Gönderi

küfran
o rahvan atları anlaşılır kılan sabahlarda göğsü kasvet sayrılarıyla çarpışıp delişmen çocuklarını azdırırken dünya şehrin çarşılarından esen telaş hıçkırıklarla akşamı karşılayan bir aldanış gibi babamın incinmiş sesine çökerdi. yatağına ilk kez akan bir nehrin hırçınlığıyla karın kapadığı damları temizleyendi babam. bir nasihatin başlangıcındaki parmağı hep tehdit, bütün oğulları kaçgöç, herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu kendinin öksüzü ıslak bir adam. benzemem, diye düşünürken müsvedde oldum ona. bütün bozgunlara malik bir adamdı babam mahzenlerde sakladığım kitaplar kadar müphem. eski gazetelerle dönerdi akşamları yani ki posta katarlarının artıkları.. okuturdu akşamların camlara çarpan geniş sesiyle. oysa renksiz gazetelerdi çeken bizi yani yıldız paylaşan yedi kardeş devlet ve babamızdan korurduk kitaplarımızı. çünkü, sabahına sorardı şehir: kimdi duvarlara bu kızıl harfleri düşürenler.. kavmim kadar ümmiydi babam ya da herkes kadar sis. dağılır bu kirli yarış, diye düşünürken yekun oldum ona. bilmediğim bir rabbin secdesine çağırırken beni suya inen gözlerin tedirginliği sanırdım onu. çünkü anlamazdı kimse raylar boyunca hıçkıran bir adamın bir boşluğa içinden konuştuğunu maraz gecelerini. çünkü yalnızlık eski kıbleydi doğu’da kendimizin kapısını çaldıkça başlayan küfran. çünkü boşaltılmış köylere umarsızca bakan babam katarlar boyunca gözyaşı şişelerini görmezdi o, karın kapadığı damları temizleyendi sadece yorulunca uzaklara dalan, bulutlara yürürüm, diye düşünürken müebbet oldum ona. gözlerim sarındığım yazlar için ıslakken onun sefer taslarında kaynamış taşlar, önünde, gidemediği arafat dağı solgun takvim yaprakları cebinde.. her akşam kurulan bir saatti babam. öldürdüklerinde namazını kılan acıya vakıf bir adam. sırtından kayan hırkasını okşarken bana yeter sanırdım içimdeki haya taşı. oysa herkes adak, her şey ses’ti doğu'da. bu sözle dirilip bu sözle yaklaşırdım sırtındaki hançere babasız kalan babamın oğulsuzluğuna dokunurdum. ummam, diye düşünürken sebep oldum ona. yaban olaydım gelirdim merhamet sathına içimdeki bu fazla yaldızı döker makas değiştiren trenlerin permilerine sığınarak uzak çocuklarıyla konuşurken hep sesi titreyen babamın ilmini anlardım o zaman: ey bulanık geçmiş, onun gam oğulları neden babalarla bu kadar sus çocuklar. çırpınan bir saralının, durulduktan sonra dünyaya fırlattığı o mahzun bakış gibi, babasına halef olan her çocuğun bir şerden kopardığı parsa gün gelir ona da serap olur, diyendi babam. o zaman şakaklarımdaki parmaklar sadık değildi kursağımda daralan bu sözün anlamına. çünkü lazım gelirdi ki hiç bir söz bizi töhmet altında bırakmasın ya da kurulanmasın çocukluktan arta kalan gözyaşları.. babam kuytu konuşur ve susardı. katrana bulanmış bir ağacın aleviydi o. dönmem, diye düşünürken tavaf oldum ona. kıssalarla büyüyen bir yol eriydi babam yanlış bir hayatın doğrusunda ısrar. istasyon çeşmelerinin üşüyen suları gibi o fer gözlerden gideli çok o çorak toprak ezel birbirimizin ayazında bir ibre ve hata: her baba aslında bir imadır oğluna. mevsimler, yıllar ve hayat ah, böyle böyle geldim huzura. çiğnedim babamın sancı sırtını gittim raylarda unutulan hikayelerin kahrına. ben o dişi taşların oyuklarında duaydım artık. alışır, alışır, diye düşünürken merak oldum ona. kilitlenen dişlerimi açmak için bir seda kadına vardım sonunda. oysa, hummayla kıvranırken babamın yastığıma bıraktığı gazozlar gibi köpürmüştüm aşklara: başka biri seyrediyor gözlerinde sanki bazen kaç kişi - derdi o üzünç kadın. bir başıma geçerdim ölüm mülkü vefa topraklarını sabır çekerdim ağzımdan dökülen veda sularına. soluksuz bir sabahın ayazında uzun ve ıslak mühürlerle dönerdim sonunda. fermandır: babayla bozgun her çocuk hoyrattır elbet aşklarına. çünkü zamansız yolcuya susar kavşaklar. dedim, dedim ve revan oldum ona haddim bilsem, yorgun sazlıklardan bir hırka için geçmezdim. ah, anlardım: sokaklar evlerden de helak. bütün gece yağmurda ıslanmış bir köpek gibi boynumu sebepsiz bir boşluğa uzatarak bir duvar dibine tüneyip konuşurdum elbet: babam neden bizden önce kalkardı sofradan.. ama artık geç bağışlanma dilemek ondan çünkü kara örtüler atılırken üstüme canıma kesilen paralar da heba. hiç gitmedim kendimden uzağa, diye düşünürken sıla oldum ona. göğü ne kadar hatmetsem varamazdım artık asayla yürüyen bir babanın efkarına. varamazdım, çünkü gördüm: yaşlandı babam bulanık sulara benzeyerek. silinmiş el yazmaları, boynundaki teslim taşı, her cuma evimizden çıkan yetim yemekleri kadar ferahtı giderek azalmış öfkesine.. laf körüğü dünya: yaşlandıkça neden yalvaran kabirler gibi bakardı babalar. neden! diye düşünürken medet oldum ona. ezber bir dille uzandım sayfalara umarsız tepeler, suyu azalmış hürmetler dolandım sabah ezanları kadar kimsesizdim artık. oysa nasıl da yalandı geçtiğim ayetler bunca küf, bunca batık ve sır neyi söylerdi marifet miydi sümbüllerle açılan sesimin örgüsü beni ehven-i şer’den öteye götürür müydü takatsiz dillerin esvabını yırtan menkıbeler küllenen bir ocağın başına oturtup babama o giz sözleri söyletir miydi yeniden: günüm ve zamanım nerdeyse orda tamamım nerdeyse şer meleklerim orda hazırım.. rüzgarda dalgalanan bir perde kadar dokunaklıydı onca aleve susan babamın gözleri. bakmam, diye düşünürken nişan oldum ona. yıllarla hatırladım: kaza ve bela ondan yanaymış eski zaman. kabuğuna alışmış bir yaraya yeniden ilişmenin hazzı gibi yaşlandıkça anılar ona yorgan: keçesine sarınıp dağları uyuttuğu şehri hınzır bir ıslıkla geçtiği gençliğinin haram günleri, ürperdikçe ağlayan babam.. ne bir şarkıya nefes kaldı onda ne rabbin dağlarında heves. bütün çocuklarına gizli gizli ağlayan bir kolun sancısı oldu zamanla. sabaha karşı, mağlup trenlerin sarı istasyonlara yanaşması gibiydi babam. herkesin kulak kesildiği bir sala oldu sonunda. unuturum, diye düşünürken mürekkep oldum ona: artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan yüzüne bakınca duydum ancak: anneler erken, ölümlerine yakın sevilir babalar.
··
256 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.