Uzun yıllar boyunca devam eden bir miras davası merkezinde gelişen olaylar zincirini ele alıyor “Kasvetli Ev”. Olaylar zinciri derken abarttığımı sanmayın; Dickens hikayesini 1850ler İngiltere’sindeki sosyal yapıyı ve özellikle hukuk sistemini eleştirir şekilde kurgularken, 50den fazla karakterini de bir şekilde birbirine bağlı -hatta iteleyerek- ilerletmeye çalışıyor.
Dickens’ın en ünlü romanlarından biri “Kasvetli Ev”. Karmaşık yapısına rağmen kotarılabilmesinin yanısıra Dickens’ın sembolik anlatımı, içerdiği romantik ve gizemli aşk hikayeleri ve detaylı betimlemeleri ile yayınlandığı dönemde yazarın ününe ün katmış. 2005 yılında BBC tarafından televizyona da uyarlanmış ve 15 bölümlük bir dizi olarak yayınlanmış. Diziyi izlemedim, ancak izleyen arkadaşlarım sevimli ve sürükleyici bir dönem dizisi olduğunu söylediler. Bunda, İngiliz sinemasının birçok başarılı isminin yapımda yer almasının etkisi de büyük bence… Zira roman oldukça zor ilerliyor ve Dickens’ın başka eserlerinin -bence özellikle “Büyük Umutlar”ın- yanına bile yaklaşamıyor.
İki anlatıcımız var romanda. Dickens, ana kahramanı sevimli ve becerikli Esther Summerson’ı ana anlatıcı olarak belirlemiş ve çoğu olayı bu karakterin ağzından aktarmış. Ancak Esther’in olmadığı sahnelerde; çoğunlukla da avukat yazıhaneleri, mahkeme koridorları ve sokaklardaki hayatı aktarırken, anlatıcı yazar kimliğine bürünmüş. Bu ikili anlatım kafa karışıklığına yol açmıyor, ancak okuyucu için bir cazibesi de yok.
Hikayenin merkezinde bir miras davası var. İngiltere Sanayi Devrimi’nin getirdiği değişikliklerin sancıları ile boğuşurken, hukuk sistemi de can çekişiyor. Artan iş hacmi ile birlikte davalar uzadıkça uzuyor -korkmayın, hala bizdeki kadar kötü değil-, hakimler evraklar arasında kayboluyor, avukatlar daha fazla para alabilmek uğruna her evrağa itiraz ediyor ve adalet bir türlü yerine gelmiyor. Üstüne üstlük bir miras söz konusu olduğunda uzun süren davanın artan mahkeme masrafları nedeniyle mirasçılara kalan para kuşa dönüyor. İşte hikayemizin başrol oyuncularından orta yaşlı John Jarndyce de böyle bir davanın mirasçısı. Benzeri davalardan gelecek miras paylarını beklerken yaşlanan, sağlıklarını, hatta akıllarını kaybeden aristokratları görerek büyüdüğü için Jarndyce konuya farklı yaklaşıyor; davayı hiç takip etmiyor, ortak mirasçılar olan kuzenlerini evine davet ediyor ve onlarla ihtilaflı değil, sevgi dolu ortak bir gelecek kurmayı istiyor. Kuzenlerle birlikte eve davet edilen ve evi çekip çevirmesi beklenen sevimli kahramanımız Esther Summerson da hikayeye işte böyle dahil oluyor.
Sonrasındaki ilişkiler o kadar karmaşık ki, hiç bahsetmeyeyim. Ancak Dickens bir kısmı son derece çekici (Skimpole gibi, parayı önemsemeyen, zenginlerin yanında bir şekilde geçinen iyi niyetli ama asalak biri; ya da sokaklarda büyümüş, zavallı, çöpçü çocuk Jo gibi), ama çoğunluğu son derece sıkıcı 50den fazla karakterin arasında bizi gezdiriyor, bu karakterleri birbirine bağlıyor, aralarından esrarlı ilişkiler ya da mutlu aşklar çıkarmaya çalışıyor.
Dickens’ın zaten hep sembolik bir anlatımı var; ama bu eserinde sembolizm çok üst seviyede, dolayısıyla da hikayenin istenen sürükleyiciliğini alıp götürüyor. İnsanların iyi mi, yoksa kötü mü olduğunu okuyucu zaten ilk sahnelerindeki tariften anlıyor; sonra ortaya çıktıkları her sahnede de Dickens aynı özellikleri (iyi, kötü, cimri, aptal, uyanık, vs…) farklı kelimelerle tekrarlayıp duruyor. Öyle ki, her karakter bir karikatüre dönüşüyor sonunda… Üstelik yırtık çoraptan çıkar gibi ortaya serpilmiş bunca karakter yetmezmiş gibi onca özenli betimlemeye karşın -rüzgarın yönü, aydınlık-karanlık, şehre yağan kurum, kuşların isimleri, vs…- okuyucu ortamın atmosferini de bir türlü hayal edemiyor. Bir müddet sonra o tuğla kalınlığındaki 1.000 sayfaya bakıp nasıl biteceğini düşünüyorsunuz.
Dickens’ın İngiliz Edebiyatı için taşıdığı önemi biliyorum, çoğu eserini seviyorum da. Bence Sanayi Devrimi sonrası değişen toplum psikolojisini en yakından ve en detaylı aktaran yazarlardan biri Dickens. Anlıyoruz ki Dickens o eski günleri; küçük kasabalarda herkesin birbirini tanıdığı, yardımlaştığı, yavaş ama keyifle çalıştığı, paranın sadece geçinmek için istendiği, hırsın ve hırsızlığın ayıplandığı o yılları çok özlüyor. Yeni İngiltere; artan insan sayısı, iş yükü, fabrikalarda makineleşmiş bir çalışma ortamı, para hırsı ve gelir dengesizliği ile çok rahatsız ediyor Dickens’ı. Nitekim bu romanında da küçük çöpçü çocuk Jo ile bence toplumsal vicdanı tekrar harekete geçirmek, kaybedilen değerleri hatırlatmak istiyor.
1850lerde yazarlar romanları bölümler halinde gazetelerde tefrika edildikçe para kazanıyordu. Dolayısıyla okurken beni çok yorsa ve hatta kimi zaman kızdırsa da, Dickens’ı anlayışla karşılıyorum! Romanı okuduğum için memnunum. Ancak kimi karakterler çıkarılsa; yazar Skimpole’a, avukat Tulkinghorn’a, Lady Dedlock’a, küçük Jo’ya daha fazla odaklansa çok daha keyifli bir roman olurmuş diye düşünmeden de edemiyorum.