Gönderi

Nathan bunca şeyi nasıl olup da arzuladığımıza ilişkin kanıtlar üzerine okumalar yapıyordu. Ortalama bir Amerikalının bir günde beş bine kadar varabilen sayıda reklam izlemine -reklam panoları, tişörtlerdeki logolar, televizyon reklamları- maruz kaldığını öğrenmişti. Reklam denizinin içinde yüzüyoruz. "Filanca ürünü alırsanız daha mutlu olacaksınız deniyor - günde binlerce kez etrafınız bu mesajla sarılıyor," diyor. Şöyle sormaya başlamıştı Nathan: "Bu hikayeyi kimler şekillendiriyor?" Bizi neyin mutlu edeceğini sahiden çözmüş, iyi niyetle bu müjdeyi veren insanlar değil. Tek amacı bize o ürünü satın aldırmak olan insanlar. Nathan içinde yaşadığımız kültürde maddiyatçı bir otomatik pilotun ellerine kaldığımıza inanmaya başlıyordu. Durmaksızın ancak belli bir ürünü satın alırsak kendimizi daha iyi hissedeceğimizi (pis kokumuzun, biçimsizliğimizin ve genel değersizliğimizin azalacağını) söyleyen mesajlara maruz kalıyoruz; sonra bir şeyler daha satın almamız, sonra yine satın almamız gerekiyor, ta ki ailemiz tabutumuzu satın alıncaya kadar. Nathan'ın merak ettiği soru şuydu: Kendi grubunda olduğu gibi, insanlar durup bunu düşünür ve alternatif seçenekleri tartışırsa bu otomatik pilotu kapatıp direksiyonu kendi ellerimize alabilir miyiz acaba? Bir sonraki seansta deneye katılan insanlardan ufak bir egzersiz yapmalarını istemişti Nathan: hemen sahip olmaları gerektiğini hissettikleri bir tüketici ürününü yazmalarını. Ürünün ne olduğunu, üründen ilk olarak nasıl haberdar olduklarını, onu neden arzuladıklarını, elde ettiklerinde nasıl hissettiklerini, elde ettikten bir süre geçtikten sonra nasıl hissettiklerini tarif edeceklerdi. Bunlar konuşuldukça bir nokta pek çok insan için aydınlığa kavuşmuştu: hazzın çoğu zaman özlem ve beklenti tarafında yattığı. İstediğimizi nihayet elde ettiğimizde, onu eve getirip de tuhaf bir sönüklük hissetme deneyimini hepimiz yaşamışızdır; çok geçmeden de arzulama döngüsü yeniden başlar. İnsanlar nasıl harcama yaptıklarını konuşmaya başlamıştı - ve asıl meselenin ne olduğunu yavaş yavaş görüyorlardı. Her zaman değil ama çoğu zaman mesele, "belli bir boşluğu doldurmaktı. Belli bir yalnızlık boşluğunu doldurmak." Ama o hızlı, çarçabuk buharlaşan doruk noktasına itilmeleri onları aynı zamanda gerçekten değer verdikleri, uzun vadede tatmin olmuş hissetmelerini sağlayacak şeylerden de uzaklaştırıyordu. İçlerinin boşaldığını hissediyorlardı. Gruptaki insanlar arasında - hem ergenler hem yetişkinlerden - bunu şiddetle reddedenler olmuştu. Satın aldıkları ürünlerin onları mutlu ettiğini söylüyor, bundan vazgeçmek istemiyorlardı. Ama gruptaki insanların çoğu başka türlü düşünmeye hevesliydi. Reklamlardan konuşmaya başladılar. İlk başta hemen herkes reklamların başkalarını etkiliyor olabileceğini, ama kendi üzerlerinde pek bir etkisi olmadığını söylüyordu. Nathan'ın bana daha sonra söylediği gibi: "Herkes reklamlardan akıllı olmak ister." Ama Nathan onlara özlemini çektikleri tüketim nesnelerini hatırlattı. Çok geçmeden gruptakiler birbirlerine şöyle demeye başladı: "Etkisi olmasa milyarlar harcarlar mı hiç? Hayatta yapmazlar. Hiçbir şirket yapmaz bunu." O ana kadar mesele insanların onca zamandır kendilerine itelenen abur cubur değerleri sorgulamalarını sağlamaktı. Ama şimdi sıra deneyin en önemli kısmına gelmişti. Nathan dışsal değerler ile içsel değerler arasındaki daha önce bahsettiğim farkı açıkladı. İnsanlardan içsel değerlerini - başka şeylere araç olarak değil kendi başına bir amaç olarak önem verdikleri şeyleri- sıralamalarını istedi. Sonra da şu soruyu sordu onlara: Bu diğer değerlere dayalı olarak hareket etseniz yaşayışınızda nasıl bir fark oluşurdu? Grup üyeleri bu soruyu tartıştılar. Şaşırmışlardı. Sürekli dışsal değerlerden bahsetmeye teşvik ediliyoruz, içsel değerlerimizden konuşmamız ise hemen hiç istenmiyor. Örneğin, daha az çalışıp sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirirdik, diyenler olmuştu. Nathan bunların hiçbirinin savunuculuğunu yapmamıştı. Açık uçlu birkaç soru grubun büyük kısmının kendiliğinden bu noktaya gelmesini sağlamıştı. Nathan içsel güdülerimizin her daim orada olduğunu, "uyku halinde" beklediğini fark etmişti. "Gün ışığına çıkmış oldular," diyor. Bu tür konuşmaların yaşadığımız kültür içinde bugünlerde kendiliğinden yapılmadığını fark ediyordu Nathan. "Bu gibi cidden hayati konuşmaların yapılabileceği alanlar bırakmıyoruz ya da yaratmıyoruz - bu da yalıtılmışlığı gitgide artırıyor." Bu insanlar abur cubur değerlerin ağına nasıl düştüklerini ve içsel değerlerini belirledikten sonra şöyle sordu Nathan: Bu grup -beraberce - içsel hedeflerinin peşinden gitmeye başlayabilir mi? Bu insanlar reklamlara kulak vermeyi bırakıp en önemli değerlerine ve kendileriyle aynı şeyi yapmaya çalışan bir gruba karşı sorumluluk duymaya başlayabilir mi? Bilinçli bir şekilde anlamlı değerleri besleyebilirler mi? Bu noktada içsel hedeflerini belirlemiş olan bu insanlar bir sonraki toplantı dizisinde bu değerler doğrultusunda hareket etmek için neler yapmış olduklarını anlatacaklardı. Her biri diğerlerine karşı sorumlu olacaktı. Hayatta gerçekten ne istediklerini ve bunu nasıl elde edeceklerini düşünebilecekleri bir alanları vardı artık. Daha az çalışıp çocuklarını daha fazla görmenin nasıl bir yolunu bulduklarını, bir müzik aleti çalmaya ya da yazı yazmaya nasıl başladıklarını anlatacaklardı sözgelimi. Tüm bunların gerçek bir etkisi olup olmayacağını kimse bilmiyordu. Gerçekleştirilen bu konuşmalar sahiden insanlardaki maddiyatçılığı azaltıp içsel değerlerini kuvvetlendirebilir miydi? Deney başlangıcında katılımcıların maddiyatçılık düzeyleri bağımsız sosyal bilimciler tarafından ölçülmüştü; deney sonunda yeniden ölçüm yapıldı. Sonuçları bekleyen Nathan gergindi. Ömür boyu maruz kalınan tüketimcilik sağanağının ortasında ufak bir müdahaleydi bu. Herhangi bir fark yaratmış olabilir miydi? Sonuçlar geldiğinde Nathan da Tim de heyecandan yerlerinde duramıyorlardı. Tim daha önce maddiyatçılık ile artan depresyon ve kaygı arasında kuvvetli bir bağıntı olduğunu göstermişti. Bu deneyde ise ilk defa, insanların hayatlarına maddiyatçılık düzeylerini önemli ölçüde azaltacak şekilde müdahale etmenin mümkün olduğu gösterilmişti. Deneye katılan insanların maddiyatçılık düzeyleri önemli azalmış, kendilerine güvenleri önemli ölçüde artmıştı. Büyük ve ölçülebilen bir etki söz konusuydu. Bizi bu kadar mutsuz eden değerleri tersine çevirme yönünde kararlı bir çabanın işe yaradığına dair ilk kanıtlardan biri oldu bu. Nathan bu çalışmaya katılan insanların bu değişimleri kendi başlarına gerçekleştirmelerinin mümkün olmayacağına inanıyor. "O bağ ve topluluk büyük bir güce sahipti, yalıtılmışlığı ve korkuyu ortadan kaldıran bir güç. Bu konu çok fazla korku uyandırıyor." Ancak hep birlikte, bir grup olarak "o katmanları söküp atabildiler, anlama, meselenin özüne ulaşabildiler: bir amaca sahip olma hissine." Nathan'a bunu olağan hayatlarımıza katmanın bir yolu olabilir mi, diye soruyorum - hepimizin abur cubur değerler için düzenlenen bir tür Adsız Alkolikler grubuna, bir araya gelip bize öğretilen depresyon doğurucu fikirlere kafa tutabileceğimiz, bunlar yerine içsel değerlerimize kulak verebileceğimiz bir alana mı ihtiyacı var? "Bana kalırsa, kesinlikle," diye yanıt veriyor. Çoğumuz çok uzun zamandır yanlış şeylere değer veriyoruzç Bizi ruhen hasta eden abur cubur değerlere bir "karşı ritim" oluşturmamız gerektiğini söylüyor Nathan. Minneapolis'teki sade konferans salonunda bir şeyi kanıtlamış oldu: uzun zamandır kendimizi berbat hissetmemize yol açan değerlere mahkum olmadığımızı. Diğer insanlarla bir araya gelerek, derinlemesine düşünerek ve sahiden önemli olan şeylerle yeniden bağ kurarak, bizi anlamlı değerlere geri götüren bir tünel kazmaya başlayabiliriz.
Sayfa 259 - metis
·
149 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.