Şimdi bu fâni dünyanın hâli, kederli, yorucu, sıkıntılı, bir
günü diğerine uymaz. Her gün bir felâket, bir hastalık, nihayet
ihtiyarlık ve arkasından ölüm... Herkes ağlar, mâtem evinde
yüzleri gülmez, gönüller perişan... Hani o senin köşklerin,
sarayların, hani o senin cânım hanımların, kızların, gelinlerin,
oğulların? Hani, saya saya bitiremediğin servetlerin, gözleri
kamaştıran altın ve ziynetlerin? Şimdi bulunduğun daracık
mezarda ve oradaki korkunç karanlık zulmetler içerisinde her
gün bir perişanlık içindesin değil mi? O güzel yüz bakılmaz
hale gelmiş, o cânım âzâlar, hele o gözler, mümkün olsa da bir
görsen, nasıl dağılmakta, çürümekte. Vücudunu az zamanda
kurtlar istilâ etmiş, herbirisi bir taraftan kemirip yemekte.
Artık ne bağırmak var, ne de ağlamak.
Sen bugünleri unutuyor ve dünyada rahat edeyim diye
geceni gündüze katıp çalışıyor, haram-helâl demeden
topluyorsun. Artık aklına ne seni yaratan Allah Celle celâlühû
geliyor, ne emirleri, ne Allah’ın Resûlü sallâllahü aleyhi ve
sellem ve onun sünnetleri!
Maksadın çalışıp dünya birinciliğini almak... Hedefin
pek güzel, lâkin ölüm olmasa. Fakat iş ölümle de bitmiyor.
Bu hayatı veren Allah celle ve alâ seni bir de imtihana çekip,
“Sana verdiğim ömrü nerelerde harcadın? Kazandığın paraları
nerelere sarfettin?..” diye sual edecek. Gençliğini, bilgini, nasıl
amel ettiğini de yine sorarlar; bir mesuliyet günü ki, kılı kırka
yararlar. Dillerin değil ellerin söyler, ayakların da şehadet eder.
Sen yine câhillik edip, “El nasıl söyler, ayaklar da nasıl şehadet
eder” diye sakın tereddüt etme. Çünkü bugün elimizde
bulunan tahta, teneke ve cam parçalarından yapılan teyplerin nasıl konuştuğunu görmekteyiz ki, bunları yapan Allah Teâlâ’nın mahlûkları... Öyle ise Allah Teâlâ’nın yapamayacağı bir şey
yoktur. Etleri de konuşturur, kemikleri de...
Sayfa 49