Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İlk Çin İmparatorlukları
Avrupalı tarihçiler dünya tarihini, geleneksel olarak, Ortadoğu’da başlayan ve Yunanistan ve Roma üzerinden Batı Avrupa’ya geçen bir tarih olarak görmüşlerdir. Oysa kuzey Çin’de ortaya çıkan bir uygarlık, Avrupa’dakilerin hepsini geçmiş, şu ya da bu şekilde 2000 yıldan fazla bir süre varlığını sürdürerek, insanlığın en önemli teknik gelişmelerinden bazılarını gerçekleştirmiştir. M. Ö. 221’de kurulan Çin İmparatorluğu, Romalıların herhangi bir zamanda egemen olduğundan çok daha fazla sayıda insana egemen olmuştur. Bu imparatorluk, standart dingil genişliğindeki yük ve savaş arabalarının geçebileceği 6800 kilometre yol yapmıştır (Roma İmparatorluğu’nun yollarının uzunluğu 5.984 kilometredir). 3.000 kilometrelik ilk Çin Seddi’nin yapımı için 300.000 kişiyi işe koşabilmiş; ilk imparatorun mezarı ve gerçek insan boyutlarında fırında pişirilmiş toprak askerler için 700.000’e yakın insanı seferber etmiştir. Nehirleri birleştiren kanallar, dünyanın hiçbir yerinde benzeri olmayan bir iç su yolları sistemi yaratmıştır. Bu imparatorluk yüzyıllar süren ekonomik ve toplumsal değişimin zirve noktasıydı. Mezopotamya’dakine yakın bir zamanda tarıma başlamışlar, kuzeyde akdarı yetiştirmişler, domuzları ve köpekleri evcilleştirmişler; daha güneyde Yangtze Nehri vadisinde pirinç yetiştirmek için gerekli teknikleri öğrenmişler ve yaban sığırını evcilleştirmişlerdir. Neolitik teknikleri kullanan insanlar tarafından kurulan şehirler ve devletler M. Ö. 2000 yılından sonra ortaya çıkmıştır. M. Ö. 17. yüzyılın sonlarında metal işçileri kalay ve kurşunu bakır ile karıştırarak bronz elde etmeyi öğrenmişlerdi ve aristokrat savaşçılar kuzey Çin’deki Sarı Nehir üzerinde Şang Hanedanı için bir krallık kurmak üzere bronzdan yapılan silahları kullanmaya başlamışlardı. Çin, askerî, yönetsel ve dinsel rolleri elinde toplayan bir aristokrasinin egemenliğine girmiş görünüyordu. Bu, kralların cenazelerinde hizmetçilerin kurban edildiği sınıflı bir toplumdu; ama bu aşamada özel mülkiyet henüz gelişmemişti.110 M. Ö. 11. yüzyıldan itibaren Çu (Chou) Hanedanı altında krallar iktidarlarının büyük kısmını, Orta Çağ Avrupası ile paralellik kurmak için sıklıkla ‘feodalizm’ olarak nitelenen bir sistem içinde, 100 kadar yerel yöneticiye devretmişlerdi. Bununla birlikte bazı tarihçiler, metinler tarımın bireysel köylü parselleri temelinde örgütlenmediğine işaret ettiği için bunun feodalizm değil, Marx’ın ‘Asya tipi toplum’ dediği sistem olduğunu iddia etmişlerdir. Aslında, ‘sıradan köylüleri günlük hayatlarında’ –yalnızca günlük işlerinde değil fakat aynı zamanda ‘evliliklerinde, festivallerinde ve toplantılarında’– yönlendiren yönetimsel kararlardı.Köylüye her yıl hangi ürünü yetiştireceği, ne zaman ekeceği, ne zaman toplayacağı bildirilirdi. Kışlık evini terk edip tarlalara gitmesi ya da tarlaları bırakıp evine kapanması kendisine emredilebilirdi.Her halükârda, Çu Hanedanı’nın tarihi, birbirine rakip lordlar arasındaki, neredeyse sonu gelmez savaşların tarihiydi. Yüzyıllar geçtikçe, teknik değişiklikler daha etkin savaşları olanaklı kıldığı için, çok sayıdaki küçük devlet, az sayıda büyük devlet içinde birleşti. Savaş arabalarının sayısı arttı, kuşatma muharebeleri için yeni teknikler ortaya çıktı ve kılıç ve arbalet (tatar yayı) askere alınan köylü piyadelerin, arabalı savaşçılara karşı ilk kez kafa tutabilmelerine olanak sağladı. Bu tür bir savaş öte yandan, yöneticileri daha fazla teknik ilerlemeye teşvik etti. M. Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda (savaşan devletler çağı olarak bilinir) bu yöneticiler, kuzey ovasının ve nehir vadilerinin tarıma açılmasını, bataklık bölgelerin kurutulmasını ve çoğu kez geniş çaplı sulamanın yaygınlaştırılmasını başlattılar. Ayrıca, dökme demirden aletler ve silahlar –yalnızca kılıçlar ve bıçaklar değil, aynı zamanda ‘beller, çapalar, oraklar, sabanlar, baltalar ve keskiler– üreten bir demir sanayii de, o dönemde başka hiçbir yerde olmadığı kadar gelişti. Yeni tarım yöntemleri üretimi arttırdı: öküz kullanarak derin sabanla entansif tarım; hayvan dışkısının ve ‘geceleri boşaltılan insan pisliğinin’ gübre olarak kullanılması; toprağın verimliliğini tazelemek için baklagillerin ekimi; akdarının yanı sıra buğday ve soya yetiştirilmesi ve ekim zamanlaması konusundaki gelişen anlayış.Bu sayede artık ürün giderek çoğaldı. Jacques Gerne, ‘Savaşan devletler çağının, sıradan tüketim eşyalarında (kumaş, hububat, tuz), metaller, ağaç, deri ve gön ticaretinde dikkate değer artışla, teknik yenilikler açısından tarihin tanık olduğu en zengin dönem’ olduğuna işaret eder. ‘En zengin tacirler bu tür bir ticareti büyük sanayi girişimleriyle (özellikle demir imalathaneleri ve dökümhaneler) birleştirdiler ve çok sayıda işçi ve ticari aracı istihdam etmeye başladılar; nehir gemileri ve araba filolarının büyük kısmını kontrol ettiler. Büyük tüccar girişimciler, devletin zenginleşmesine en büyük katkıyı yapan toplumsal gruptu ... Krallıkların başkentleri ... büyük ticarî ve imalat merkezleri olma eğilimi gösterdi ... 3. yüzyıldaki savaşların amacı çoğu kez bu büyük ticari merkezleri ele geçirmekti’. Ama yöneticiler, yeni yöntemlerden tam olarak yararlanabileceklerse, bunu ancak eski aristokrasinin gücünü kırarak yapabileceklerdi. ‘Tarımdaki teknolojik değişime paralel olarak... bazı devletlerde sosyoekonomik değişiklikler ve siyasal reformlar görüldü’. Bu değişiklikleri en sistemli şekilde uygulayan Çin devleti sonunda diğerlerini fethetti. Eski aristokrasiyi ezmek için, savaşçı ve memurlardan oluşan yeni bir merkezi yönetici sınıf yarattı. Bunlar üretimde anahtar rolünü tek tek çekirdek köylü ailelerine verdiler, toprağa sahip olmalarına olanak tanıdılar, karşılığında vergilerini ödemelerini ve yerel beyler yerine doğrudan devlete çalışmalarını istediler. ‘Bu, yeni rejimi destekleyen küçük çiftçilerin yeni üretici gücüydü’. Bu, bir sömürücü sınıfın bir diğeriyle yer değiştirmesi şeklinde, yukardan bir toplumsal devrimdi. Bu, orduların yürüttüğü bir devrimdi ve muazzam zaiyata yol açtı. Bir klasik anlatının belki biraz abartılı iddiasına göre, M. Ö. 364’ten 234’e kadar devam eden 150 yıllık savaşta 1.489.000 kişi can verdi.119 İmparatorluk öncesi Çin’in son birkaç yılı ‘askeri seferlerin ve zaferlerin monoton bir resitaliydi’ ve rivayete göre bir zafer, 100.000 adamın kafasının kesilmesine yol açmıştı.İmparatorluğun kurulmasını,en az 120.000 eski ‘zengin ve güçlü’ ailenin sürülmesi izledi. Dönüşüm yalnızca bir avuç yöneticinin girişimiyle güçlü orduların seferber edilmesinin bir sonucu değildi. Teknoloji ve tarımdaki değişiklikler yöneticilerin kontrol edemeyeceği ve çoğu kez de etmek istemeyeceği güçleri harekete geçirmişti. Köylülerin ürettiği artık ürün büyüdükçe, eski ve yeni yöneticilerin lüks eşyaya ve orduları için metal silahlara, atlara, savaş arabalarına, yay ve zırha olan talepleri de arttı. Köylülere sürekli olarak alet temin edilmesi gerekiyordu. Bütün bu eşyalar ancak giderek artan sayıda zanaat işçisinin kendi bulduğu yeni tekniklerle ve tüccar esnafının da tek tek devletlerin içinde olduğu gibi, devletler arasında da faaliyet göstermesiyle üretilebilirdi. Standartlaştırılan metal ağırlık ölçüleri ve daha sonra da sikkeler, insanları ticarete daha da özendirdi. Tacirlerin etkisi, içlerinden en zengin olanının M. Ö. 250 yılında gelecekteki imparatora saray kâtibi seçilmesi, kendisine 100.000 hane halkından oluşan bir arazinin tahsis edilmesi ve etrafına 3.000 bilginden oluşan bir maiyet toplamasından anlaşılır. Ço-yun Hsu, ‘M. Ö. 5. yüzyıldan 3. yüzyıla kadar süren karışıklık yıllarında, kırsal temelli bir tarım ekonomisi yerine, ağırlıklı olarak kent merkezli toplumsal bir hayatın geliştirilmesi olasılığı çok yüksekti’ diyecek kadar ileri gitmektedir. ‘Büyük ve başarılı pazar merkezleri gelişmiş ve kâr etmeye yönelik şehir mantığı... galip gelmiştir’. Alman-Amerikalı tarihçi Karl Witfogell, 1930’larda henüz Marksistken, bu dönemdeki Çin’le neredeyse 2000 yıl sonraki Avrupa’nın feodal aşamaları arasında benzerlik olduğunu iddia etmişti. Çin, tüccar ‘burjuvazi’ tarafından ücretli işçilerin ağırlıklı olarak piyasa için üretim yaptığı yeni bir topluma dönüştürülebilirdi. Bunun yerine, artık ürünü hem tüccardan hem de eski aristokratlardan uzaklaştırarak kendi ellerinde toplayan devlet bürokrasinin egemenliği altına girdi. Tacirler, devleti aristokrasi karşısındaki mücadelesinde desteklediler; ama sonunda zaferin meyvelerinin devlet bürokrasisi tarafından çalındığını gördüler. Kuşkusuz devlet, hem Çin Hanedanı hem de onu izleyen Han Hanedanı (M. Ö. 206’dan M. S. 220’ye kadar) sırasında sürekli olarak saldırdı. Örneğin ilk Han imparatoru, ‘tacirlerin ipekli giymesini ve arabalara binmesini yasakladı... Ne tacirler ne de onların çocukları ve torunlarının devlette görev almalarına izin verildi’. Devlet iki temel endüstriyi (tuz ve demir) kontrolü altına alarak, bir Han belgesinin anlattığı gibi, ‘tuz ve demirin kârı [imparatorluk tarafından] zengin esnafı ve zengin tüccarı baskı altına almak için tekel altına alındı.126 Ticaret kârlarına tarımdakinden daha yüksek vergiler kondu ve vergiden kaçınmaya çalışan tacirlere karşı zoralıma başvuruldu. İmparator Wu’nun 54 yıl (M. Ö. 141-87) süren saltanatı sırasında ‘tacirler’in mülklerine imparatorluk iktidarınca zorla el konuldu. Tüccar, varlığını sürdürebilmek için çoğu kez bürokratlar ve hatta sarayla ilişkiler kurmak zorunda kaldı. Bu tür saldırıların ikiyüzlü bahanesi, çoğu kez köylülerin korunmasıydı. Bu döneme ait pek çok belge, ticaret ve endüstrinin tekrarlayan kıtlıklara ve kırsal huzursuzluğa yol açarak köylülüğü yok ettiğinden ve aynı zamanda tacirlere devleti tehdit edecek olanaklar verdiğinden şikâyet ediyordu. Bu ise bu kez yoksullaşan bir sınıfın tehlikeler taşıyordu. M. S. 9 yılında İmparator Wang Mang’a göre, ‘Zenginler kendilerini beğendikleri için şeytanca davranıyorlar, yoksullar çok yoksul düştükleri için günahkârca hareket ediyorlar’dı. Bu farklı sömürücü sınıfların etkili olmak için birbirleriyle itişip kakıştıkları yüzyıllar, zorunlu olarak entelektüel canlanmanın mayalandığı yüzyıllar oldu. Farklı sınıfların mensupları dünyayı farklı görmek eğilimindeydiler. Farklı sosyal gruplar çevrelerinde meydana gelen değişime ayak uydurmaya çalıştıkça, rakip felsefî ve dinî okullar ortaya çıktı. M. Ö. 6. yüzyılda doğan Konfüçyus ve onun M. Ö. 4. yüzyıldaki takipçisi Mençius, dürüstlük ve kendine hâkim olmayla birlikte geleneğe ve ritüele saygıyı savunuyorlardı. Sonraki yüzyıllarda bu, kendileri refah içinde bir hayat yaşarken toplumu geleneksel çizgide tutan sözde aydın yöneticilerin muhafazakâr ideolojisi haline geldi. Bununla birlikte Mençius’un zamanında haris prenslerin yöntemlerinin reddedilmesi anlamına da geliyordu. Bu reddiye, Konfüçyüs’ten 60 yıl kadar sonra yaşayan Motzu’da daha da ileri gitti. Motzu, otoriter yollarla, ortak tutumluluğa dayanan eşitlikçi bir mezhep kurdu; bencillik, lüks ve savaşa karşı çıktı. Buna karşılık, daha sonra Taoizm adını alacak olan akım, bireysel kurtuluşun yalnızca toplu eylemle değil, aynı zamanda bireyin dünyadan uzaklaşıp ona egemen olmayı sağlayacak teknikleri öğrenmesiyle de mümkün olduğunu yaydı. Çin tarihinin daha sonraki döneminin çoğunda Konfüçyüsçülüğün ve Taoizmin türleri, insanların aklını çelmek için Budizm’le yarışırken, yoksulların acısını ifade etmek üzere birbiri ardı sıra eşitlikçi mezhepler ortaya çıktı. Ancak M. Ö. son yüzyıllardaki ideolojik savaşların doğrudan galibi, genellikle ‘legalizm’ olarak adlandırılan farklı bir akım oldu. Bu akım, temel vurguyu devletin kendisinin gücü ve bürokratik işlevi üzerine yapıyordu. Devlet görevlilerinin, Konfüçyüs ve Mençiüs’un takipçilerinin yaymaya çalıştığı kişisel erdem endişesiyle yoldan çıkmadan, yalnızca devletin yasalarını yerine getirmekle ilgilenmeleri gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Legalizm, yöneticilerin rolünü genel çıkarın cisimleşmesi olarak haklılaştırmaya çalışıyordu. Bu ayrıca, tacirlerin rasyonel hesap vurgusu ve para kazanmalarını bozacak keyfi siyasal kararlardan korkmalarıyla da uyumluydu. Bunun kuralları örneğin, kitleler için yöneticileri ve de devletin kararlarını toplumun bütününün zorunlu güvencesi olarak resmeden kuralları ilahiler şeklinde popülerleştiriliyordu. Yöneticiler kendi totaliter dünya görüşlerini kabul ettirmek için yalnızca basit entelektüel ikna yollarına dayanmıyorlardı. Onlar ayrıca halka herhangi bir alternatif sunulmamasını garanti etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İlk imparator eski geleneklerden söz eden bütün kitapların yakılmasını emretti: ‘Günümüzü örnek almayan kimi okumuş insanlar var, bunlar bugünü eleştirebilmek için geçmişi araştırmaktadırlar. Halkı heyecanlandırmakta, kafasını karıştırmaktadırlar... Bunun yasaklanması uygundur’. Yasaklanan kitapları tartışmaya cesaret eden insanlar ‘ölüm cezasına çarptırılmalı ve cesetleri halka teşhir edilmelidir, bugünü eleştirmek için geçmişi kullananlar akrabalarıyla birlikte öldürülmelidir. Yöneticiler kendi totaliter dünya görüşlerini kabul ettirmek için yalnızca basit entelektüel ikna yollarına dayanmıyorlardı. Onlar ayrıca halka herhangi bir alternatif sunulmamasını garanti etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. İlk imparator eski geleneklerden söz eden bütün kitapların yakılmasını emretti: ‘Günümüzü örnek almayan kimi okumuş insanlar var, bunlar bugünü eleştirebilmek için geçmişi araştırmaktadırlar. Halkı heyecanlandırmakta, kafasını karıştırmaktadırlar... Bunun yasaklanması uygundur’. Yasaklanan kitapları tartışmaya cesaret eden insanlar ‘ölüm cezasına çarptırılmalı ve cesetleri halka teşhir edilmelidir, bugünü eleştirmek için geçmişi kullananlar akrabalarıyla birlikte öldürülmelidir. Başlangıçta devletin artan gücü, esnaf ve zanaatkârın üretiminde devam eden artışa engel olmadı –gerçekten de devletin yol ve kanal yapımından imparatorluğun Çin’in güneyine, orta Asya’ya ve Kore Yarımadası’na yayılmasından fayda sağladılar. Başka teknolojik ilerlemeler de söz konusuydu: M. S. 2. yüzyılda (Avrupa’da görülmesinden bin beş yüz yıl önce) çelik üretilmeye başlamıştı; dünyanın ilk su dolapları faaliyetteydi ve de insanların kendi ağırlıklarının iki katını taşımasına olanak veren tekerlekli el arabaları M. S. 3. yüzyıldan itibaren (batı Avrupa’ya ulaşmasından 1000 yıl kadar önce) kullanılmaya başlanmıştı. Ama tüccar girişimcilerin bir sınıf olarak bağımsızlığı engellenmişti. Bunlar, Orta Çağ Avrupa’sının şehirlerinde olduğu gibi, kendi merkezleri olan ayrı bir güç odağı olarak örgütlenme olanağı bulamamışlardı. Aksine devlet bürokrasisine artan oranda bağımlı kalmışlardı. Tüccar sınıfına karşı alınan önlemler köylülüğün talihini de nadiren iyileştirdi. Devlete verilen vergiler hasatın iyi olduğu zamanlarda açlık düzeyinin biraz üzerinde, kötü olduğu zamanlarda ise bu çizginin altında, açlık sınırında kalmalarını sağlıyordu. Gündelik hayat neredeyse bitmeyen ağırlıkta ve sıkıcılıktaydı. Kuzey Çin ovalarının toprağı, eğer kuruyup gitmeyecek ve yabani otlar ve böceklerin istilasına uğramayacaksa, ekimle hasat arasında sürekli ilgi istiyordu. Bununla birlikte ürünün üçte biri ile yarısı başkalarının eline geçiyordu. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, imparatorluğun ‘harikaları’ –Çin Seddi, kanallar, imparator mezarları ve saraylar– milyonlarca saat işgücünü gerektiriyor ve toplumun bütününe giderek azalan bir yarar sağlıyordu. İlk imparator, büyücüden eğer başka insanlardan uzak durursa ölümsüzlüğe ulaşabileceğini duyduktan sonra, ‘Birbirine duvarlarla ya da üstü kapalı yollarla bağlı ve içinde bayraklar, çanlar, davullar ve güzel kadınlar bulunan 270 saray yapılmasını emretti... Onun nerede olduğunu açıklayan herkes ölümle cezalandırılacaktı’.Bir keresinde maiyeti arasında haber veren birisinin olduğunu öğrenince 460 kişiyi öldürttü. Böylesine bir israf köylülük üzerindeki baskıyı sürdürerek karşılanıyordu. Birbirini izleyen köylü ayaklanmaları oluyordu. Eski Mezopotamya, Mısır, Hindistan ya da Roma’da alt sınıfların yöneticilerine karşı isyanlarından belgelerde nadiren söz edilirken, Çin örneğinde bunlar sık sık görülüyordu. Bu ayaklanmalardan biri Çin Hanedanı’nın çöküşünü hızlandırmıştı. Rivayete göre ayaklanma, 900 kadar mahkûmu bir hapishaneye götürmekte olan eski bir kiralık işçi, Çen Şeng tarafından başlatılmıştı. Geç kalma nedeniyle cezadan korkan Şeng, şöyle bir akıl yürüttü: ‘Kaçmak ölüm demek, kötü niyetle plan yapmak da ölüm demek... Bir devlet kurmak için ölmek tercih edilebilir.’ İsyan ‘geniş çaplı ölümlere yol açtı’,133 imparatorluk sarayında bir panik dalgası yarattı, imparatorun belli başlı eski danışmanları ve sonunda da imparator öldürüldü. Dört yıl süren karışıklıktan sonra asi liderlerden bir tanesi başkentin üzerine yürüdü, tahtı ele geçirdi ve yeni bir hanedan, Han Hanedanı’nı kurdu. Ayaklanmada kitleler önemli bir rol oynamışlardı. Ama sonucundan yararlanmadılar. Yeni imparatorluk eskisinden hiç de farklı değildi. Onun da isyanlarla karşılaşması için çok zaman geçmesi gerekmedi. M. S. 17’de Sarı Nehrin aşağı vadisinde sellerden zarar gören köylüler, büyücülük nedeniyle öldürülen ‘Lu Ana’ gibi önderlerin arkasında ayaklandılar. Bunlara, yüzlerini boyadıkları için ‘Kırmızı Kaşlılar’ deniliyordu ve iki bölgede kendi liderleri altında bağımsız krallıklar kurdular. Bu tür isyanlar, sık sık tekrarlayacak bir emsal oluşturmuştu. İmparatorluk vergi sistemi ve toprak sahiplerinin zorbalıkları köylüleri isyana yöneltiyordu. İsyanlar kendi başkentleri olan bütün eyaletleri kaplıyor ve imparatorluk ordusundan generallerin, sarayın gözünden düşmüş devlet memurlarının, kimi toprak sahiplerinin katılmasıyla imparatorluk başkentini bile tehdit ediyordu. Bununla birlikte başarılı olan isyanlar, köylü kitlelerine, eskileri kadar kötü muamele eden yeni imparatorlara ve yeni hanedanlara yol açıyordu. Mesele yalnızca tek tek liderlerin ayartılabilir olmaları değildi. Köylüler, kendi amaçlarını topluma kabul ettirebilecek kalıcı, merkezileşmiş bir örgütlenme oluşturamıyorlardı. Onların geçimi tek tek kendi arazilerini işlemekten geçiyordu ve buraları kısa biri süre dışında terk etmeyi göze alamıyorlardı. Bunu yapanlar köylülükten çıkıyor, yaşamaları için yağma ya da rüşvete başvurmak zorunda kalıyor, kendilerine kim ödeme yaparsa onun yönlendirmesine açık hale geliyorlardı. Topraklarında kalanlar, ağır çalışma, kıtlık ve zorluğun olmadığı daha iyi bir dünya hayali kurabiliyorlardı. Ama sulama ve taşkınların kontrolü, demir aletlerin temini ve kendi yetiştirmedikleri şeyleri edinebilmeleri söz konusu olduğunda devlet görevlilerine bağımlı oluyorlardı. Yöneticilerin daha iyi davrandığı ve toprak sahiplerinin kendilerini sıkıştırmadığı bir dünyayı tasavvur edebiliyorlardı. Ama, kendileri tarafından yönetilecek tamamen farklı bir toplum tasavvur edemiyorlardı. Bununla birlikte, isyanlar Han İmparatorluğu’nu zayıflatacak etkiyi yaratmadı. Bu hanedan, Batı Avrupa’da modern çağın bütünü kadar bir süre varlığını sürdürdü. Ama her bölgedeki büyük toprak sahiplerini kontrol etmekte giderek zorlanıyordu. İmparatorluk yönetiminin, kendilerini ve imparatorluğu besleyecek kaynakları elde etmek için köylüleri sıkıştırmak dışında başka bir çaresi yoktu. Belirli aralıklarla meydan gelen isyanları önleyemiyordu. M. S. 184’te Taocu mezhebin liderinin başını çektiği, kendisini kurtarıcı ilan eden bir hareket, Sarı Sarıklılar, 360.000 silahlı destekçiyi örgütlediler. İsyanları için gönderilen generaller kısa sürede birbirleriyle savaşmaya başlıyor, karmaşa ve yıkıma katkıda bulunuyorlardı. Başkentin yakılması, ülkenin tüm bölgelerinin yağmalanması ve ticaret yollarının kesilmesi ile birlikte şehir merkezlerinde hızlı gerilemeler görüldü ki bu, kırsaldaki hayatı daha da bozdu. Kısa sürede her yörede malikâneleri yöneten, kanalların, barajların ve sulama işlerinin yönetimini üstlenen ve daha önce en azından kuramsal olarak devlete giden vergileri toplamaya başlayan, ekonomik ve siyasi gücü kendi ellerine geçirmiş, birbirine rakip toprak sahipleri ortaya çıktı.Ekinciler yeni ekonomik düzenlemelere göre ürün yetiştirmeye devam ettiler ve zanaatların ve endüstrilerin pek çoğu, her ne kadar tamamen yerli talebi karşılamaya yönlendirildikleri için pek gelişemeseler de, varlıklarını sürdürdü. Uzun süren bir teknolojik ilerleme sona erdi ve aynı şekilde sonraki üç yüzyıl boyunca Çin İmparatorluğu’nun yerini çok sayıda birbirine rakip krallık aldı. Çeşitli açılardan bu dönem, M. S. 5. yüzyılda Hindistan’daki ve aşağı yukarı aynı zamanda batıda çöken Roma İmparatorluğu’ndaki gelişmelerle benzerlikler gösteriyordu. Ama önemli bir farklılık da vardı. Çin uygarlığının temelleri yıkılmadı ve ekonominin ve şehir hayatının Hindistan ve Roma’da olduğundan çok daha hızlı canlanması için altyapı hazırdı. Bununla birlikte, teknolojik gelişme ve ekonomik genişlemeyi teşvik eden siyasal yapılar, eski toplumun kısmen yıkılmasının bir sonucu olarak artık aynı işlevi üstlenemiyordu. Eski bürokratik yönetici sınıf, toplumu eskisi gibi yönetemiyordu. Toprak sahibi aristokrasi yalnızca kendi parçalanışını seyrediyordu. Tacirler, diğer ayrıcalıklı sınıflardan kopma ve Hindistan’dan mistik Budist dinini benimseyip arkalarına isyancı köylüleri de alarak toplumsal dönüşümü sağlayacak bir program ortaya koyma konusunda isteksiz görünüyordu. Birbiriyle mücadele eden sınıfların karşılıklı yıkımı söz konusu değildi; ama kesinlikle karşılıklı bir felç hali söz konusuydu.
·
618 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.