek öldükten sonra çünkü bu ömrümüzü sadece dileklerimizle geçirdik.” derken önemli bir gerçeğe işaret ediyordu. İsteklerimizin esiri olup bu dünyayı hakkıyla yaşamayı kaçırdık.” Gerçek manada yaşamanın gizemine uzanmaksızın, her daim meşgul eden tonlarca mevzunun içerisinde boğuşan bir insan olgusunun olduğunu bilmekteyiz. Bu durumu tersine çevirmenin ise pek güç olduğunun da bilincinde olduğunun da farkındadır insan. Fakat bilmekle de kalmayıp eyleme çevirmek de aynı şekilde kendisinin elindedir. Bu yaşam için bir hakkı olan insanoğlunun tez vakitte eyleme geçmesi gerektiğinin farkına varıp, “Evet bu kadar tembellik yeter artık yaşamalıyım!” diyebilmelidir. Bu yaşamdan kasıt ise aynen Platon’un ‘Yasalar’ adlı kitabında dediği gibi: “Bizi yıkan akılsızlıkla birlikte adaletsizlik ve aşırılıktır; kurtaran da akılla birlikte adalet ve ölçülülüktür.”   “Kinci, kavgacı, ahlâkî zaaflarla iç içe olan, barışın ve sevginin kokusunu almamış ve almak istemeyen bir kimse ölü kimsedir.” Pek tabii batıni anlamda o kimseler ölü hükmündedir. Olumsuz anlamda tesiri vardır fakat insanlık denen kavramdan hiçbir şekilde nasibini almamış bir şekilde süre giden bir yaşam ile çevresine son derece kötülüğü dokunmuş kimselerdir maalesef. İdeal bir topluma bu durum çok terstir ve kabul edilemez. İnsanoğlu bireysel olduğu kadar toplumsal ve sosyal bir varlıktır. Dolayısıyla bizmerkeziyetçi yapıda olması gerekmektedir ve de bu Kant'ın da tabiri ile ödevdir. İbn Miskeveyh de bu hususta ‘Tehzibul Ahlâk’ adlı eserinde Aristoteles'in adaletin üç kısma ayırdığını ve bunlardan birinin de insanlar arasındaki adalet şeklinde kategorize ettiği bilinmektedir. Hem orada da geçen şu ifade tam da bu noktaya işaret etmektedir: “İnsanlar arası hakları yerine getirme... Bütün ilişkilerde insaflı olmak.”   “Seneca, “Ölümü düşünen özgür olur.” demişti. Ölümle yüzleşmek ölüme hazır olmak... İşte bütün mesele bu.” Öyle ki konusunu edindiğimiz ve sorular sorduğumuz şeylerden nispeten korkularımız o konuya özgü azalır ve nihayetinde özgürleşmiş oluruz. Nitekim bilgisizlik korkunun nedenidir. Bildiğimiz oranda korkularımızı yenmiş oluruz bu hangi konu olursa olsun. Pek tabii ölüm de buna dahildir. Bildikçe bilinçlenir, bilinçlendikçe de hayatı bir başka yaşayış ile yaşamış ve özgürleşmiş oluruz. Öte yandan Prof. Dr. Mahmut Ayın da tabiri ile: “Ölüm bir yok oluş değil, bilâkis bir varlık alanından diğer bir varlık alanına geçiştir.” Bu hususta korkuya neden olan şeylerden biri de günah olgusunun var oluşudur. Bu hususta da Nurettin Topçu, ‘Var Olmak’ adlı eserinde de aynen şunları aktarır: “Yeryüzü günahkârların vatanıdır. Günahsız olanlar, dünyaya hiç gelmeyenlerdir. Rabbin huzuruna aslında günahsızlıkla değil, günahlarımızdan temizlene temizlene gidiyoruz.” binaenaleyh günahlardan arınmanın yöntemlerinden biri de ölümü merkeze almaktan geçer diyebiliriz. “Allah'ın bizi sevmesi ve bağışlaması bizim insanları sevip bağışlamamıza bağlıdır.” İnsanlarla da kalmayıp; hayvanları, bitkileri kısacası bütün kâinatı sevebilmek asıl olandır. Sevgide cömert oldukça sevgi olgusu tüm insanlara ancak sirayet edebilir. Özelinde kişi kendisinde bu olguyu yaşatıp tüm insanlığa yansıtmalı, genelinde ise topluma aşılanan bu sevginin yurttaşlara tezahür etmesi beraberinde gelmiş olacaktır. Sevgi kavramına insan salt birkaç tanım ile görüp yaşamamalı, aksine birçok mana ile doldurup hakkını verebilmelidir. Demem o ki sevme eylemi ile sadece tanımlanamaz bu kavram, bu eylem ile beraber merhamet de şefkat de adalet de içermelidir. Salt sevgi ile değil beraberinde bu duygu ve eylemlerin de olması tam bir yansıma ile bireylere yansıyacağını ancak bizlere gösterebilir. Sevme eylemi demişken Erich Fromm'un ‘Sevme Sanatı'ndan söz etmeden geçmek olmazdı. Nitekim kendisi şu saptamada bulunur: “Eğer sevgi sadece bir duygu olsaydı, karşılıklı verilen sonsuza kadar sevme sözlerinin hiçbir temeli kalmazdı. Duygu geldiği gibi, gider. İçinde yargı ve düşünce yoksa eğer.” bunlara ilaveten de şunları ifade ettiğini görmekteyiz: “Eğer kişi, sadece bir tek insanı sever ve onun dışındaki tüm çevresine kaygısız kalırsa, onun sevgisi sevgi değildir, ya alabildiğine bir bencilliktir ya da ortak yaşam birliğidir.”
Var Ol!
Var Ol!Müfit Selim Saruhan · Fecr Yayınları · 202031 okunma
··
354 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.