Gönderi

144 syf.
·
Not rated
Cadı Kazanı ve Komünist Avı
Cadı Kazanı (The Crucible), Arthur Miller tarafından yazılmış bir tiyatro oyunudur. Yazıldığı dönemde yaşanan olayları, oyun yazarlarının sıklıkla başvurduğu yöntemi kullanarak geçmişte yaşanmış bir olayla benzerliğini aktararak eleştiren bir eserdir. Yazıldığı dönem olan 1950’ler Soğuk Savaş`ın ilk yıllarıydı. Amerikan Senatörü John McCarthy`nin emriyle bu yıllarda ortaya çıkan tatbikatlar ve soruşturmalar özellikle Amerikan karşıtı politika izleyen aydınlar üzerine sistemli olarak sürdürülüyordu. Komünizmle bir şekilde ilgisi olan ya da olabilecek olan aydınlar takibe alınmıştı. FBI’ın arananlar listesinde olan Miller, bu baskıyı en şiddetli olarak hissedenlerdendi. O yıllarda Amerikan toplumunun yerleşik değerlerine ve buna bağlı olarak kapitalizme ve kurumsal yapısına karşı tepkiler, Amerikan yönetimi tarafından dinsizlik, ahlaksızlık, vatan hainliği olarak nitelendiriliyordu. Buradan sonraki kısım spoiler içerir! Kitap bir oda tasviriyle başlar. Bu odadaki yatakta adı Betty olan bir kız baygın şekilde yatmaktadır ve yanındaki rahip olan babası ne yapacağını kara kara düşünmektedir. Kızın bayılmasının sebebi, önceki günün akşamında Reverend Parris`in (rahip) Betty ve birkaç kızı daha ormanlık alanda bir ateşin çevresinde dans ederken yakalamasıdır. Ne kadar diğer kızlar ruh çağırmadığını sadece dans ettiklerini iddia etseler de Reverend Parris kızının bu duruma düşmesinden dolayı olayın arkasında başka bir şey olduğunu düşünmektedir. Kendi evinden 3 kişinin bu ayin sırasında orada bulunmasından dolayı işini kaybetme korkusundan olayın duyulmasını istemediğinden kızını doktora bile götürmemiştir. Fakat Bay Putnam`ın (aynı kentte yaşayan bir toprak sahibi) kızının da aynı şekilde yatağa düşmesi, kulaktan kulağa bu olayın duyulmasının ardından olay daha fazla gizlenemez. Halktan bazıları vardır ki hasta yatan kızın (Betty) ruhunu dolaşırken gördüğünü iddia eder, bazıları uçtuğunu söyler ve cadılık söylentileri yayılır. Kızların o akşam ormanda yaptıkları şey biraz eğlenmek ve de Parris`in kölesi Tituba’nın söylediği manilerle, ortada yanan içine canlı cansız tuhaf karışımların atıldığı kazanın çevresinde oturup evlenmek istedikleri kişinin adını söyleyip onları kendilerine aşık etme düşüncesidir. Cadılık şeytanla iş birliği yapmak olarak nitelendiriliyordu, bu yaptıkları ise basit bir eğlence veyahut ruh çağırma olarak görülebilir. Cadılığın cezası ölümdü , ruh çağırmanın cezası ise birkaç kırbaçtı. Parris olayları kontrol altına almak için başka bir kentten, cadı olaylarında bilgi sahibi Bay Hale`i çağırmak zorunda kalır. Hale kızları sorguya alır. Abigail ( Reverend Parris’in yeğeni) herkese daha önceden dans etmelerinden başka hiçbir şey söylememeleri konusunda uyarsa da kızların itiraf edeceklerinden korkup bütün her şeyi kendi planlamış olsa da suçu köle olan Tituba’ya atar. Tituba da konuşmaz fakat kendisinin köle olduğunun bilincindedir, konuşmazsa sahibinin onu öldürebileceğini bilmektedir. Kölelerin susmaya hakkı olmamasını, yazar bu sahnede çok iyi aktarmıştır. O da şeytanla işbirliği yaptığını söyler ve kendisine başka şeytanla işbirliği yapan birini tanıyıp tanımadığı sorulur. İlkinde hayır dese de sahibi tarafından şiddet devam edince onlara istedikleri cevabı verir. Örneğin sorgu sırasında odada bulunanlardan Bayan Putnam’ın doğumlarından kısa zaman sonra 7 çocuğu ölmüştür. Bu olayın cadı işi olduğunu düşünmektedir ve çocuklarının ebeliğini yapan kişilerin adlarını Tituba'ya sorgu sırasındayken söylemekte bunların cadı olup olmadığını sormaktadır. Tituba da o kadınların adını verir. Tituba’nın kendi adını vereceğinden de korkan Abigail sözü kendisi alır ve o da birkaç kişinin ismini verir, hasta yatan Betty bile bir an uyanıp birkaç kişinin adını verir. Sorgu sırasında orada bulunan 10’a yakın kızın hepsi aynı anda kendilerinin bireysel olarak nefret ettikleri kim varsa (kadın-erkek) adlarını verir. Odadaki diğer kişiler ve rahipler bu kızları Tanrı’nın itiraf ettirdiğini düşünmektedir. Ayrıca belirtmem de fayda var, şeytanla işbirliği yaptığını itiraf edenler asılmaz, onları Tanrı’nın affettiği düşünülür fakat susarlarsa asılırlar. Suçunu itiraf ettirene kadar yapılan şiddet sırasında insanın şiddetin kesilmesi için yalan yanlış suç itiraf etmesi doğaldır fakat bu yargı biçimi ne kadar doğrudur ? Olay mahkemeye taşınır, kızlar tanık olarak mahkemede görevlendirilir. O gün şeytanla işbirliği yaptığını söyledikleri kişiler yargılanır. Hiçbiri ilk başta suçlarını itiraf etmeseler de mahkeme sırasında kızların yaptıkları türlü oyunlarla ne diyeceklerini şaşırırlar bazıları o sırada suçunu itiraf eder, yargıcın ısrarı sonucu başkalarının da (bireysel nefreti oldukları kişiler) şeytanla işbirliği yaptığını söylerler. Olay içinden çıkılmaz bir hal alır. Suçlama o kadar garip bir suçlamadır ki insanın bu suçlamaya maruz kalıp suçsuzluğunu ispat etmesi çok zordur. Bunu yargıcın sözleriyle daha iyi anlarız; “Adi bir cinayet davasında suçlu nasıl savunulur? Suçsuz olduğunu ispat için tanıklara başvurulur. Cadılık, özü, bünyesi gereği, görülmeyen, tanığı olmayan bir cinayettir.” Kızlar mahkemede ruh görüyor rolü yaparken oyunda önemli olan iki karakter vardır, biri Abigail diğeri John Proctor. Abigail bir zamanlar John’un çiftliğinde hizmetçidir. Fakat John’un karısı (Elizabeth) John’la Abigail arasında bir ilişki olduğunu öğrenince Abigail’i kovmuştur. John karısına yaptığı ihanetten dolayı kendini affedemiyordur. Kiliseye gitmeye bile yüzü yoktur. Abigail John’u seviyor, onunla evlenmek için Elizabeth’den kurtulmak gerektiğine inanıyordur. Mahkemede onun da bir cadı olduğunu söyler. Bunun da bir yolunu bulup kanıtlar. John başından beri bu saçmalığa inanmayan tek kişidir. Mahkemeye gidip Abigail ile 7 ay önce bir ilişki yaşadığını, Abigail’in kendisini sevdiğini karısına karşı bundan dolayı bir kini olduğunu söylemekten ilk başta çekinse de karısını kurtarmak için başka yol bulamadığından bunları söylemek zorunda kalır. John Proctor kendilerinin hizmetçisi olan ve ayin sırasında orada bulunan kızlardan Mary Warren’ı da gerçekleri söylemesi için ikna eder. Marry yargıcın karşısına çıkarılır, yargı ona önceki mahkemelerde onca kişiyi tutuklatmak için yaptığı bayılmaları, nabzını durdurmayı nasıl başardığını hepsinin oyun olup olmadığını sorar aralarında şöyle diyalog geçer; "Mary Warren: Oyun değil! (Ayağa kalkar.) O zaman kolayca bayılıyordum, çünkü ruhları gördüğümü sanıyordum. DANFORTH : Gördüğünü mü sanıyordun? MARY WARREN : Evet, ama görmüyordum gerçekten. HATHORNE : Onları görmeden nasıl gördüğünü sanırsın? MARY WARREN : Nasıl oldu bilmem ama, öyle sandım işte. Öteki kızların çığlıklarını duydum. Siz de efendim öyle inanıyordunuz ki onlara…Başlangıçta bir oyundu bu yalnızca ama sonra herkes “ruhlar, ruhlar!” diye bağırmaya başladı…İnanın bana, Bay Danforth. Görüyormuşum gibi oldum, ama görmedim." Yargıç neden bunları itiraf ettiğini işkenceye mi maruz kaldığını sorduğunda da “İnsan bazen Allah’ı uykuda sanır, uyumaz oysa, Allah her şeyi, her şeyi görür. Biliyorum artık bunu.” cevabını verir. Abigail ve diğer kızlar bu sorgular sırasında öyle roller yaparlar ki Mary Warren suçlu bulunup asılacağını anlar ve bunları söylemesi için John’un kendisini ikna ettiğini söyler ve John’a “Seninle asılmayacağım ben! Ben Allah’ımı severim! Ben severim Allah’ımı!” Burada yaşama sevgisinin doğruları söyleyip onlarca insanı asılmaktan kurtarmanın önüne geçişini çok iyi hissederiz. John mahkemede karısını aldattığını itiraf eder , bu çok gerçekçi bir iddiadır çünkü Püritanist bir toplum olan Salem’de insanlar gururları ve topluluktan yabancılaşmamak için yaşar. Hiçbir kişinin böyle bir rezilliğini yalandan sebep söylemeyeceğini bilen yargıç, herkesin susmasını ister, Elizabeth’i çağırtır. Eşinin kendisini aldatıp aldatmadığını sorar. Elizabeth John’a o kadar saygı ve sevgi duyuyordur ve John’un da o kadar sağlam itibarı vardır ki kadın kendi canını kurtarmak için böyle bir gerçeği kabul edemez. Fakat sonradan hata yaptığını anlayacaktır çünkü John çoktan itiraf etmiştir. Elizabeth kocasının gururunu düşünmese, bu gerçeği kabul etse Abigail yargılanacak herkes kurtulacaktır. Şimdi ise John iftiradan ve şeytanla işbirliğinden yargılanacaktır. Onlarca kişi asılmış, yüzlerce kişi ise itiraf ettiği için asılmamıştır. O gün John Proctor ve Rebecca Nurse asılacaktır. İkisi de çok saygın kimselerdir, halk bu kişilerin şeytanla işbirlik yaptığına inanmamaktadır. Rahip onlarla konuşmaya çalışmakta, itiraf etmelerini af dilemelerini istemektedir fakat ikisi de bunu yapmayı düşünmemektedir. Mahkeme bu kişilerin itirafı için ekstra emek harcamaktadır çünkü halkın ayaklanma tehlikesi vardır, bunun hazırlıkları göze çarpmaktadır. Bu kişilerin itiraf etmesi sağlanmalı ki halk ayaklanmamalıdır. Bir gün önceki gece Abigail kaçmıştır. Rahip Parris canından korktuğundan her şeyin başı o olsa da bu kişilerin affını istemektedir. Parris bu oyundaki sahte dindarları özetlemektedir. Bunlar Tanrı dışında neredeyse her şeyden (Parris örneğinde itibar kaybetmek , canını kaybetmek) korkan kimselerdir. Parris’in af önergesine yargıç sıcak bakmamaktadır, “Aynı suçla on iki kişiyi astıktan sonra bunları bağışlayamam. Doğru olmaz.” Aslında doğru olan Abigail’in kaçmasından da anlaşılacağı üzere, herkese cadılık iftirası atan bu kızın suçlu olduğudur ve diğerlerinin de bu durumda masum olduğudur fakat yargıç diğer 12 kişiyi yanlış yere astığını kabul etmemek için kalan 2 kişiyi asmayı daha doğru görür. Burada insanların sorumluluğu üzerine alamayışını, suçlarını kabul edemeyişini görmekteyiz. Reverend Hale, John’un itiraf etmesini sağlamak için Elizabeth’le konuşur ona şunları söyler; “Bir inanç ortalığı kana boyuyorsa, o inanca sarılıp kalmayın. İnsanı canından eden bir yasa yanlış bir yasadır. Yaşam, kadınım, yaşam. Tanrının en değerli lütfudur bize. Hiçbir ilke ne kadar yüksek, ne kadar parlak olursa olsun, kimseye can almak hakkını vermez. Yalvarırım size, ne yapıp edin, kocanızı itiraf ettirin. Bırakın, yalan söylesin. Allah’ın yargısından korkmayın, çünkü Allah’ın yalancılara vereceği ceza, gurur yüzünden canlarına kıyanlara vereceği cezadan daha az olabilir.” Burada rahip, isyan sırasında ölmemek için bu çelişkili sözleri söylemektedir. Bahsettiği inanç kavramı, John’un doğruları söylemekte direnişidir. Yazar burada inanç lafını rahibin çelişkisini ortaya koymak için de kullanmıştır. İnsanları canından eden bir inanç varsa o da kendisinin savunduğu ‘cadılığın cezası ölümdür’ diyen ve cadı suçlaması yapılan herkesin ya asıldığı ya tutuklandığı adaletsiz bir devlet düzenidir. John karısını görünce içinde suçluluk duygusu uyanır, karısının hapis köşelerinde kalmasının sebebinin Abigail’e istemeyerek verdiği ümit olduğunu düşünür. Saygıyla anılmak istemediği, buna layık olmadığını düşündüğü için rahibe suçunu itiraf edeceğini söyler. Şeytanla işbirliği yaptığını söyler fakat ondan şeytanla iş yapan başkaları sorulduğunda ve söylemesi zorunlu tutulduğunda kimsenin adını suçsuz yere söyleyemeyeceğini, “Üç çocuğum var benim. Dostlarımı satarsam nasıl öğretirim onlara insan olmasını?” sözüyle açıklar. Tüm itirafı yazıya geçirilen John’un serbest kalmak için tek yapması gereken bunu imzalamaktır fakat o bunun kilise duvarına asılacağını anladığında “Ben, kullandırmam kendimi size! Sarah Good, Tituba değilim ben! John Proctor’ım ben! İşinize elverdiği gibi kullanamazsınız beni! Canımı kurtarmak için kendinize alet edemezsiniz beni!” diyerek asılmayı göze alır. Cadı Avcılığı, Orta Çağ'da Amerika ve Avrupa’da çok yaygınlaşmıştı* Nefret ve para uğruna onlarca kişi öldürülmüştü. Zengin birinin, bir çiftçinin topraklarını almak için papazı, kiliseyi parayla kendi tarafına çekerek o adama şeytanla işbirliği içinde olduğu iftirası atıp astırması yaşanan sıradan olaylardandı. Cadı Avcılığında kilisenin çıkarları büyüktü. Aforozun ötesinde cadı suçlaması kiliseye laf atan, saygısızlık eden herkesi asma yetkisi veriyordu. Arthur Miller’in 1600'lerde geçen olayı anlatarak 1950 Amerikası’nda eleştirdiği çağın kilisesi iktidardan başkası değildi. “Amerikan rüyasının sonunu göstermesi dünya jandarmalığına soyunan bir toplumun kendi içerisinde yaşadığı çelişkileri ele alması, Miller’ı hep iktidarların korkulu rüyası olan bir yazar haline getirmiştir.” Üstte alıntıladığım yargı , çeşitli eleştirmenlerin Miller konusunda hem fikir oldukları bir cümledir. Ben de herkes gibi bu kadar güçlü kalemi olan yazarın çağının korkulması gereken kişisi olmasını doğru buluyorum. Okuyan herkese teşekkürler, kendinize iyi bakın… Dipnot*: 2019'da Medium'da yazdığım yazının düzenlenmiş halidir. Zamanla bazı konulardaki bilgim değiştinden bir dipnot düşmek istedim. Cadı avı; Orta Çağ'da ve Katolik toplumlarda değil, özellikle Protestan toplumlarda yaşanmış bir hadisedir. Cadılığın tarihi konusuna ilgi duyanlara, Emrah Safa Gürkan'ın Ezbere Yaşayanlar adlı kitabındaki cadılıkla ilgili kısmı öneririm.
Cadı Kazanı
Cadı KazanıArthur Miller · Mitos Boyut Yayınevi · 2011399 okunma
·
568 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.