Gönderi

134 syf.
·
Puan vermedi
Maalouf’un, anne ve anne tarafı Katolik, baba tarafındaysa Protestanlık ağır basmaktadır. Kitabında da ailesindeki pek çok kişinin etnik çeşitliliğinden bahseder. Kimlik’ Hakkında Savunusu Maalof kimlikler değinmeden önce bize köklerinden bahseder. Lübnan’ın kötü koşulları hasebiyle pek çok kişi kendini diasporada -kopuntu- bulmuştur. Bahsettiği diaspora ne günümüz Ermeni ne de geçmişteki Yahudi diasporalarına benzer. Maalouf ya da genel olarak Lübnan, etniksel farklılıkların ve çeşitliliklerin ummanıdır. Lübnan’ın renkli tablosu, Maalouf’un ailesinde de kendini gösterir . Maalouf bu çeşitlilik konusunda ‘özel durum’ ifadesini kullanır. İnsanların farklılıklarını dile getirip, kendi kimlik muhasebelerinden ‘özel durumlarını’ fark ederek çıkmaları gerektiğine inanır. Maalouf, özel durum muhasebesi hakkında çeşitli ifadelerde bulunduğumuza değinirken, o çağın gerisinde kalmış milliyetçi düşünceye saldırır. İnsanları suçlar ve “birbirinden farklı insanları aynı kefeye” koyduğumuzu söyler. Evet, bazen biz insanlar, bir grubun yaptıklarına atıfla tüm bir milleti suçlar ya da tanımlama girişiminde bulunuruz. Bu eylemimizi nevi nevi bölümlemek mümkündür, fakat Maalouf bu çıkarımını yaparken tarihin zihinlerde tesirini gözden kaçırmıştır. Tabi ki Maalouf’un yaşadığı çağı göz önünde bulundurursak haklı gerekçeleri olduğuna kanaat getirebilir, fakat daha evvelinde vuku bulan olaylar insanların bakış açılarını derinden etkileyebilir. Örneğin; 19-20. yüzyıllarda işgale veya sömürge görmüş geçirmiş, ötekini tanımış halkların da elbette yadsınamayacak kuvvette acıları vardır. Maalesef ki tarihin buradaki hakiki realitesi; bazılarımızın görüş algısını, dünyaya bakış açısını ve kimliğini doğal koşullar nedeniyle şekillendirmiştir. Maalesef bakış açımız Maalouf’un kastettiği gibi dardır ve sıkışmıştır; fakat diğer taraftan da doğal süreci -özellikle Ortadoğu’da; sömürgecilik, kolonyalizm ve dekolonizasyondan sonraki dönem- göz önünde bulundurmak elzemdir. Küreselleşen dünyada insanlar; kimliklerini sindirip, nefretlerinden arınıp ve de dünyaya geldiği iki kolu da benimseyebilirse, işte o zaman insanların bir şeyleri değiştirebileceğini söylüyor. Ki 20. Yüzyıla göre çağımızda doğan bireylerden de bunu rahatlıkla görebiliyoruz, insanlar artık tek bir aidiyetten ziyade kuşaklar geçtikçe aidiyet hissini aşabiliyorlar. İnsanların kabilelerinin yerini müşterek hayat devralıyor. Bir hayal olarak elbette hâlâ daha çok uzak görünse de en azından belirtilerinin yaşandığına şahit oluyoruz. Öteki ve Kabile Algısı Kabile ve kimliklerimizi kendimiz belirleyemememiz hususunda Maalouf’un bir kritiğine doğrudan rastlamıyoruz . Peki, o bunu nasıl kritize etmiş? Maalouf, kabile mefhumunun bir tanımına girişiyor dolaylı olarak. Kabilelerin geçmişin mirasıyla ortaya çıktığını söylüyor ve bu kabilenin üyeleri hakkında; bağnaz, hayal gücü eksik ya da boyun eğen bireyler bulunduğuna değiniyor. Fakat bu tip kavramların ayakta durabilmesi, ne bağnaz ne hayal gücü eksik ne de boyun eğen bireyler sayesinde, bence bu konuda bir çağın gerekliliği söz konusu. Çağın getirdikleri, coğrafya, iklim ve pek çok sebepten mefhumun farklı gelişmesine neden oluyor. Diğer bir kritizesi azınlık ve göçmen statüsündekilere dayatılan; bir tür kabileni -tarafını, milliyetini- seç, ona göre yaşa, sen ötekisin ya da bizdensin söylemleri. En başında zorunluluktan göç etmiş insanlara dayatılan bu görüşe hilaftır, zaten Maalouf da kendini azınlıkta bulduğundan olayın marjinalliğini biliyordur. Maalouf’un burada kastettiği bir derinlik detaylıca ele alındığında manidardır, -derinlik: kendini aşağıda hissetmek-. Göçmenliği karikatürize etmekten sakındığı için dolaylı olarak ele aldığını görüyoruz. Birileri ve diğerleri için, düalist bir yaklaşımı söz konusu: Sen göçmensin ve bu ülkedesin, peki o zaman geldiğin noktadan ulaştığın noktaya ne katıyorsun? Maalouf, dini doktrinlerin tatminsizliğini ikrar ediyor, metinlere bakışımızın değiştiğini söylüyor ve ekliyor, bakışımız her çağda bazı cümleleri öteliyor . İnsanlar doktrinlere zaten pratik bakmaktalar. Bir işlevi olan doktrin çağı karşılamıyorsa kolayca ötelenebiliyor; fakat daha duygusal gelişim göstermiş olan hareketlere baktığımızda, onların -Şiiler, Hristiyanlar, tehcir edilenler, üzerlerine bomba yağdırılanlar, tereddütle naziler- hareketinde acının hazza baskın gelmesinden dolayı, tarihsel olarak ortaya çıkan bir yaklaşım söz konusu. İslam’ın hoşgörüsüne yönelik satır aralarında, Maalouf’un dürüst bir şekilde, evet İslam bir zamanlar hoşgörülüydü, tolerans sahibiydi diyebiliyor. Gerçekten dini vecibelerinden ziyade kendini bir yurttaş birey olarak tanımlamış ve kitap boyunca bunu sürdürebilmiş. Hele Avrupa’nın 21. Yüzyıla değin tolere edemediği, içinde barındırmak istemediği ve nefretini kustuğu -hıncını çıkardığı- grupların; öteki tarafta İslam dünyasında hoşgörüyle karşılanmasını dürüstçe buldum. Fakat Maalouf’un düşüncelerine ekleme yapmak gerekli, İslam dünyasında pek az düşünce Roma İmparatorluğu’nun mirasında yer bulabildi. Osmanlılar pekala üzerinde bulundukları topraklarda yaşayanları kendi tebası olarak gördüler. Peki diğer tarafta yaşananlara ne demeli? Neden Hindistan’a veya Şiiler üzerinde aynı etkiyi göremiyoruz? Bence burada Roma-Osmanlı etkisi gözümüze dokunmalıdır. Her ne kadar basit gibi görünse de kurumlar ve imparatorluk iddiaları, Osmanlıların bulundukları topraklardaki insanları kendi halkıymış gibi görmesine yol açtı. Günümüzde bir düş kırıklığından bahseder ki bence bunun cevabı yine tarihsel süreçte gizli. Batı neden batı oldu ve ölçütlerini dayatabildi? Bu kısımda baskın olan taraf Batı’ydı demek alelade olur. Maalouf, kendisi de bunu söylemiyor, ona kalırsa terse çevrilemez bir batı biliminden bahsediyor, tabi ki onun yazdığı döneme nazar benim dönemimde artık Batı ile Amerika kıtasının ayrılması, ilerde bilimin tamamen Amerika kıtasına kayması öngörülebilir. Güçlü ve baskın tarafsanız -güç bu kısımda tüm bir dünyayı kapsar. Batı kendini tüm dünyaya uzandığında ölçütkâr buldu .- kendi ölçütlerinizi pekala empoze edebilirsiniz. Türkler, Çinliler veya diğer doğu kavimleri hiçbir zaman bu denli dünyada hakim olamamışlardı. “Bir an kendimizi Arap dünyasında bir üniversiteye giren on dokuz yaşında genç bir adamın yerine koyalım .” Arap dünyasında eskiden Marksizmin, onun döneminde ya da şimdi batı çekiciliğinin ve dinin yükselişinin yer bulmasına değiniyor. Bir gencin üzerinden gittiği anlatımda bugün bile Doğu’da insanlar hala radikal doktrinlere bağlılar. Dinin yükselişi hiçbir zaman dinin çöküşüne dönüşmedi. Günümüzde insanlar artık aidiyetlerini ve kimliklerini tanımlarken daha komplike tanımlara başvuruyorlar. Bu belki de Maalouf’un insanların farklılıklarını dile getirmede özgür olmaları konusudur. Bu dönemi görseydi pekala içi ferahlardı. Şimdi Doğu’da pek görünmese de Türkiye’de gençler aidiyetlerinde ve kimliklerini belirtmede özgürler. Aidiyet hisleri çok farklı. Örneğin; maskülen ve feminen düşüncelerini dile getiren gruplar, dini vecibelerini rahatça yerine getiren gruplar ya da vakıfların sayısından dahi bir çok şey çıkarabiliriz. Ama hayat tüm gençlere eşit değil biraz daha Batı’ya gittiğimizde ise artık bu tip aidiyet meselelerinin mühim tarafı pek yok. Almanya gibi göçmen alan kentlerde belki bir takım sorunlar baş gösterebiliyordur, fakat sonuçta Avrupa’lılar kendileri işçi arayaşında oldukları için bazı halkların göçmesine müsaade ettiler. Daha da uzaklara gitmek gerekirse, Amerika gibi ülkelerde aidiyet algısı tamamen farklılaştığını görüyoruz. Geçen çağın ruhu yavaştan kendini yenisine devşiriyor. “Dinsel aidiyet nereye doğru aşılacak? ”
Ölümcül Kimlikler
Ölümcül KimliklerAmin Maalouf · Yapı Kredi Yayınları · 20197,9bin okunma
·
1 artı 1'leme
·
458 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.