UNUTMAK VE HATIRLAMAK ROMANI"Tek bir hakkın olsa, unutmayı mı yoksa hatırlamayı mı seçerdin?” diye başlıyor roman. Bununla beraber romana çok iyi bir giriş ve çok iyi bir ilk bölüm sunuyor okura Tahincioğlu. Birçok insan bu soruyla hayatlarını sürdürmüşlerdir. Unutmak mı, yoksa hatırlamak mı? Sanırım biri olmadan ötekisi de olmuyor. İnsan yaşam içerisinde ikisine de sahip olmak istiyor. Fakat bu istem kişinin kendi özgür iradesi ve sağlık durumunun iyi olması ile elde edilen bir istem olmalıdır. Yoksa unutmamak bir işkence olur ve yaşamımızı kabusa çevirir. Aynı şekilde unutmak ve hatırlamamak da hayatımızı kabusa çevirir. Yazar Gökçer Tahincioğlu da "unutmak ve hatırlamak" kavramları üzerinde hem psikolojik hem de toplumsal içerikli bir roman yazıyor. Çünkü kendi hayatında bununla ilgili tanık olduğu çok olay var. Özellikle Türkiye'nin F Tipi Cezaevilerinin açılma sürecinde.
Roman Hivda ve Deniz'in yaşamları etrafında Türkiye'nin bir döneminin iç yapısını gösteriyor bizlere. Bir devrimci kadın ve gazeteci bir erkeğin tutkulu aşkını okurken romanda, bu aşkın nasıl zorluklarla savaşmak zorunda kaldığını da görüyoruz. Ama bu romanda konu sadece aşk değildir, konu sadece toplumsal bir eleştiri, ya da siyasi bir kavga da değildir. Romanda da sıkça hayattaki olayların benzerliğinden dem vuran roman kahramanlarının da bize sürekli gösterdikleri gibi, dünyanın her yerinde insanın insana yaptığı zulüm ve bu zulüm karşında mağdur olan kişiler ve onların sevdikleri. Bu yüzden açlık dünyanın her yerinde aynıdır, yoksulluk da dünyanın her yerinde aynı kokar, acı aynısı, zalimler aynıdır, mazlumlar aynıdır, siyasi kavgalar, kargaşalar, fikir ayrılıkları aynıdır.
Doksanlarda da devam eden sağ- sol kavgaları ve bu kavgalarda sağın artık solu ezdiğini, öldürdüğünü görüyoruz. Doksanların ortalarında F Tipi Cezaevilerinin açılacağını duyan ve bu uğurda tutuklanan Deniz ve Hivda'nın 'ölüm orucu' protestolarına katıldıklarını okuyoruz romanda. Tabi tutukluluk sürecinde yaşanan işkenceler ve insan haklarının gözetilmeden yapılanlar. Gayrimeşru cinayetler. Tüm bunları yazar Tahincioğlu hissettiriyor okurlarına. Yazdıklarını okudukça içimizde oluşan iyi ve kötünün çatışması, içimizde oluşan sorularla romana daha da tutkuyla sarılıyoruz.
Hapishanelerde yapılan ölüm oruçlarında devlet geri adım atmaz. 'Hayata Geri dönüş' gibi projelerle yaptığı müdahale ise mahkumları mahv etmiştir. Bu noktada bir çok mahkum Korsakof Sendromuna yakalanmışlardır. Koca insanlar birer çocuğa dönüşmüşlerdir. Tahincioğlu zamanında bu olaylar yaşanırken kendisinin bir zat bu olayları Türkiye de bir gazeteci olarak ilk haber yapanlardan biri olduğunu söylüyor. Fakat haber birçok şeyi anlatmakta yetersiz kalıyor belki de bu yüzden böyle bir roman yazmaya gereksinim duyuyor. Nihayetinde o da yaşanan bazı şeylerin unutulmaması gerektiğini, sonraki nesillere aktarılması konusunda çalışmalara başlamıştır. Ve elimize Kiraz Ağacı romanını vermiştir.
Romanın içeriğiyle ilgili detay vermemek için fazla derine inmek istemiyorum. Ancak tutukluluk sürecinde yaşananlar gibi tutukluluk sonrası da Deniz ve Hivda'nın hayatları bizi tamamen şaşırtacak bir noktada oluyor. Çok acı var romanda, insanların hayatlarında. İnsanın acıyı yaratmada ne kadar başarılı olduğunu gördükçe üzülmemek, insana ve kendimize kızmamak elde değil.
Romanın bitişini Metin Altıok ile yapması zaten beni benden aldı. O kadar güzel bir sondu ki, durdum, durdum, sadece durdum.
Sade bir dil ve zengin bir içerikle gerçek anlamda harika bir roman çıkarmıştır ortaya. 2020 yılında Yunus Nadi Roman Ödülünü de alnının hakkıyla kazanmıştır. Okumayı düşünmeyin bile, anında okuyun.