Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

205 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
8 günde okudu
Uçurum İnsanları
Bir Çin atasözü şöyle der: eğer bir adam aptallık içinde yaşarsa, diğeri açlıktan ölecektir; ve Montesquieu da şöyle der: ‘İnsanların çoğunun bir kişi için giysi yapmakla meşgul olmaları, giysisiz birçok insan olmasının sebebidir.’ Jack London 1800’lerin vahşi kapitalizminin 1900’ler İngiltere’sindeki yansımalarını kaleme aldığı ‘Uçurum İnsanları’ adlı romanında, toplumun büyük bir çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının sefalet içindeki yaşam koşullarını konu edinmiştir. Jack London, ‘Neden insan hayatının düşündüğünüz kadar değerli olmadığı yerler var deniyor?’ sorusuna cevap bulmak adına 1900’lerin başlarında Amerika’dan Londra’nın ünlü Doğu Yakası’nda yaşayan insanların ne şartlarda yaşamlarını sürdürdüklerini öğrenmek için yola çıkar. Arkadaşlarının polis rehberliğinde gitmesini söylemelerini umursamayan Jack Doğu Yakası’nda bir eve yerleşir ve kitabı bu evde yazmaya başlar. Anlatılanlar Londra’nın doğu yakası mahallesinin hikâyesi gibi görünse de aslında insanlık dışı bir sistem olan kapitalizmin dünya işçi sınıfına yaşattıklarının hikâyesidir. Doğu Yakası’nı ilk gördüğünde hissettikleri ve gördükleri şöyledir; ‘Caddeler yeni ve farklı bir ırkın -kısa boylu, perişan ve sırılsıklam sarhoş bir görünüm- insanlarıyla doluydu. Millerce tuğla ve pislik dolu yerlerden geçtik ve her cadde ve dar sokaktan tuğla ve sefalet görüntüleri yansıyordu. Pazar yerinde yaşlı adamlar ve kadınlar çamura atılmış çöplerin içinden çürük patates, fasulye ve sebze bulmaya çalışıyorlardı.’ 1900’lerin başlarında İngiltere’nin batısı her geçen gün gelişip, göz kamaştırmaya devam ederken, Doğu Yakası’nda her gün bir önceki günden daha fazla insan uçurumdan aşağı itiliyorlardı. İngiliz burjuvazisi, Doğu Yakası’nda ‘yaşayan’ yoksul yığınların üretimlerine el koymakta ve onlara asgari düzeyde bile olsa yeniden üretme şansı vermemektedir. Üstüne üstlük halk aşağılanmakta ve cahil, değersiz bir yığın olarak görülmektedir. Jack London Doğu Yakası’na ilk geldiğinde görünüşünün ve kılık kıyafetinin vermiş olduğu yetkiyle gördüğü saygının orada yaşaması için engel olmaması adına kendine eski ve yırtık kıyafetler almıştır. O saatten sonra kimse ona ‘Efendim’ dememiştir. Şimdi kullandıkları kelime ‘Dostum’dur. Ceketinin yırtık kolları onun sınıfı, sınıfının bir rozeti haline gelmiştir. Doğu Yakası’nda yaşamaya çalışan işçiler, insanların en temel hakkı olan barınma hakkında bile yoksundurlar. Kazançlarının büyük bir bölümünü sığınmacı gibi yaşamak için verirler. Bu evlerde tuvalet ve ısınma gibi olanlar da yoktur. Bir insanın sadece canlı kalabilmesi için bile yeterli olmayan bu koşullarda bu insanlar ölümle yaşam arasında, uçurumun kenarında yaşamaktadırlar. “İnsanları domuz ahırlarına benzeyen yerlerde yaşatır ve çalıştırırsan onlardan güzel düşünceler temizlik ve istek bekleyemezsin” der Jack London, uzaklarda yaşayan İngiliz hanımefendi ve beyefendilerine. Onlar köşklerde ve bahçesinde çiçek yetiştirdikleri villalarda otururlardı. Kaçtıkları ‘uçurumu’ düşündükçe gururlanıp göğüslerini kabartırlar ve diğerleri gibi olmadıkları için Tanrı’ya şükrederlerdi. Bu yaşam biçiminde yaşamaları işçi sınıfının insan olabilme olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Madenlerdeki kötü çalışma koşulları, her yaştan kadın ve erkeğin birlikte çok az bir para uğruna çalışmak zorunda kalmaları insan ilişkilerini zedelemektedir. Sevgi ve saygıdan yoksun bir toplum beraberinde yozlaşma ve ahlaki çöküntü beraberinde getirir. ‘Bu insanlar hallerinden hoşnuttular, onları örten rahatsızlığa rağmen gayet iyiydiler. Ama bu sadece aptal, hayvani bir mutluluktu, tok karınlarının memnuniyetiydi. Hayatlarındaki hâkim şey maddecilikti. Aptal ve hayal gücünden yoksundular. Uçurum onları saran ve hafifleten, sersemletici bir atmosfer sızdırıyordu sanki. Din onların yanından geçip gitmişti. Görünmeyen onlara ne korku ne zevk veriyordu. Görünmeyenin farkında değildiler. İçine battıkları uyuşukluk onları kötüye götüren ölümcül bir tembellikti. İlerleme yoktu ve onlar için ilerlememek uçurumun içine düşmek demekti.’ Doğu Yakası’nda yaşamanın kahredici bir yük ve anlamsız bir eziyet haline geldiği bu durumdan ölerek kurtulmak isteyenlerin sayısı artmaktadır. Kitapta bir adam Jack London’a şunları söyler: ‘Oğlum sakın yaşlanmaya kalma. Gençken öl, yoksa bu hale gelirsin. Bundan emin ol. 87 yaşındayım ve ülkeme adam gibi hizmet ettim. Üç örnek davranış madalyası ve Victoria Hacı ve işte karşılığında aldığıma bak. Keşke ölsem, keşke ölsem.’ Doğu Yakası insanları yoksulluk ve sefalet uçurumunun dibinden intihar edip kurtulmak isterlerken bile özgür değillerdir. Mahkemeler yargılamakta ve “ölmeyi beceremeyip sağ kalma “suçu” işlediği tespit olunanlar hapsi boylamaktadır. Örneğin, Stalybridge yargıçları başkanı, Bay R. Sykes, kendini kanala atmak isteyen Ann Wood’un davasında: ‘Neden suyun altına girip buna bir son vermedin, bize tüm bu sıkıntıyı ve belayı yaratmak yerine?’ diye sorar. Kapitalizmin adaleti, hukuku, yasaları, bugün olduğu gibi o günlerde de Doğu Yakası işçilerinin hayatlarını gasp etmiş, yaşama haklarını elinden almış ve ölme özgürlüklerini bile kısıtlamıştır. Londra sokaklarındaki banklar, işçilerin oturması ve dinlenmesi için değildir. Evsizlerin geceleri banklarda uyuması bile yasak olan bu insanlar her mevsim oradan oraya sürüklenip dururlar. Uyumaya kalktıklarında ise yasaların gücü ve polis devreye girer. İşçi sınıfı için burjuva adalet mekanizması çok hızlı çalışır. Tıpkı günümüzde olduğu gibi… Jack London bu durumu kitapta şöyle ifade etmiştir: ‘Ve sevgili rahat insanlar, eğer bir gün Londra Kasabası’nı ziyaret ederseniz ve bu adamları çimlerin veya bankların üzerinde uyurken görürseniz, lütfen onların uyumaya çalışmayı tercih eden aptal yaratıklar olduğunu düşünmeyin. Bilin ki otoriteler tüm gece onları yürümek zorunda bırakıyor ve gün içinde de gidip uyuyabilecekleri bir yer yok.’ En kıymetli yemeği ekşimiş yulaf ezmesi olan ve yoksullar için inşa edilen barınaklara ‘çivi’ denmektedir. Jack London Doğu Yakası halkıyla orada kalabilmek için saatlerce kuyruk bekler ve ‘çivi’ye girer. Bu çivilerde kalmanın bir bedeli vardır. Yoksullar evi olarak adlandırılan bu barınaklarda kalanlar yediklerinin ve yattıklarının bedelini ödemeden oradan ayrılamazlar. Jack London’ın bir gece bile dayanamayıp kaçtığı bu mikrop yuvası “çivi”ler, yoksul ve hastalıklı her yaştan işçinin en büyük umut kapılarından biridir. Bu zorlu yaşam, kendi dilini de yaratmıştır. Uykusuz olduğu halde banklarda yatması yasak olunca yürümek zorunda kalmaya “sancak taşıma”, aç kaldığında bedava yemek yiyebildiği yere “askı”, korkunç yataklarda yattığı, taş gibi ekmeğini yediği yoksullar evine de “çivi” der Doğu Yakası halkı. İngiliz işçi sınıfının bira ile dolu olduğu söylenebilir. Birayla sırılsıklam olup aptallaşıyorlar. Yeterlilikleri maalesef zayıflıyor ve hayal güçlerini, icat etme ve hızlılık yetilerini kaybediyorlar. Sonradan kazanılmış bir alışkanlık demek zor, çünkü onlar biraya ilk çocukluk çağlarından beri alışıyorlar. Çocuklar sarhoşluğa doğuyor, ilk nefeslerini almadan birayla doyuruluyor, bunun kokusuna ve tadına alıştırılıyor ve biranın tam ortasında yetiştiriliyorlar. Sadece bira insanlar için sağlıksız değil, aynı zamanda insanlar birayı içmek için sağlıksızlar. Diğer yandan, onları iten şey sağlıksız olmaları… Doğu Yakası insanının bu alışkanlığı, sağlıksız çalışmaya ve yaşamaya, sağlıksız iştahlar ve arzulara yol açıyor. “Daha 19. yüzyılda beş kişi bin kişinin yiyeceğini sağlayabilmektedir. Öyleyse neden insanların büyük çoğunluğu daha iyi durumda yaşamamaktadır?” diye soran Jack London şöyle devam eder: “Bugün bizi kendisine mahkûm eden bu sistem işçinin durumunu bir ilkel insandan daha kötü bir duruma sokuyorsa o zaman pazarları ve sanayisiyle birlikte ortadan kaldırılmalıdır.”
Uçurum İnsanları
Uçurum İnsanlarıJack London · İlya Yayınevi · 20073,543 okunma
·
149 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.