Gönderi

Karantina...
İstanbul'un en nezih semtlerinin birinin, en nezih sitelerinin birinin, en nezih binasının, en lüks dairesinde sıradan olmayan bir sabah yaşanmak üzereydi. Beş yaşındaki Onur Zorlu, annesinin deyişiyle ''minik adam'' sabahın sekizinde uyanmıştı her zaman olduğu gibi. Yumruk yaptığı elleriyle gözlerini ovalamıştı. Minik çıplak ayaklarını yatağından aşağı sarkıtmıştı. Üstündeki araba desenli mavi pijaması onu öyle tatlı yapıyordu ki... Daha bu yaşta, beş yaşında, araba aşığıydı. Bebekliğinden beri büyüyünce ne olmak istiyorsun sorusuna ''Araba!'' diye cevap veriyordu. Her sabah olduğu gibi o sabah da kalktı, İstanbul Üniversitesi'nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde sadece ikinci öğretim profesörlüğü yapan biricik annesi kahvaltı hazırlamış mı bakmak için koşarak odasından çıktı. Her sabah aynı saatte kalkardı, her sabah annesini ona kahvaltı hazırlarken bulurdu. Her sabah ''Ben de senin gibi siyah renkli çay içebilir miyim anne!?'' derdi heyecanla, ama her sabah izin alamayıp portakal suyu içerdi. Oysa bu sabah farklı bir şeyler vardı. Beklemediği bir sahneyle karşı karşıyaydı o ''minik adam''. ''Anne?'' dedi gözlerini kırpıştırarak Onur. Annesinin yerde kanlar içinde yatan bedenine doğru bir adım attı. Korkmuyordu ama, insan annesinden korkar mıydı hiç? Ses gelmedi. O ne zaman anne dese, annesi ona ''AŞKIM'' derdi, şimdi ne olmuştu böyle? Annesi neden cevap vermiyordu? ''Anne...'' diyerek bir adım daha attı, sonra bir adım daha. Minik dizlerinin üstüne çöktü. Elini annesinin koluna koydu. Annesinin buz gibi olmuş elini tuttu. ''Üşümüşsün anne, bekle!'' dedi. Ayağa kalktı. Koşarak odasına gitti. Araba desenli yorganını aldı, sürükleyerek annesine götürdü. Annesinin üstünü örttü bir güzelce. ''Anne yorulmuş, anne yerde uyumuş...'' dedi kendi kendine gülerek. Ama içten içe bir gariplik olduğunu biliyordu. Hissediyordu. Annesinin başından ayrılmadı. Bekledi, bekledi, saatlerce bekledi. ''Anne uyan... Sıkıldım...'' diye fısıldadığında gözleri dolmuştu. Bir bebeğin, minik bir çocuğun gözleri dolar mıydı? Onur Zorlu'nun beş yaşında gözleri dolmuştu. Biliyordu, annesinin gittiğini, bir daha asla ve asla geri gelmeyeceğini biliyordu. Bittiğini, ve bir daha asla başlamayacağını biliyordu annesiyle olan öyküsünün. Annesi gitmişti, kalanların bir önemi yoktu. ''Anne kalk...'' diye bağırdı gözyaşlarının arasından, ''Anne...'' Günler önce izlediği bir çizgi film geldi aklına. Yaralanan bir kuş vardı çizgi filmde, ''hokus pokus!'' diyerek müthiş bir sihirle iyileştirmişlerdi o kuşu! Annesinin yüzüne baktı umutla birden. ''Hokus pokus!'' dedi annesine. Hiçbir şey olmadı. Bekledi, bekledi... ''Hokus pokus!'' dedi bir kez daha. Olmadı. Uyanmadı annesi. ''Sihir yaptım anne uyan!'' Olmuyordu. Sihir de işe yaramıyordu. Artık hüngür hüngür ağlıyordu. ''Anne... seninki gibi siyah çay içebilir miyim?'' dedi gözyaşlarının arasından belki cevap verir diye. Cevap gelmedi. Annesinden bir daha hiçbir zaman cevap gelmedi. Onur küçücüktü, annesinin sesini duymak istiyordu sadece. Tek isteği, tek dileği buydu o an. ''Acıktım anne!'' dedi hıçkıra hıçkıra belki uyanır da yemek hazırlar diye. ''Üşüdüm...'' dedi, uyanır da ısıtır diye. ''Anne düştüm, kolum acıyor...'' Sonra üzülür diye düzeltti, ''şaka şaka anne.'' dedi gözyaşlarının arasında, ''Düşmedim. Acımıyor.'' Ama olmadı. Uyanmadı annesi. Saatlerce uğraştı Onur. En sonunda yorgun düştü. Annesinin üstüne uzandı küçük bedeniyle. Yanağına bir öpücük kondurdu. Uyuyakalmak üzereyken kulağına fısıldadı ağır ağır, ''Hokus... pokus...'' Bu sihir de işe yaramadı. Artık hiçbir hokus pokus geri getiremezdi annesini Onur'a. O an anlamıştı, sihirler yalandı...
··
167 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.