Gönderi

On üç yaşlarında olmalıydık. Ailelerimiz aynı sahil kasabasında tatillerini geçirdiklerinden, Kinyas’la beraberdik. Yürüyorduk, konuşuyorduk. Yüksek kayalardan denize elimizde bira kutularıyla atlıyorduk. Birbirimize seyrettiğimiz filmleri, okuduğumuz kitapları anlatıyorduk. Çok güzel günlerdi. Ne kadar tehlikeli bir yolda olduğumuzun farkında değildik. Kasabadaki diğer çocuklardan uzak durduğumuz için zaman zaman kavga etmek zorunda kalıyorduk. O yaşlarda, insanlar doğallıklarını her şeye rağmen korur ve içlerindeki acımasızlığı daha kolayca ortaya serebilirler... Dolayısıyla sürekli birlikte gezen iki çocuktan diğerlerinin nefret etmemesi için hiçbir neden yoktur. Üstelik iki çocuktan bir tanesi, kasabadaki kızların çoğunu kendine âşık etmiş olduğundan, bizim suratımızda kalıcı hasarlar bırakmak çok yararlı bir iş olarak değerlendirilmeye başlanmıştı. Bir çeşit kamu ahlakının gereğiydi güzeli ve sessizi parçalamak. Ve biz de, elimizden geldiğince kendi ahlakımızı onlara öğretmeye çalışıyorduk. İlk başlarda seyrek giden, tartışmalarla başlayan kavgalar sıklaşmaya başlamıştı zaman içinde. Tabiî bu gelişmede bir gece Kinyas’ın düşman çocukların bisikletlerini çalıp lastiklerini plajda yakmasının büyük payı vardı. Onun yaptığını kimse kanıtlayamıyordu ama heykelsi yüzü bütün çirkinlerin arasında “Suçlu benim!” diye bağırıyordu. Ege Denizi’ne ev sahipliği yapan kasabada böylesine bir hareketlilik büyüklerin de dikkatini çekmeye başlamıştı. Ailelerimiz bizi karşılarına alıp en sıcak tondan en soğuğuna kadar her şekilde konuşup, ne olursa olsun kötü çocuklara uymamamız gerektiğini anlatıyorlardı anlayabileceğimiz kelimelerle. Düşman grubun lideri konumundaki Kerem isimli çocuk ise sanki geçmişte annesine ya da kendisine herhangi bir zarar vermişiz gibi bizden umutsuzca nefret ediyordu... Birkaç gün sonra, kasaba Kerem’in ağabeyinin öldürüldüğü haberiyle sarsıldı. Herkes birbirine bu işin nasıl olduğunu soruyordu. Bahçelerindeki çiçekleri sularken çevreye sıçratma davalarından birbirlerine küs komşular bile konuyu konuşmak için barışmışlardı. Kimse böylesine iyi bir dedikodu malzemesini kaçırmak istemiyordu. Ve sıcağın altında, tamamen hurafelerden oluşan hikâyeler anlatmak ne kadar da dinlendirici geliyordu kasaba insanlarına! Ortalıkta dönen söylentilerden sadece bir tanesi cenazeden sonra da ayakta kalabildi. Doğru olan kalmıştı geriye... İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci olan Kerem’in ağabeyi, aynı zamanda da devrimci yasadışı bir örgütün de ileri gelen temsilcilerinden biriydi. Ve sokak kavgasında biri ciğerine, diğeri kalbine iki bıçak darbesi almış, ölçüsüzce açılan yaralardan ötürü hastaneye yetiştirilemeden ölmüştü... Ailesi ne kadar istemese de cenazesine birçok değişik örgütten, pankartlı insanlar geldi... Biz olup bitenlerle ilgilenmiyorduk. Sadece olaylar karşısında Kerem’in alacağı tavrı merak ediyorduk. Bizimle uğraşmaktan vazgeçecek miydi? Cenazeden bir hafta sonra Kinyasların kiraladığı evin önündeki duvarda büyük beyaz harflerle yazılmış bir kelime göründü. Ucuz boyayla, özen gösterilmeden yazılmış bir yazı: Faşistan... Kerem, yeryüzünde geçirdiği on dört yılın verdiği bütün hınç ve cehaletle kasabayı ikiye bölmüştü. Komünistan ve Faşistan. Duvarlarda hep bu yazılar okunuyordu. Her gece, bir yerlere daha yazılıyordu kelimeler. Sınırlar belirliyordu Kerem. Ağabeyini öldürenlerden yoktu farkımız, onun için. İçindeki nefret bize dönmüş, kendi de komik bir çerçevede de olsa ağabeyinin yerini almıştı, hiçbir siyasî faaliyette bulunmayan insanlardan oluşan sayfiye kasabasında. Çevresine topladığı ve sert cümlelerle saflarına çektiği çocuklarla kasabanın Komünistan bölgesinde hüküm sürüyorlardı. Ve tahmin edileceği gibi Kinyas ve ben de Faşistan bölgesinin askerleri oluyorduk. Bu çocukça savaş ve çaba bize gülünç geliyordu. Ancak işlerin boyutu büyüyünce jandarma yazıları kimin yazdığını soruşturmaya başlamıştı. Tabiî ki kimse Kerem’in ismini vermiyordu. Zaten kimse inanmazdı on dört yaşındaki bir çocuğun arkadaşlarıyla “Paris Komünü” benzeri hayaller içinde olduğuna! Kerem’in de böyle bir düşünceye sahip olacak bilgisi yoktu zaten. O sadece kime ve neye tam olarak kızdığını bilmediğinden böylesine bir işe girişmişti... Ve bir süre sonra evlerimizden çıkamamaya başladık. Faşistan sınırını geçemiyorduk. Ailemizle bile gittiğimiz de karşımıza üç beş çocuk çıkıp bizi mahvedeceklerini ima etmeye çalışıyordu hareketleriyle. Ya biz de savaş oyununa katılacaktık ya da umursamadan evlerimizin önünde oturup tatilimizi geçirecektik. Kinyas bu işi biraz daha ciddiye almış ve geceleri Komünistan’a girip duvarlara yazılar yazmaya başlamıştı. Karşı tarafta yirmiye yakın çocuk vardı. Biz sadece iki kişiydik. Sadece bir defasında linç girişiminde bulundular ve onda da kaçıp kurtulmayı başardık. Ama tek gerçek, biçim Faşistan’da yapayalnız bırakıldığımızdı. Kuşatılmış iki çocuktuk. Zehirlerini kendilerine akıtan akrepler gibi bizim de kendimizi yok etmemizi bekliyorlardı, kuşatmanın altında... Günler geçti... Yazılanların üzeri renkli boyalarla kaplandı... İki yıl sonra aynı kasabaya tatile geldiğimizde her şey çok değişmişti. Bizimle uğraşan çocukların bir bölümü çalışmaya başlamıştı. Kasaba yakınlarındaki mobilya atölyelerinde. Geri kalanı da ilgilenmiyordu bizimle. Sadece Kerem’i göremiyorduk ortalıklarda. Komünistan’ın lideri Kerem’i. “Gitti” dediler sorduğumuzda. “İstanbul’a gitti...” Hepimiz anladık onun, ağabeyinin yerini almaya gittiğini. Ama alışkanlıktan olsa gerek, uzaklaşamadık fazla evlerimizden. Geçemedik iki yıl önce çizilmiş sınırı... Belki çocukça yapılmış bir savaştı. Ama çevremize çizilmiş daire, içimizde de beynimizi sıkmaya başlamıştı. Daralmıyordu çember. İçinde yaşadığımız Faşistan’ın sınırları daralmıyordu. Ama her sabah uyandığımızda, Kerem’in yazdığı bir yazıyı arıyordu gözlerimiz. Bizi daha da kıstırdıklarını anlatan. Daha da yakınlaştıklarını söyleyen, komşu evin duvarında bir Komünistan yazısı bekliyorduk. Ama gelmedi... Sadece biz öyle hissettik... İnsanların ileride bizi nasıl terk edeceklerine, yalnızlığa mahkûm edeceklerine dair bir işaretti bu. Biz anlayamamıştık o zamanlar ama kurulmuş olan tuzak buydu. Ölene kadar toplumdan sürülmüş olarak yaşamak. Ölene kadar Faşistan’da yaşamaya zorlanmak! Acı çektik bir süre. İstemedik kasabanın diğer tarafına geçememeyi, büyüdüğümüzde de normal insanların arasına kabul edilmemeyi. Ama alıştık. Sanki kendi tercihimizmiş gibi kabul ettik dışarıda durmayı. Çemberi beynimizin etrafından çıkarıp boynumuza astık. Bedenimiz gidemezdi, dolaşamazdı belki Komünistan’ın sokaklarında, insanların arasında ama beyinlerimiz çoktan birer yarış arabası olmuştu kaldırımları toza bulayan. Faşistan ülkesinin iki yaşayanı olarak kaldık... Şimdi biliyorum ki, bütün bu geçmişte olanları Kerem, Kinyas ve ben hatırlıyoruz. Kerem bütün dünyanın efendisi olmak için çabalarken, biz hayalî ülkemizde voltalar atıyoruz... Bebekleri kuvözde, fahişeleri kirli camların arkasında seyretmek. Hepsi aynı. Herkes birilerini bir yere kapatıp seyretmek istiyor. Onun için popcorn satılıyor dünyanın her yerinde. Seyrederken yemesi zevkli olduğu için... Ve bizi de işte böyle kapattılar bir fanusun içine. Görünmez sınırları olan Faşistan ülkesine sürdüler. Neden o günler aklıma geldi, bilmiyorum. Belki de, artık bu sayfalarla paylaştığım için kırmışımdır sınırları. Ya da çimentoyla güçlendirmişimdir duvarları! Berlin Duvarı, Çin Seddi, Komünistan, Fasiştan... Her duvarı tuğla tuğla, inşa edenine yedirmeye kararlı insanlar tanıdım ben. Midesi bulandığı için seyretmekten, televizyonuna ateş edenleri gördüm. Çünkü anlamışlardı. En büyük duvarın, televizyon ekranı olduğunu. Ne geçebilirsin öbür tarafa, ne de duyurabilirsin sesini. Dünyanın en yüksek ve sağlam duvarı, televizyon ekranı!
Sayfa 268Kitabı okudu
·
244 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.