Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

..Benim Sevmelere Gebe Yıllarımdın Sen... Düşünmediklerimiz, aklımıza gelmedikler ve de tahmin etmediklerimizdir asıl canımızı yakan... O da olduktan sonra, bu da oluyormuş der, geçer gideriz ve onun da değeri bu kadarmış deriz daha sonra... Duvara benziyor bu, O da yıkıldıktan sonra, ah, ah, ben ne yaptım deriz... Ahlarla, vahlarla geçen zaman kareleri düşüncede sıralandığı anlardır ki insanın çözülüşüne uzayan yaşamımız olur... Ona çeyrek kala, on, onu çeyrek geçe ve on buçuk zaman dilimleri ki son kaç yılımın en kahırlı geçen üç çeyrek zaman dilimi... On buçuk, gece yarılarına altı çeyrek saat kalan zaman dilimi noktasına sanki saniye saniye göz uçlarımın saat yelkovanında takılı kaldığı altı çeyrek zaman öncesidir gece yarısının... Kaç yılım bu zamanın takipçiliği ile geçti ve daha ne kadar yıl bu düşüncedeki kahır zamanının beklentisi olacaktı beynimde? Nasıl vazgeçecektim, bu gözlerimi oynatmadan saate baktığım zamanlardan? Burham burham hasret miydi, yoksa kin kin üstüne düşmüş kin alacası bir düşünce girdabı mıydı? Hayatımın zincirlenmiş zamanlarıydı bu geçişler... Mana ve anlam olarak ters bir zaman avcılığıydı belki herkes için ama herkes gibi benim de sevdiğim veya sonraları nefret ettiğim de bir zaman dilimim vardı... Ve ben o zaman diliminde yıllarca nefret ettiğimden de fazla, mutlu olmuştum o zamanları yaşarken... Çünkü o saatler sevgilinin yokluğunda sevgiliyi düşünmenin tam da özel zamanlarıydı... Ben seni sevdim sevgili, hem de o zaman dilimlerinden de çok fazla düşünerek, sevdim... Ben senden nefret ettim sevgili, hem de sevdiğim zamanlardan da çok fazla nefret ettim... Sen bana sevmeleri öğretirken, daha fazlası nefret etmeyi de öğrettin... Şimdilerde o sevginin esamesi okunmazken, nefretin sancıları kıvrandırıyor bedenimi... Sana yaslandığım zamanlara şimdilerde bedenim zangır zangır sallanırken, tam da aşkı bulmuşken, tam da aşkı bulmuştum derken, nefretin ortasında debeleniyorum... Sense hâlâ beni en çok sevmelerini sayıklıyorsun, boş ver be can, şimdilerde o sevme güllerinin dikenleri kanatıyor avuçlarımı... Kolay bulunmuyordu sevmeler, kolay yaşanmıyordu sevilmeler, sevmenin de, sevilmenin de kuralı, saygınlık kuralı vardı, sen sevmelere riyaları, yalanları uç uca getirirken, gülümserdin, gülmelerin de bir sevecenlikle özelliği vardı ki sen bütün kuralların üstünden şeytan dansları geçirdin... Şimdilerde ben senin özverindim diyorsun, oysa özveri sevene verilirdi, özveri sevilende kalırdı... Oysa en çok değiştiğimiz bizdik zamanda... Sorunsuz ve de değişmezlikle zaman kalıyordu ardımızda... Koşuşturmaların, kahır ve üzüntülerin, mıhlanmış hâlini taşırken benliğimizde çoğu zaman kendimize acıdığımızın bile farkında değildik... Bir girdap çevresel dönüşümüydü belki de, yaşamımızın pür telaş değişkenliğini bile fark etmeden, doyamayasıya yarım yarım nefesler alarak geçiyordu yılların önüne geçen acı hislerinin var olan şaşkınlığını yaşıyorduk belki de... Hep bir şeyler yarım, hep bir şeyler eksik ve hep düş kırıklıkları içinde yaşadığımız saatlerin güne dönüşmesiyle farkındasızlıkla koşuyorduk koskoca dünyanın karanlık yüzünde... Sevmenin acısı damgalanmıştı yüreğimizin bir köşesine, ay tutulmaları, güneş tutulmalarının bile farkında değildik, ayın karanlık yüzünde kendimize bir bakış yerini ararken... Kaç yıl, kaç yıla gebeydi bu farkındasızlıkla ve kaç gelecek özlem yılına gömmüştük acılarımızı? Yoksa zavallılaşıyor muydum, sevgi çıkmazının karşısında, korkusuzluğumu gömmüştüm sevmeyi tam tamına yaşadığım yıllara... Oysa şimdi ürkek adımlarla can derdi yaşıyorum sanki... Oysa ben seni sevmelere, çok sevmelere gebe yıllara hazırlamıştım kendimi... Şaşkınlığım senin bir anda ortadan kaybolmanla başladı ve ben bu şaşkınlığın fermanını kendim için yıllara sererek mühürledim... Sen benim sevmelere gebe yıllarımdın... Mezarlık korkularımı, karanlık korkularımı veda korkularımı oysa ben seninle gömmüştüm karanlık mezar çukurlarıma... Senin ışığındı karanlıklarla baş ettiğim, senin ışığındı kaybolma korkularımdaki gölgemi kaybettiren... Şimdi karanlıklarda dolanıyorum, yok, seni ben de sevmiştim cümleleri artık anlamını yitirmiş çok ucuz cümleler, çok hafif cümleler... Bunların en gerçeği bence yaşarken söylediğim “ben seni gerçekten çok sevmişim yar” cümlesiydi... Gene de hayat beni gerçeklerden döndüremedi, ki hâlâ seni hâlâ senli anıları ve düşünceleri bıkmayasıya yazıyorum... Belki de sen benim gerçeğimdin yaşamıma tutunduğum... Artık zamanı kovalamıyorum, artık zamanın değişmeyen yüzüne bakarken de kendi değişkenliğim umurumda değil, yazdıklarım sadece senle dolulukla olanları boşaltıyorum... Yıllar sonra yine sana baktığım Çandarlı’nın o tepesindeyim ve yine senli her şeyi mırıldanıyor dudaklarım... Sana denizden sigara getirdiğim o koya gittim bu gün, ama garip bir hislik sertliği ile yüreğim ağlamadı bu gün... Sadece vay be, zaman ne kadar değişken bedenlere ulaştırıyor insanı... Seninle yemek yediğimiz o beldedeyim yine, o adanın üstündeki kaleye bakıyorum, sana bıkmayasıya anlattığım o kalede yaşanan sevdayı tekrarladım kendime ve o kızın tam da alnından vurulacak adamsın dediği yaşam hikayesini anlattım kendime, sevgisi için söylediği o cümlenin büyüklüğünde dondum kaldım... Tam da alnından okla vurulacak adamsın dediği cümlenin altında bir kez daha ezildim... Bitimsiz ve korku dolu düşlerin ardında birdenbire terk edilmişliğin acı süzgecinden geçmemin ardında sadece hayal kırıklığı vardı... Sevgideki hayal kırıklığı belki de bir ömür sürecekti beynimdeki gölgelerle... Ayın karanlık yüzünde kaybolmaydı belki de bu unutamamazlığın içinde kalan çıkmazlarda kayboluşlar... Her şey varsayıma dayanıyordu geçip giden yılların ardındaki ihtimaller... Her kapı sanki kimsesizliğin salonunda duraksıyordu... Kaç ömür dayanırdı bu kahır yıllarına ve ardında kalan umutların yok oluşu kaç ömrü hırpalardı? Bir şarkı ezberlettin bana, şimdilerde küskün çiçeklerin sesini dinliyorum, kaybedilmiş umutların peşine takılanlara bakıyorum ki benimki bataklık sultanı olmuş... Yine sabahlar oluyor uykusuz, nerdesin diyecek dermanım yok... Bana naif adamsın dediğin günler geldi aklıma, naiflikle kırılgan düşünceler arasındaki köprüde yalpalayan adamı, beni düşündüm... Dıştan bakıldığında naif adamlık, içten yaşandığında darmadağın bir ruha sahip olmaya çalışan perişanlıkla, anı zincirleri ile dövülen, acıtılan, kanatılan ve acımasızlıkla hırpalanan bedenimi düşündüm, ne alaka ve bağ vardı naif adamlık duruşumda... Hepsi bir taş köprünün taşları arasında kalan harçlar gibi yapışkanlık ve ezilmişlik içindeydi... Her şey varsayımların ardında gelişmiş bir yalnızımsı hayatın kopuk hayalleriydi şimdi yaşadığım kesitler... Naiflik ve sevgi, birbirine ne kadar da yakışırdı oysa, kim vazgeçebilirdi durduğu yerde bu iki olgudan... Hep ansızın gelen darbeler değil miydi bedeni hırpalayan? Biz kendi şarkımızda ağlayan iki garip yürektik, oysa şimdilerde kendi yazdığımız şarkıların sözlerine hırçınlanıp, titremeler yaşıyor bedenlerimiz... Mırıldanacak, severek mırıldadığımız belki de tek cümlemiz kalmadı... Biz yetimlerin çilesine üzülürken, şimdilerde kendi yetimliğimize sığıyoruz... Ne garip değimli, bu hayatı zorlamamız ne garip değil mi, gülmeleri arkamıza serdiğimiz kahır ve hüzünleri üstüne basa, basa zorluyoruz kalan yaşamımızı... Şimdilerde akan gözyaşlarımdan utanıyorum, kendimce saklamaya çalışıyorum, içime içime akıtıyorum, bazen çenelerimde peydahlanan ıslaklıkla, kendime gelip, sağ elimin tersi ile o ıslaklığı ansızın siliyorum... Ne garip dağılmıyor... Sen beni hep ağlatıyorsun, oysa gülmelerle geçecek bir hayatı vaad etmişliğinle sevmiştim ben seni... Söylesene sevgili, için rahat mı, cidden seviniyor musun, bu çilekeşliğime? Sahi sen benim mutlu olmamı hiç istemezdi, değil mi, hep darda, hep zorda olayım da başımı seni omzuna koyup ağlamamı isterdin ve benden başka kimse seni mutlu edemez derdin be can, derdin işte... Ama yanıldın, hayat bazen insana gerçek sevgileri de verir ve her zorluğa rağmen bu gerçeklikle beni özleyen, bir sevgili var, şimdi onun omzuna koymak istiyorum şimdilerde başımı... Hem de ağlamadan, hem de sana ait ne varsa ardımda bırakarak, öfkelerimle sana aitlikleri ezerek, geleceğimdeki gülüşlerimi kedimden bile kıskanarak, bir omza sevgi ile baş koyup, mutluluk avcılığı yapmak istiyorum... Artık... Zorla tutuşturulmuş bir ot demetinin ateşi gibi başlayıp, içimde baş edilmez yangınlar gibi dağılmış bir sevginin bulanık alevlerinin, isli, yanışları gibi yavaş yavaş sönüyordu yılların ardında kalan bu közler... Ama hâlâ yanmaya çalışan, hâlâ parlamaya uğraşan, bu yanışlar yüreğimde sönemeyesiye acılara dönüştükçe, inlemelerim, kıvılcımlarla bedenime ve beynime ulaşıyordu... Yılların ardında kalan bu baş edilmez sevme isteklerim, tutkunun da ötesine fırlayarak, kabuğu koparılmış bir yaranın, zonklamalarını damarlarımda hissetmeme rağmen, vazgeçemeyeceğimi sandığım, bir sevgi tutsaklığı ile korkusuzluk korkusunun içinde kıvranıyordum, senin gitmelerini ilk defe içimde hissettiğimde... Var kalmakla yok olmak ve dağılmak arasına kurulan köprüde sallandıkça, acı demetlerini kucaklıyordu iç dünyam... İmkânsızın içinde yaşamaktı sanki bu, tahminlerin çok ötesine uzanmış inanmışlıklarımın dağılma korkusuydu belki de bu... Her an, her geçen zaman bu korkuları büyütecek olgular yaratıyordu... Baştan beri kaybetme korkularımı yaşarken sensizlikteki halimi aşmamın da hiç kolay olmayacağını biliyordum... Çünkü beni çözmüştü, en zayıf yerimin merhamet ve sadakat olduğunu biliyordu ve onu sevmelerime karşı ne kadar dünyaya boş verdiğimi, onunla mutlu olduğumu biliyor ve sevecenlikle yakınıma ulaştıkça, beni kendine doğru çekip, esirleştiriyordu... Evet, sevmelerin hasretini yaşamış bir ben benliğinin, tüm zayıf taraflarını eline geçirmişti ve beni meraklandıracak ne varsa yapıyordu... Bense en zayıf tarafımdan vuruluyordum,onu merak ettikçe, o saklanıyor, onu düşündükçe ortaya çıkıp kayboluyordu...Bir köşe başı tutma aşkını farkındasızlıkla yaşarken ben, mutluluğumu haykırıyor, zamanından önce çıkacak fırtınaların hesabını yapamıyordum... Sadece ona inanmıştım ve tüm düzenlerin onunla kurulduğunu sanıyor ve ona gittikçe daha sıkı sıkı tutunuyordum... Oysa bir ferman yoktu ölünceye kadar sever kalacaksın diye... Kalamadık... Tüm korkuları devirerek, korkunun tam da merkezi olan hakikatin üstüne düşmüştüm... Benimle oynanmıştı ve şah mat yaparak tüm piyonlarımı tüketmiştim bu inanmışlıkla onda... Oysa o zafer kazanmışlık edasıyla dolaşıyordu. Ve ben en çok seni sevdim diyordu... Acımasızlık mührünü sevda sonu gerçeğine vurarak... En çok seni sevmek için kaç çok sevme gerçeğini ezmek demekti, kaç gerçek çok olmuştu, en çok oluncaya kadar, kaç kişiye yamamak gerekirdi ve bunlar kimlerdi, niçin çok sevmenin içinde kalmışlardı? İşte bu yüzden de en çok seni sevdim cümlesinden de nefreti omuzladım benliğime... Gerçek olan ise, bir yudum suyu içmek, bir topan karı avuçlamak, birkaç cümlelik sevgi sözü ile boyut atlamaktı oysa sevmek... Ardından adanmışlık gelirdi ki çoğu zaman gözyaşlarına bulanmak, çoğu kez de gülmelere uzanırdı sevmek... Artık hayatı zorlamanın da bir anlamı kalmamıştı, her şey ters akar sular gibi, hırçınlaşıyordu önümde. İşte bu anlardır ki, hayatımın en dağınık zamanları ve en hazin acıların üst üste konulduğu zamanlar... Yanılmışlıkla ömrümden çalınan zamanlar, kırılmış yumurta kabukları dolusu bir sepetle önümde duruyordu. Ve ben vazgeçilmezim sandığımca, vazgeçilmiş olmuştum. Ve yıllarca bu vazgeçilmişliği içime sindirmek için uğraştım... Oysa şimdilerde düşünüyorum da, sen bende bir tutkuydun... Acılarına, gülmelerine, sinirsel kıskançlığına, kayboluşlarında meraklanmalarımda, yürüyüşlerinin ardından aval aval bakışlarımda, anlattığın öykü kahramanlarının yerine kendimi koyuşlarımda, uykusuz geçen yaz akşamlarının sabahlarını özleyişlerimde, denizin mavisinin üst köpüklerinin beyazımsı, grimsi alacası maviliğine dalan bakışlarımda hep anlatılması güç düşüncelerimde tutsaklığın esirliğine düşen bir tutkuydun bende... En önemlisi, ulaşılmaz duruşunun ardına gizlediğin gizemli düşüncelerini çözme gayretlerimde kalan hüzün ötesi bir telaşla düşüncelerini çözmek için uğraşlarımın ardına saklanan apayrı bir hüzün tutkunumdun sen... Boş verilmiş tüm düşüncelerin içinde gizlenen farklı gizem çözücüsü gibi dalgın bakışlarıma sebep olan garip bir tutkunun esiri gibi hissederken ben kendimi, kararsız gülüşlerime anlam veremediğim garip bir tutsaklıktı bu tutku... Şimdilerde neden yazıyorum bunları ki kendimi sana ulaşılmaz hissederken, hiç ummadığım bir zamanda senin, her şeyinin önüne geçen sahiplenme duygularıma esir olduğum zamandı ki artık tutkunun özleme dönüşmesine de karşı koyamaz olmuştum... Olmuşuna bıraktığım tüm geçmişime, fulü bir tül perdenin penceresinden baktığımda, tüm geçmişimi ezerek, bu günkü sevinçlerimde senin hiçbir katkın olmadığını görüyorum sevgili... Hayatın tüm dar kapılarından da geçirirken beni, tüm acı tünellerinin sebebi sen olduğunu biliyorum artık sevgili... Vaat edilmiş sevinç günlerinin ardında bırakırken bu günkü acılarımı da yüklediğim sebep sensin sevgili... Azbiraz mola veriyorum artık seni saygıyla andığım günlerime... Hayat bu sevgili, hep kahır zincirleri ile bana vurularak geçecek değil ya, elbet sevmelerin güler yüzünü göstereceği günler de olacak hayatımda... Sensiz baharları, yaz akşamlarını sana kurban ettiğim günleri şimdilerde hayıflanarak düşlüyorum... Elbet güzel günler de var olacak sensiz de olsa önümde. Kaybolmuş duyguların arkasında belirsiz ve kimliksiz bir benlik savaşının baş gösterdiği yıllar artık çok, çok gerilerde kalmıştı... Yıllarca kimliksiz ve benliksiz dolaşmıştı farkındasızlıkla bastığı kulvarlarda... Hep ben neyi ve neleri hak etmemişken derken bile yaşanmışlıklardan hiç pişmanlık duymamıştı... Haylazlık ve haytalık karamsar düşüncelerini zorlarken bile geçmişine dair aitsizliklerle ayrıca baş etmeye çalışıyordu... Sanki her şeyini, her kesini yitirmiş gibi başı dönmüşçesine kendi iç benliği ile savaşımını her gün kaybetse bile, art arda gelen geçmişine dair istekler zaman zaman boğacakmış gibi, boğulacakmış gibi nefeslere atıyordu bedenini... Kaç kimliğin benlik savaşımıydı bunlar ki belirsizliklerini her gün üst üste yığıyorken bile farkındasızlıkla yad ediyordu mutlu olduğu zamanları... Nerelerden nereye gelmişti “sensiz bir dünya hiç” derken bile aklının ucundan geçirmiyordu mutluluğu sıralayacak günleri... Hangi haldi bu ki enkazların üstüne yeniden mutluluk ruhunun yapışabileceği, yeniden “ ben sende mutluyum veya “benimle kal” denmiş bir isteğin biri tarafından tekrar söylenebileceği belki de kabullenemiyordu... “Benimle kal, bende kaldığın gibi kal” ne kadar güçlü bir cümleydi bu böyle... Hep gidilmeye alışmış yüreğine bu sefer “bende kal” deniliyordu... Sadece şaşırmıştı, hep vedaların arkasından sessiz dudak titremeleri ile el sallamaya alışmış yüreğine bu kez, “seni merak ederim, seni özlerim, seni kıskanırım, sensiz canım sıkılır denmesine olağanüstü yaralı yüreğini tedavi edercesine içinden kendine hissettirmeden gülümsüyordu farkındasızlıkla... “Yüreğim sana gülümsemeyi öğreniyor ama o da ben gibi şaşkın, sevmelere uzak kalmış bir yüreğin özlem sesiydi belki de “yüreğim sana gülümsüyor” demek... “Kaç gündür aradım seni, üstelik telefonun da kapalı, böyle ıssız, böyle gizemli kaybolamazsın,” diyordu ve o kent var ya, o şehir var ya, hani sen varsın diye artık özlemim oldu, o şehir” diyor özlemlerim oldu o ıssız sahiller, kalabalıklardan uzak, sadece yosun kokusuna serdim seni, kokluyorum, denizi sen hasretini içime çekiyorum, “ diyordu sanki yüreğine doğru kurulmuş bir iletişimle... Özlenmek ve ıssızlaşmak, tam bir tezat devinimi... Bir yerlerde kayboluyorsun, bir yerlerde suskun ve ıssız ıssızlaşıyorsun, yüreğine gömülüyorsun, bedenin gölgeleşiyor, ruhun hırçınlaşıyor, birilerinde ise özleniyorsun... Ve şehrine, kumsalına, sahilindeki yosun kokularına, yapıştırılıyorsun... Tezat bu yaşamının bu gününe bu anlarına diyorsun, ama yüreğinden çıtırdayarak çıkan sesle yüreğim sana gülümsüyor, diyorsun... Galiba yaşam bu, kaybettiklerine ağlarken, bulacağına gülümsüyorsun yüreğinle... Galiba iç ses haklıydı, galiba çanlar bu kez benim için çalıyordu, galiba bu dünyadaki mutluluklar benim için de bitmemişti, galiba bir yürek de özleyerek benim için de çarpıyordu... Oysa ne kadar da çok hak etmiştim özlenerek sevilmeleri, ne kadar da çok hak etmiştim, yüreğim sana gülümsüyor demeleri, ne kadar özverili bir cümleydi bu, yüreğim sana gülümsüyor... Artık yetimleşerek yaşamak istemiyorum, artık acı pervazlarını sıvazlamak istemiyorum, artık duvarları yumruklamak istemiyorum, baykuş sesleri arasında yarasaların kanat vuruşları arasında karanlık kulvarlarda gölgemi ezmek istemiyorum, artık ıslak taşlara oturup hayasızca hayata veryansın etmek istemiyorum, artık karanlıklarda sevgili yüzünü aramak istemiyorum, artık boşluklarda kaybolup zaman avcılığını terk etmek istiyorum, gelişigüzel çarpık sarhoş yürüyüşleri ile bedenimin sallanmasına izin vermek istemiyorum, duru sevginin gölgesine sığınıp, yüreğimin ısınmasını istiyorum, gölgelerle silahşorluk yaparcasına ruhsal savaşımlarda bulunmak istemiyorum, hayatın bana gülümseyen yüzünde gülerek, kahkahalara boğularak gülmek istiyorum, olacaksa ölümüm severek gülümsemelerimle olsun, hayatın darbelerine karşı hırçınlanmak savunmak istemiyorum... Çok şey mi istedim, hayır, herkes gibi, herkes kadar mutlulukla sevgiyi avuçlayarak, sevginin içinde, sözünde, durarak var olmak istedim, ne herkesten fazla, ne de herkesten azı olan sevgide var kalmak istiyorum, kaderimdeki acı taraflarına boyun eğerek, gülümsemelerine kahkaha atmak istiyorum... İnsan gibi veya insanlaşarak daimi sevgide ansızın gelen vedalardan, veya vedasız gidişlerden uzak kalmak istiyorum... Sensizliği bastırıyorum içimde, sensizliği unutmak istercesine yok etmeye çalışıyorum, çünkü “benimle kal, bende gibi kal” diyen bir yüreği özlüyor yüreğim ve o yürekte, yüreğimle, yüreğim gibi kalmak istiyorum... Evet, yüreğim artık yüreğine gülümsediğim bir yolculuğa çıkıyorum, sana hoşça kal bile demek istemeden artık yüreğimin yüreğine gülümsediği bir benim için zıpladığı yürek var artık... Belkisiz geçmişin hesaplaşmasından çıkmayı kendime ar sayarak bu iç döküşlerin yaşanmışlığına inanmayarak, içimden geldiği gibi döküyorum cümleleri baş aşağıya. Senli hayatın elimde kalanlarına da aldırmıyorum, sadece geriye baktığımda çok az yakaladığım mutluluğa sana rağmen gülümsüyorum... Riyasız, yalansız cümleler aktıkça sayfalara, hâlâ neleri neden yazdığımı da kendime sorduğumda, bir nebze mutluluğun saygısına dahil olmak için, sana yalvarmadan, hiç dön gel demeden, gitmeseydin yalvarışlarına sığınmadan, o bir tutam mutluluğa kurban ediyorum var saydığım yaşamımı. Oysa ne kadar da yok saymışım kendimi, sana karşı adayışlarımdan da utanmıyorum, sevgideki adanmışlıkları da yazarken, sevgimle saygılı kaldığım için de hayıflanmıyorum... Biliyorum, sen de çok, en çok sevmiştin beni, ama en çok da ağlatan olurken, içimden yine de gülmek gelmedi senin için... Oysa şimdi bir yüreğe gülümsemek istiyor yüreğim... Hayat buydu işte çok güldürene mi, yoksa çok ağlatana mı yürek gülümsemek ister? Boş ver be sevgili, sevmeler de, ölmeler de vedasız gidişler de çok ucuzlamış... Sen ucuz ve istinatsız cümlelerle avuturken beni, bense senin için dualar ederdim. Onun acısının yarısını bana ver rabbim diye... Ya sevgili, boş verilmiş hayatların içinde de sana rağmen güzellikler varmış... Obruk çukurlarını dolduracak kadar acıları içime sığdırdın, hiç mi canın yanmadı, o zamanlar, hiç mi, yüreğimin yarısı sensin derken, yüreksiz yaşayan, sızılar içindeki bir yürekle, lodoslarda kürek çeken küçük bir sandalda yaşam savaşı veren bir beni hiç mi acıman da olsa düşünmedin mi? Sana kızamam, sana beddua edemem, çünkü senin acılarını, dara düştüğün zamanlarında hep o darlıklarda yaşayan bendim. Ve hep o acıların içinde yapışkan acılarla yaşayan bendim, hep yağmurlarda senin yerine ıslanan, köşe başı kuytularda evimiz dediğin evin camlarına bakan bendim, içine giremediğim evimiz dediğinin evin ışıklarında gözlerim kısılır, öksüzlük gözyaşları döken bendim. Oysa sen pervasız bakışlardayken, ben içimde hissederdim o gözyaşlarımı, gene de sana kızamazdım. Ama çenelerimi sıkmaktan dişlerim çatırdardı da yapay acı diye umurumda olmazdı... Sana hiç yalvarmadım, yalvarmana da izin vermedim, iki dudağımın arasından çıkacak cümleleri sen merakla beklerken, hep içini ferahlatacak cümleler söyledim ve tutulacak kulpun ucundan tutarken de senin yalan ve sinsi gülüşlerini fark etmezdim... Evet, hatam vardı ve bu hataların bedelini hep özveri ile öderken, sense beni yanıltmanın keyfini sürerdin, sinsi gülüşlerinin ardına yapıştırdığın maskeyle... Zaman yine senli cümlelerle doluyor ve ben yüreğimin gülümsemelerini bekleyen bir başka yüreği özlemle düşünüyorum... Yalan sevmeleri yaşadım mı, yoksa düşünürken yaşanmamış mı sandığım bir çok zamanın ardına atladım, oysa telefonum çalacak ve bir ses soracak “bu gün, dünkü gibi özlemedin mi” diyecek eminim ama zaten o ses sildi geçti senin ses tınını... Hani o çok güvendiğin ses tının var ya, yavru inlemeleri gibi kaldı geride ve mutluluğun sesi de bir başka tınıda çıkıyormuş ey sevgili... Şimdilerde yüreğim gülümsemek istiyor bir başka yüreğe... Artık boş verdim be sevgili, seni tutulan güneşin karanlık tarafında aramayı. Ay yarım yuvarlağının karanlık yüzünde seni bulmaya çalışmalarımı, Küçük Ayı’nın dördüncü yıldızı ile konuşmayı boş verdim artık... Işıltılı yıldız kümelerinde senli cümbüşleri görmeyi de boş verdim... Çandarlı sahillerinin koylarının kumlarına çakılan mektuplarını da aramaktan artık vazgeçtim. Ama artık yüreğim bir canın yüreğine gülümsemek istiyor... Kaybolmuş sevdaların dolusuna düştüğü hayatımın darlık zamanlarında artık boşvermişliğe başlarken, söylenecek tüm tümcelerim daha bitmiyordu, oysa yüreğimin acı çeken yanında... Her şeyin ters tarafı yapışırken benliğime, kaybedilecek duygularımın perişanlığı ile uğraşıyordum... Bir bakışa, bir çift söze, buğulu gözlere, hayatımı adarken, zamanın acımasızlığı ile kıvranacağım hiç aklıma gelmemişti oysa... Sevmek yükü belki de çok ağır gelmişti bize, fark edemedik belki de, değer üstü değer vermenin ezikliği dağıtmıştı bizi... Tutunamadık, belki de tutunmasını bilemedik, biz belki de çok hoyrat kullandık sevilmeleri veya sevmeleri... Kimsesizliğimi hep kendime saklarken, kimse bilmedi sensizliğimdeki bensizliği... Sadece şaşkındım, kendimi kendi yalnızlığımdan kendi kendimi eğitirken sadece kendimeydi sakınmalarım... Huysuzluklarım, sadece kendimeydi... Sadece ve sadece kendi yıkımlarımı kendime hazırlıyordum... Her şey yokluğunun ardına sığınan körlük bahanelerimdi, fark edemiyordum, doğrular gibi görünen kurgularını... Yoruldum sevgili, yoruldum, artık, isyanlarım yine kendime doğru zıplıyor ve için için benliğimi dağıtıyorum. Artık, artık beden terlemelerim bile sen yokluğunun sebebine dayanıyordu... Aldanmışlığımın ardındaki tek sebep sendin... Güven ve özgüven inançlarımı sana bağlamakla, hayatımın perişanlığına akan su gibi doluyordu havuzum dediğim yaşamım... Çilekeşliğin acı olan dermansızlığıydı ve sen, sana hırçınlaşamayacak kadar zayıf görünen bedenimi tiftikliyordun durmayasıya, her kurgu, her içten hesaplarla... Ben de çoğul insanlar gibi aldanabilir, kendimi veya seni haklı görürken yanılabilirdim... Ve bunların hepsi, çoğulun da fazlası tıkıyordu benim nefeslerimi acı yokuşlarını çıkarken... Oysa haklı olmak veya yanılmak hepsi aynı sonla birleşmişti ve kimsesizlikle yetimlik eşitlenerek beni duvardan duvara vuruyordu... Oysa sonuç belki de bir yazgıydı belkisizlikle... Belki de yine kendimin kendiyle, bedenimin bedenle dalaşmasıydı hiç varsaymadığım... Onca yılı ters yüz ederek ardına atan düşünce benliğim, şimdilerde başı boş taylar gibi koşmak istiyor... Hiç acemisi olmadığım bu yürek vurgunlarına yavaş yavaş boyun eğişime doğru sanki adım atıyorum... Ve özlüyorum artık bende kal, benim gibi kal diyen yüreği... Bu gizemli kayboluşlarımın bana kurtuluşumu verecek sanırken, belki tekrardan özlem çukurlarına düşüyorum... Belki de yılların ardından ilk defa bu kadar hızla atışıyor yüreğim... Ama bir türlü çıkmıyor asıl söylemek istediğim cümle, ben de sen gibi sende kalmak istiyorum ve sen de seni özlediğimi hâlâ anlayamadın mı demek istediğim son cümleler, bir türlü ulaşamıyordu ama bu iletişim kesikliğin başka hiçbir şey değildi... Her yaşam, önce sevinçlere, sonra acılara, daha sonra da ölümlere çıkıyordu ve sonu hep acı ile bitiyordu... Her aşk kendi çemberinde ölümsüzlüğe ulaşırken, acılar içinde kalan son seven acılarda boğulurken, ölümsüz kalmayan hiçbir aşk yoktu... Hayatın ardında kalan başaramadıklarımızı keşkelere savurduğumuzda, bu sıkıntılar beni pisikolojik zorluklara atıyordu... Gün gün bu ezikliklerden kurtulmak için verdiğim uğraş belki de bu günlerdeki geniş zamanlarımı, rahatlamış olarak yaşatıyordu beni... Pişmanlıklarımın ardında kalanlarsa sadece sevgiye hak ettiği emeği verememiş olduğumuzdu, belki de... Bekleyişler gün be gün birbirinden ayrıştıkça, bizi perişan eden sebeplerin küçüldüğünü, basite indirgendiğini görmek, hak edenin hak ettiği yerde yaşadığını gösteriyordu... Ve bunların sonu hep vuslat bileşkesinin merkezinde kesişiyordu... Hak edilmişliğin ardında bir gerçek vardı ki o da sahiden hak edilmekti... Ben en çok sana ağladım sevgili...
·
1.831 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.