Gönderi

Sevgi Üstüne
Âşık olmayı, dikkatin başka birisine saplanması olarak tanımlarken, sevgi içinde olma durumuyla yaşamda ilgimizi sonuna dek çeken ciddi, ivedi siyasal ve ekonomik binlerce durum arasındaki ayırım çizgisini yeterince belirtmiş olmuyoruz. Oysa bu iki durum arasındaki ayrım köklü bir ayrımdır. Âşık olduğumuzda, dikkatimizi başka bir insana isteyerek yoğunlaştırırız; ama yaşamın gerektirdiği zorunluluklarda dikkatin bir yere saplanması, isteğimizin tersine, dışarıdan dayatılan bir zorunluluktur. Yaşananlar açısından bakıldığında, cansıkıcı bir durumda bizi en çok kızdıran şey, o şeye zorlanmış olmamızdır. Etken ve edilgen dikkat arasındaki ayrımı ilk kez hiç değilse yetmiş yıl önce ortaya çıkaran kişi Wundt'tu. Örneğin, bir el ateş edildiğini duyduğumuzda, dikkat edilgendir. Bu beklenmedik ses, bilincimizin kendiliğinden akışı içine zorla girer ve dikkatimizi kendisine çeker. Âşık olan insanın dikkatinde bu türden bir zorlama yoktur, çünkü onun ilgisi sevgiliye isteyerek yöneltilmiştir. Bu olgu dikkatli bir çözümlemeden geçirildiğinde, dikkatimizi hem isteyerek, hem de denetleyemeden yöneltmişiz gibi çok garip bir, iki yanlılık ortaya çıkar. En ince anıştırmalarıyla düşünürsek, âşık olan her insanın, istediği için âşık olduğunu söyleyebiliriz. Eninde sonunda normal bir olgu olan âşık olmayı, hasta bir olgu olan saplantıdan ayıran şey de budur. Saplantılı kişi, o fikre kendi isteğiyle "yakalanmış" değildir. Onun durumunda korkunç olan şey kısaca şudur: Kendisinin olsa da o fikir, o insanın kafasında, ne idüğü belirsiz, aslında var olmayan "başka biri'nden gelen inatçı, dış kaynaklı bir dayatma olarak ortaya çıkar. Âşık olmanın dışında, dikkatimizi kendi isteğimizle bir başkasına yönelttiğimiz tek bir durum daha vardır. Bu da nefret durumudur. Nefret ve sevgi, her şeyde, birbirine düşman ve zıt ikizlerdir. Tıpkı âşka düşme edimi gibi en az bunun kadar sık rastlanan"nefrete düşme" edimi de vardır. Âşık olma döneminden çıktığımızda, uyanmaya, düşlerle dolu bir geçitten çıkmaya benzer bir izlenim ediniriz. O zaman, normal görüş açısının daha geniş ve daha ferah olduğunu anlar, tutkulu zihinlerimizin çektiği büyülenmeyi, arıklaşmayı fark ederiz. Bir süre, nekahet dönemlerine özgü o sallantıda olma, dermansızlık ve gönül kırıklığı içinde yaşarız. Bir kez başlamaya görsün, âşık olma süreci umutsuz bir tekdüzelikle ilerler. Daha açık söyleyecek olursak, âşık olanların hepsi akıllısı da aptalı da, genci de yaşlısı da, burjuvası da sanatçısı da hep aynı biçimde âşık olurlar. Bu, âşık olmanın mekanikliğini doğrular. Âşık olmada salt mekanik olmayan tek yan, sürecin başlangıcıdır. İşte bu nedenle biz, ruhbilimci olarak, sevgi olgusunun öbür evrelerinden çok başlangıcıyla ilgileniriz. Bir kadının ilgisini bir erkeğe, bir erkeğin ilgisini de bir kadına çeken şey nedir? Bir insana, fark edilmeyen yığınla öbür insanın arasında o ayrıcalığı sağlayan nitelikler nelerdir? Konunun en ilginç yanının burada yattığı kuşkusuzdur, ama en karmaşık yanı da gene budur. Âşık olanların hepsi aynı biçimde âşık olsalar da, hepsi aynı nedenle âşık olmazlar. Evrensel olarak sevilen tek bir nitelik yoktur. Bununla birlikte insanların sevdiği ve erotik yeğlemelerin değişik türlerini yaratan şeyin ne olduğu gibi, hileli mantıkla yönetilen bir konuya el atmadan önce, ilginin felce uğraması açısından, âşık olmakla gizemcilik, daha da önemlisi hipnoz arasındaki umulmadık benzerliğe değinmek yerinde olacaktır. Aşık Olma, Kendinden Geçme ve Hipnoz Evin hanımı, hizmetçinin aklının başka yerde olduğuna dikkat etmeye başlayınca kızın âşık olduğunu anlar. Zavallı hizmetçinin dikkati, çevresindeki nesnelere yönelme özgürlüğünü yitirmiştir artık. Kız bir hayal içinde yüzmeye başlar; kendi içine çekilir; ta derinlerinde, hep kendisiyle olan sevgilisini düşünür sürekli. Böyle kendi özüne kapanması, seven kişiye bir uyurgezer, mecnun, "büyülenmiş insan" havası verir. Âşık olmak aslında bir büyülenmedir; Tristan'ın büyülü iksiri her zaman, çok yoğun bir anlatım gücüyle, aşkın ruhsal sürecini simgelemiştir. Gündelik dilin, bin bir sezgiyi içinde yoğunlaştıran deyişlerinde, olağanüstü ama henüz kapısı açılmamış son derece doğru ruh bilimsel hazineler saklıdır. Aşkı esinleyen şey her zaman belli bir "büyülenme"dir. Sevgi nesnesine, bir büyüleme yönteminin büyülenme adını takmak, anonim bilincin, dili yaratan bilincin, âşıkların içine düştüğü olağanüstü, karşı konulmaz durumu çok iyi gözlemlediğini gösterir. Şiirin, cantus ya da carmen denen en eski biçimi, büyülü formülü oluşturur. Bu formülün törenine ve büyü etkisine incantatio deniyordu; (İspanyolca'da) encanto ya da büyülenme, Fransızca'da, carmen'den türetilen charme buradan gelir. Sevginin büyüyle ilişkisi bir yana, bence âşık olmakla gizemcilik arasında şimdiye dek gözlendiğinden çok daha büyük bir yakınlık vardır. Bu temel yakınlığı, gizemcilerin kendilerini anlatır-, ken kullandıkları erotik sözcüklere, imgelerdeki şaşırtıcı benzerliklere bakarak önceden fark etmemiz gerekirdi. Bu dinsel olguya ilgi duyanların hepsi aynı gözlemlerde bulunmuş ama bunların bir eğretileme olarak açıklanabileceğini sanmışlardır. Eğretilemelerde de biçemde olan şey oluyor. Bazıları, bir şeyi eğretileme ya da biçem olarak sınıflandırdıktan sonra işin bittiğini, daha öte bir inceleme yapmanın gerekmediğini sanıyorlar sanki eğretileme ve biçem, başka gerçekliklerle eşit çapta, en az onlar ölçüsünde tutarlı bir şey değilmiş, yıldızları yöneten yasalar ve nedenler ölçüsünde güçlü yasalara ve nedenlere bağlı bir şey değilmiş gibi. Gizemciliği inceleyenlerin hepsi, kullanılan erotik sözcüklerin çokluğuna dikkat çekmiş olsalar da, bu gözlemlerine asıl ağırlığını kazandıracak tamamlayıcı yanını görememişlerdir. Bu yan şudur: Âşıklar da dinsel deyişler kullanma eğilimindedirler. Platon'a göre sevgi "kutsal" bir deliliktir; her âşık sevgilisini kutsal sayar ve onun yanında kendisini "cennetteymiş gibi" duyar vb. vb. Aşkla gizemcilik arasındaki bu garip dil alışverişi, bizi ortak bir köken bulunduğundan kuşkulanmaya götürür. Ruhbilimsel bir olgu olarak gizemcilik süreci aslında âşık olmaya benzerlik gösterir. Öylesine benzerlik gösterir ki ayrıntılarda bile bıktırıcı tekdüzelikte bir çakışma görülür. Âşık olmak nasıl hep aynı biçimde kendini gösteriyorsa, her zaman ve her yerde ortaya çıkan gizemciler de hep aynı şeyleri yapmışlar, aslında hep aynı şeyleri söylemişlerdir. İstediğiniz gizemcilik kitabını elinize alın Hintli, Çinli, İskenderiyeli ya da Arap, Germen ya da İspanyol olsun o kitap, hep o aynı aşkına kılavuzla, bilincin Tanrı'ya doğru ilerleyişini gösteren bir yolculukla ilgili olacaktır. Evreler ve araçlar, bazı dışsal ve rastlantısal ayrımların dışında, hiç değişmeden kalacaktır. Kilise'nin, gizemcilere yaklaşırken bu gibi kendinden geçme serüvenlerinin, saygınlığını yitirmesine yol açacağından korkuyor muşçasına her zaman takındığı o hoşgörüsüz tutumunu çok iyi anlıyor, bu tutuma en passant katılıyorum. Kendinden geçen kişi az çok deli sayılır.
·
229 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.