Gönderi

İslam Dini
On üç yüzyıl önce bir adam çıkıyor ve şöyle diyor insanlara : " Ben sadece ölümlü bir insanım ; fakat herşeyi yaratan Allah beni elçi olarak gönderdi size. O'nun yarattığı alemle ve yaratış düzeniyle uyum içinde yaşayabilmeniz için size. O'nun varlığını, birliğini, herşeyi kuşatan ilim ve kudretini hatırlamamı ve hayatımla örnek bir davranış programı ortaya koymamı bana buyurdu. Eğer bu ayarı ve programı kabul ediyorsanız, beni izleyin. Hz. Muhammed’in (s.a.v) risaletinin özü buydu işte. Önerdiği toplumsal düzen, ancak gerçek, sahici büyüklüğün belirtisi olabilecek bir yalınlık taşıyordu. Bu düzen insanların biyolojik ihtiyaçlarla donanmış biyolojik varlıklar olduğu gerçeğinden ; fiziksel, moral ve entelektüel gereksinimleri karşılayabilmek üzere grup içinde yaşamalarını gerekli kılan bir yapıda yaratıldıkları gerçeğinden yola çıkıyordu. Bireyin manevi erdemlerle yükselmesinin sürekliliği - ki her dinin temeli budur - onun, çevresindeki inançları ne ölçüde etkilediğine, onlar tarafından ne ölçüde izlendiğine bağlıdır. Bireyler arasındaki bu karşılıklı ilişkinin kaçınılmazlığı nedeniyledir ki, İslâm öğretisinde dinin kendisi ekonomik ve politik yapılardan ayrı düşünülmemektedir. Bireylerarası pratik ilişkiler ağını, içinde bireyin kendi özgün kişiliğini geliştirmesi için önünde mümkün olduğu kadar bol teşvik bulabileceği bir biçimde düzenlemek.. İşte budur islami kavrayış açısından toplumsal hayatın gerçek işlevi. Ve bunun içindir ki, yirmi üç yıllık risaleti süresince Hz. Muhammed’in (s. a. v) tebliğ ettiği sistem, doğal olarak sadece mânevi bir irşâd olarak kalmamış, tüm bireysel erdem ve anlayışını yapılandırmıştır. Birey hakları ve toplumsal görevlere ilişkin, içinde tarihsel evrim olgusunun hakkıyla değerlendirildiği tutarlı bir şema vazettiği gibi, politik bir cemaatin ana hatlarını da çizmiştir İslam. Sadece ana hatlarını ; çünkü sosyo-politik yönsemelerin ayrıntıları zamana bağlıdır ve bu yüzden değişkendir ; islami öğreti bu konuda mucizevi bir esneklik göstermektedir. İslam, hayatı moral ve fiziksel, bireysel ve toplumsal, tüm tezahürleriyle kucaklamakta ; tensel ve zihinsel, seksüel ve ekonomik problemler akide ve ibadet problemleriyle bir arada ve birbirleriyle tam bir uyum içinde yer almaktadır. Hz.Peygamber'in sünnetinde ; hayatla ilgili hiçbir şey ; hatta ticaret, miras ve mülkiyet gibi görünüşte tamamen dünyevi olan meseleler bile dini düşüncenin dışında bırakılmamaktadır. İslamın her ilkesi renk, soy, ırk ve sınıf farkı gözetmeden, cemaatinin her üyesinin eşit şartlarda uyacağı birer ölçü durumundadır. Cemaatin önderi ve O'nun soyundan gelenler için özel ayrıcalık yoktur, şârii (yasa koyucu) Allah (c.c) olan bu yasalar bütününde. Soylu ve ayak takımı yoktur,sınıf kavramı yoktur. Bütün hakların, görevlerin ve fırsatların, İslâma bağlanan herkes için eşit olarak dağılımı söz konusudur. Allah'la kul arasındaki ilişkinin bir rahibin müdahalesiyle kesintiye uğramasına izin verilmemiştir. Allah'a, Rasûlüne ve amacı yeryüzünde Allah'ın hakimiyetini kurmak ve sürdürmek olan cemaate sadakatın dışında her türlü bağlılık, her türlü boyun eğiş kınanmış, mahkum edilmiştir. Bu tevhîdi duyarlılık, insanın başka türde bağlılıkları için kalkıp da " eğri yolda da olsa bu benim milletim bu benim memleketim" türünden mazeretler getirmesine yer bırakmamıştır. Peygamber (s. a. v) bu ilkeyi açıkça ortaya koymak için, sık sık tekrarlamıştır şu anlamdaki sözlerini : " Kavim, kabile asabiyeti güden bizden değildir, kavim (ya da kabile) asabiyetiyle savaşan bizden değildir ; kavim (ya da kabile) tutkusu uğruna ölen bizden değildir." İslâm’dan önceki politik organizasyonların hepsi - teokratik ya da yarı teokratik temeller üzerine kurulu olanları bile - kabilevi kavramlarla sınırlıydı. Bu yüzden kadim Mısır'ın tanrı kurallarının zihninde yer eden sosyo - politik düşünce, Nil vadisinin ufkunu aşmıyor ; İbranilerin eski teokratik devletlerinde hüküm sürdüğüne inanılan Tanrı, zorunlu olarak, sadece İsrailoğlularının Tanrısı olarak biliniyordu. Buna karşılık Kur'âni öğreti sosyo - politik düşünceyi soy, sop kabile ve kavim bağlılığının her çeşidinden arındırarak yapılandırıyordu. İslâm’ın öngördüğü toplum, kavim ve kabile dolayımındaki tüm geleneksel ayrılıkları dışında bırakan, kendine yeterli bir politik bir cemaat anlayışına dayanıyordu. Bu bakımından, İslâm'la Hristiyanlığın arasında, her ikisi de, ortak bir amaca bağlı ulusların birliğinden doğan uluslararası bir cemaati öngördüklerine bakılırsa, benzer çizgilerin bulunduğu söylenebilir mi? Fakat unutulmamalıdır ki, Hristiyanlık Sezarın hakkını Sezar'a vererek evrensel çağrısını sadece manevi alanla sınırlandırırken ; İslam yasa koyuculuk vasfında ortağı olmayan bir Allah'a kulluğu, insan davranışlarının ve toplumsal örgütlenmenin ekseni olarak gören uluslarüstü, tevhidi bir politik organizasyon ortaya koymaktadır. Böylece İslam, Hristiyanlığın kuvveden fiile çıkarmadığı şeyi başararak, insanlığın gelişim sürecinde yeni ve nihai bir adımı atmış ; coğrafi engellerle sınırlı, kavim ve kabile esasına dayanan geçmişin kapalı toplumu karşısına, düşünsel temele dayalı açık toplumun ilk örneğini koymuştur. İslâm çağrısı içinde nasyonalizme, çıkar gruplarına, sınıf ayrılıklarına, kiliseye, ruhbanlığa, babadan oğula geçen soyluluğa, aile saltanatına yer vermeyen bir sosyo-politik düzen amaçlanmış ve tarihinin ilk dönemlerinde parlak bir biçimde gerçekleştirilmiştir bu. Bu amaç, eşit hak ve insanlarla donanmış insanların el ele bir erdem yarışı içinde Allah'a yöneldiği tevhidi bir düzenin kurulmasından ibaretti. Bu düzenin bu kadar medeniyetin en önemli özelliği - ki onun insanlık tarihinindeki öteki bütün toplumsal ve siyasi hareketlerden ayıran özellik de buydu - onun, insanların gönüllü kalmalarına dayanarak ve ondan güç alarak yükselmiş olmasıydı. Burada toplumsal gelişme, insanlık tarihinin kaydettiği bütün öteki toplumlarda ve medeniyetlerde olduğu gibi, çıkar çatışmalarının bir sonucu değil, orijinal bir inşa anlayışının uzantısıydı. Başka bir deyimle, bu düzende herşeyin temelinde gerçek bir toplumsal sözleşme yatıyordu ve bu sözleşme, iktidarı elinde tutan grupların imtiyazlarını güvence altına alan, insan zihninde çıkmış bir yasaname değil, İslam medeniyetinin gerçek, tarihsel özünü oluşturan vahiyle tutanak altına alınmış sahici bir sözleşmeydi. Kur'an bu sözleşmeyi şöyle dile getiriyor : " Dikkat edin ; Allah canlarınızı, mallarınızı cennet karşılığında satın almıştır.. Artık sevinin yaptığınız bu alışverişten ötürü ; çünkü büyük bir kazanç, bu sizin için." Bu 'Büyük Kazanç ' ın - ki bu tarihin kaydettiği gerçek bir toplumsal sözleşme örneğiydi - ancak çok kısa bir zaman dilimi süresince anlaşılır olabildiğini, ya da daha doğru bir deyimle, bu çok kısa zaman süresince büyük bir çabayla gerçekleştirilmeye çalışıldığını biliyordum. Peygamber'in ölümünden bir yüzyılı bile bulmayan bir zaman sonra, İslamın özüne bağlı politik yapı çözülmeye yıpranmaya başlamış ve sonraki yüzyıllarda orijinal program, yavaş yavaş geçmişin karanlıklarına terk edilmişti. Özgür insanlar arasındaki özgür antlaşma ve beraberliğin yerini, kabilelerarası iktidar mücadelesi almış ; İslamın politik özüne şirkin, tevhîd inancına uzaklığı kadar aykırı olan hanedan saltanatı türemiş ve bunu taht kavgaları, saray entrikaları, kabile asabiyeti, baskı ve zulüm izlemiş ve böylece din, siyasi iktidarın gölgesinde o bildik saray hizmetlisi durumuna indirgenmiştir. Ve tabi büyük Müslüman düşünürler saf ve yüce İslam düşüncesine bir zaman için sahip çıkmaya, onu diri tutmaya çalışmışlarsa da sonrakiler aynı duyarlılığı gösterememişler ve iki üç yüzyıl içinde zihinsel taklitçiliğin batağına saplanmışlar ; kendileri için ve kendi durumlarının gerektirdiği doğrultuda düşünmeyi bırakarak önceki kuşaklardan devraldıkları metinleri körü körüne tekrarlamakla yetinir olmuşlardır. Bu sonrakiler böyle devralmakla, insan düşüncesinin zamanla mukayyed olduğunu ve dolayısıyla sonsuza kadar yenilenmesi gerektiğini gözden kaçırmışlardır. Ama vahyin değişmez gerçeklerinden gücünü alan İslamın doğuş şartlarındaki başlangıç ivmesi öylesine büyüktü ki, İslâm ümmetini bir süre için kültürel zenginliğin doruklarına - tarihçilerin İslâm'ın altın çağı dedikleri : bir çağın bilim, edebiyat ve artistik başarılarının parlak burçlarına - tırmandırmaya yetmişti. Ama ne yazık ki bu ilk devinme, varlığını aynı şiddetle devam ettirmek için gerekli manevi yakıtı sonraki kuşaklarda bulamamış ve birkaç yüzyıl içinde sönüp gitmişti. Buna bağlı olarak İslam medeniyeti de gittikçe durgunlaşarak yaratıcı gücünü yitirmiş ve bir gölge medeniyet, bir ölü medeniyet haline gelmişti.
Sayfa 368 - İnsan Yayınları 22.Baskı
·
202 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.