Gönderi

Yalnızlık mı yoksa benzerlik mi
Birey olarak mı var oluruz yoksa toplumun var ettiği parçalardan mı ibaretiz? Toplum mu insanı etkiler yoksa insan mı toplumu oluşturan ana etmendir? Yüzlerce yıldır tartışılan konu başlıklarından birisidir. Bu tartışmayı, konuda mihenk taşı sayılabilecek eserlerden birisi olan Gustave Le Bon'un ''Kitleler Psikolojisi'' adlı kitabından yararlanacağımız anekdotlar ile götüreceğim. Le Bon bireysel eylemleri şu şekilde açıklar; ''Bütün eylemlerimizde bilinçdışının payı büyük, sağduyununkiyse oldukça küçüktür. Bilinçdışı hala keşfedilmemiş bir kuvvet gibi hareket eder. '' Öncelikle bu kısım üzerine detaylı yazmadan önce bilinçdışı kavramı üzerinde durmakta fayda var. Bilinçdışı kavramı yüzlerce yıldır tartışılan; böyle bir mekanizmanın var olup olmadığı, var ise hür iradenin tamamen göz ardı mı edilmesi gerektiği yoksa yer yer kendini gösteren bir metot ile mi yoksa bütünüyle insanı yöneten bir mantıkla mı var olduğu bilinmemekte ve tartışılma serüvenine devam etmektedir. Temel tanıma göre bilinçdışı, bireyin istemli-istemsiz maruz kaldığı bütün kavram veya olayların hapsedildiği, davranışlarını, içsel süreçlerini vb. tüm durumlarını etkileyen mekanizmadır. Le Bon'un açıkladığı kısma göre ise tamamen olmasa da çoğunlukla bireyin eylemlerinde bu bilinçdışı gücün payı çok yüksektir. Le Bon'un bilinçdışı kavramı kolektiftir. Toplumu yöneten bu kavram ancak kolektifliği ile bu gücü elinde tutabilme başarısını göstermektedir. Ona göre bireysel bütün yetkinlikler, bizi biricik yapan bütün detaylar kolektif ruh karşısında dayanamaz ve yok olurlar. Peki, bundan sonra ne olur? İşte asıl mesele burada başlamakta bireyselliğin, biricikliğin tükendiği noktada bizi ne beklemektedir? Bireylik mi yoksa toplumsallık mı bizi ileriye götürecektir? Çoğunluk fikirler kabul görseler de kabul görmelerinden dolayı doğru veya gerçek olarak anılabilirler mi? Bu kolektif bilinçdışı eylemleri bireylerin bilinçdışında mevcut ortak durumların birleşimi sonucunda ortaya çıkan bir harman şeklinde düşünülebilir. İlkel insanların yerleşik hayata geçmelerinden beri gelen sorunlar ve durumlar bu bilinçdışının temel parçaları olmuştur. Bir yönetici seçme veya bir kişinin yönetici olmak adına sağladığı mücadele, savaşlar ve kıtlıklar, temel ihtiyaçların giderilmesi ve aşırı tüketim sorunları gibi birçok durum aslında kitle halinde yaşamaya başlayan insanların kitle psikolojisi ile yürüttüğü veya kolektif bilinçdışı ile yürütmek zorunda kaldığı durumlardır. Peki, bu durum tamamen bilinçsiz yaşam veya bilinçsiz bir dünya düzeni demek midir? Hayır. Bu kolektif bilinçdışı kavramlarını kavrayabilen insanlar her vakit olmuştur ve bunu kitleleri yönetmek adına kullanmışlardır. Bu seferde sadece bilinçdışının değil bilinçdışını kullanmayı bilen insanların kölesi olmakta değiliz de nedir? Bir toplumu yönetmek istiyorsak eğer o toplumu oluşturan kültürel, dini, geleneksel kavramları çok iyi bilmemiz gerekmektedir. Bu kavramlar ise geneli bilinçdışında yatan kolektif kavramların birleşimi ile oluşmaktadır. Örneğin din kavramında kültürel ve geleneksel detaylara rastlamamak mümkün değildir. Bunların harmanı sonucu oluşan kolektif karakterize yapı bilinçdışımızda sağlam zeminle kurulmuş bir bina gibidir. Bu binayı oluşturan yapı ve binanın krokisini çok iyi bilen kişiler kaybolmadan içerisinde gezebilirler. Bu insanlar genellikle imparatorlar, inanç önderleri vb. kişilerdir. Le Bon'a göre bu kişiler toplumlarını çok iyi tanıyan birer psikologdurlar. Monarşi, oligarşi veya demokrasi hangisi olursa olsun en iyi yönetim biçimi halkının kolektifini en iyi okuyabilen kişinin yönettiği ülkenin yönetim biçimidir. Buradaki ''en iyi'' vurgusu refah seviyesi veya güç anlamında değil de vatandaşın hissettiği şeklinde en iyi olarak kullanılmıştır. Örnek vermek gerekirse yönettiği toplumu savaştan savaşa sürükleyen bir imparator düşünelim. Hiçbir toplum veya insan için ölmek veya öldürmek istenilen bir durum değildir. Ancak bu toplum eğer gerek dini gerekse milli değerleri açısından ortaya atılan bazı sebepler gereği ölmenin ve öldürmenin onurlu bir davranış olacağı düşüncesini kolektif olarak kabul görmüş ise bu savaş durumu da ölmek veya öldürmek onlar için asla rahatsız olunacak bir durum olmayacaktır. Bireysel olarak düşündüğü takdirde bu düşünceyle çelişen fikirler içine girebilir ancak bundan sıyrılması için toplum yeteri kadar güçlü ve baskılayıcıdır. Aynı zamanda yönettiği toplumu çok iyi bilen imparator, gerek propagandaları ile gerek bu hislerin köpürtülmesi adına yapmış olduğu hamleler ile bireyi bu fikirlerden uzaklaştıracaktır. Erich Fromm'un ''Özgürlükten Kaçış'' eserinde de vurgulamış olduğu gibi ''Bir öğreti ne kadar mantıksız olursa olsun, toplum tarafından kabul edilerek güç kazandığı zaman milyonlarca insan kendilerini dışlanmış ve izole edilmiş hissetmektense ona inanmayı tercih edecektir. '' Bu zamana dek yaşanmış veya yaşanacak her ne kadar savaş, devrim, kıtlık ve bu kadar büyük çapta olmasa da yaşanmış yaşanacak çoğu olayın bilinçdışı kavramını yönetmek ve insanın kendi bilinçdışını başkalarına sunmaları sonucu olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bunun da en mantıklı sebeplerinden birisi aslında insanın özgür olmaya duyduğu korkudur. İnsan sözde özgür olmaktan bahsetse de aslında denetim altında bir özgürlük yaşamaktan her zaman daha mutlu olmuştur. Sınırlar, kanunlar, kurallar, emirler gibi unsurları benimsemek genel insanlık tarihi açısından istisnalar dışında her daim kabul görmüştür. Çünkü özgür olmak yalnızlıktır. Sadece biriciklikler temelinde sürülen bir yaşamdır. İnsan toplum olarak yaşama güdüsünden kurtulamamaktadır. Özgürlüğün temelinde gerçekten de yalnızlık mı yatar sorusu akılları kurcalayan temel sorulardandır. Benim görüşüme göre evet. Çünkü özgürlük kavramı evrensel bir temele oturtulamayacak kadar bireyseldir. Cinsel yönelimden, hukuka, temel ihtiyaçların giderilmesinden, din kavramına kadar her biri evrenselleştirilemeyecek kadar öznel kavramlardır. Bunları tek çatı altında yalnızlığın huzursuzluğundan kurtarabilmek adına da toplum olmak ve toplum olarak kabul edilen sınırlar dâhilinde yaşamak gerekir. Bu da kolektif olan getiriler ile sorunsuz götürülmeye çalışılmıştır. Bu sorunsuz götürme durumu da globalleşen dünya da yalnızlık huzursuzluğu yerine başka huzursuzluk tohumlarını yeşertmeye başlamıştır. İçsel farklılıkların yarattığı yalnızlıktan kurtulmak adına dışsal benzer insanların oluştuğu makine dişlisi çarklarına evrimleşen insan nesli bu durumun sonuçlarından en başta gelenidir. Bireyin yalnızlığından doğan huzursuzluk mu yoksa topluma uyan insan kopyaları mı olmalıyız? Belki yüzlerce belki binlerce yıldır tartışıla dursun sonuçta bizi bekleyen şey bir huzursuzluk söz konusudur. Bunu ne ile kaldırabiliriz bilinmez. Yalnız mı olmalıyız yoksa kopya mı? Biraz da bunu düşünmeli insan.
149 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.