Gönderi

104 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
Hikâyemiz, içlerinde kahramanımız ve anlatıcımız Charles Marlow’un da bulunduğu bir grup arkadaşın Thames Nehri üzerinde bir gemide buluşmalarıyla başlıyor. Gemide bulunanlardan birinin küçük yaştaki oğluna “büyüyünce ne yapmak istediği” sorulduğunda çocuk önündeki coğrafya atlasında bir bölgeyi (Afrika’yı) parmağıyla göstererek oraya gitmek istediğini söylüyor. Bu noktada Marlow söze girerek kendisinin de küçükken harita üzerinde henüz keşfedilmemiş “boş alanlara” gitme tutkusu olduğundan bahsediyor ve bu tutkusunu gerçekleştirdiği Afrika seyahatini anlatmaya başlıyor. *** Genç Marlow’un harita üzerinde seçtiği keşfedilmemiş (karanlık) bölgenin merkezinde (yüreğinde) yılan gibi kıvrılan bir nehir bulunmaktadır. Yazar Joseph Conrad’ın kendi hayat hikâyesinden çıkarabildiğimiz kadarıyla bu nehir Kongo Nehri’dir. Kongo’nun Afrika’nın neredeyse merkezinde bulunduğunu göz önünde bulundurursak yazarın “karanlığın yüreği” metaforunu Afrika’nın yüreğinde bulunan Kongo için mi yoksa Kongo’nun yüreğinde bulunan Kongo Nehri için mi kullandığı konusunda bir tereddüt yaşadığımı söylemeliyim. Tabii kitabı okudukça aslında bu metaforun sadece coğrafî bir karşılığı değil çok daha üst anlamları olabileceği konusunda da kafanızda birtakım ipuçları şekillenecektir. Marlow, Kongo Nehri’ni “bir yılan” gibi tarif ediyor ve bu yılanın onu büyülediğini söylüyor. Fakat bu tarifi yaparken üzerinde bulundukları Thames Nehri’ne kuşbakışı bakıldığında Thames’in Kongo Nehri’ne kıyasla yılana daha çok benzediği görülebilir. Yazarın hikâyenin hemen başında Thames Nehri’nden bahsetmesinin daha sonra Kongo Nehri için yapacağı bu yılan metaforuyla bir ilgisi bulunup bulunmadığını bilmesem de ilginç bir detay olarak akıllarda tutulmasında fayda görüyorum. *** Karanlığın yüreğinde yer alan ve yılan gibi kıvrılan o nehirden, kendi deyimiyle, “bir yılanın beyinsiz bir kuşu büyülediği gibi” büyülendiği için buraya gitmenin yollarını aramaya başlar Marlow. Bu aşamada, çağın kadınlara bakışını da anlatan bir şekilde “işi kadınlardan yardım istemeye kadar” vardırır ve derneklere girip çıkan yaşlı teyzesinden yardım ister. Teyzesi gerçekten de Marlow’a uygun bir iş bulur. Bölgede görev yapan Joseph Klein isimli birisi tutuklanmıştır ve görev yeri boş kalmıştır. Teyzesi Marlow’un Afrika’ya gidecek olmasından son derece memnundur, çünkü ona göre bölgede yaşayan “milyonlarca cahil insanı korkunç geleneklerinden kurtarmak, bütün bir halkı kuşatan karanlığı dağıtmak” “bizim!” görevimizdir! Burada Marlow’un teyzesini emperyalist düşüncenin temsilcisi olarak görmek sanıyorum ki yanlış olmayacaktır. Zaten günümüz penceresinden bakıldığında da bu düşüncenin çok fazla şekil değiştirmediğini, en azından niyetini hâlâ açıkça belli etmekte olduğunu görürüz. Afrika’daki insanları “korkunç geleneklerinden kurtarmaya çalışan” dönemin hükümrânı Avrupa ile gittiği her yere “demokrasi götürme” sevdalısı Amerika aynı ortak geleneğin, güdünün, düşüncenin tezahürüdür. Yâni Neyzen’in dediği gibi, el değişse de esasen yumruk hep aynı yumruktur: “Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti” *** Marlow, Afrika seyahati için gerekli kontrollerden geçmek ve belgelerini almak için “şirket” diye adlandırılan bir binaya gelir. Buradaki tıbbî muayene sırasında kafatasının ölçüsünü alan doktorun “Ayrıca belki de bu (kafatasını ölçmek) absürt bir fikirdir. Çünkü değişiklikler gerçekte kafatasının içinde meydana gelir” sözleri Marlow’un Afrika’yı gördükten sonra düşüncelerinde bir değişiklik olacağı sinyalini verir. Tıbbî muayene sonrasında yöneticiden görev emrini alan Marlow, askerlerle ve gümrükçülerle dolu bir Fransız gemisine binerek Afrika’ya doğru yola çıkar. Burada Marlow’un yabancılaşmasının ve kafasının karışmaya başlamasının ilk izlerini görürüz. Gemideki insanlar bir sömürgecilik anlayışının neferleriyken ve de bu amacın farkında olarak yolculuk yaparken Marlow’un içindeki tutku hâlâ keşif tutkusudur. O, yalnızca karanlığın yüreğini keşfetmek istemektedir. Fakat bu ilk yolculuk esnasında (kendi tabiriyle “kâbuslarla dolu bir hac yolculuğu”) “sanki bir kıtanın merkezine değil de her şeyin merkezine gidiyormuş” gibi bir hisse kapılmaya başlamıştır. Otuz gün süren yolculuk sonrasında nehrin girişindeki ilk istasyona ulaşmak üzere daha küçük bir tekneye geçer Marlow. Nehrin ağzına yaklaştıklarında yıkılan bent yüzünden tekneyle daha fazla ilerleyemezler ve Marlow karaya atlayarak kalan yola ormanın içinden yaya olarak devam eder. Bu aşamada Marlow’un ilk kez Afrika’nın yerli insanlarıyla karşılaşmasına tanık oluruz. *** Grafik romandaki bu kısım oldukça etkileyici aktarılmış. Konuşma balonu olmayan bu üç sayfada Marlow, çoğunlukla sakat olan (elleri, ayakları kopmuş), oldukça zayıf ve kocaman gözlü Afrikalı yerliler (siyahi erkekler) arasından yürüyerek geçer. Hem Marlow’un hem de yerlilerin yüzünde aynı korku ve endişe ifadesini görürüz. Marlow yürüyerek istasyona varırken iki ayağı da kesilmiş, kemikleri sayılan bir yerli sürünerek nehire doğru gider ve Marlow ormandan çıktığı anda yerlinin de nehirden aldığı suyu iki avucu içinde içtiğini görürüz. Tabii daha sonraki sayfalarda bir acı gerçekle daha karşılaşacağız: bu yerli insanların ellerini ayaklarını kaybedip burada ölüme terk edilmelerinin müsebbibi de gene sömürgeci beyaz Avrupalılar’dır. Köle olarak kullanılan Afrikalılar, örneğin bir bardağı yere düşürdüklerinde, elleri kesilerek cezalandırılmaktadır. *** Marlow ormandan çıkıp istasyona vardığında birbirlerine zincirlerle bağlı şekilde sırtlarında yükler taşıyan yerliler görür. Bu yerlilere komuta eden de gene kendi ırklarından yerli askerlerdir: “Demiri demirle dövdüler, biri sıcak biri soğuktu İnsanı insanla kırdılar, biri aç biri toktu” — Pir Sultan Abdal *** Kendisini görev yerine götürecek gemi üç yüz kilometre ötede merkez istasyonda bulunan ve oraya ulaşmak için bir hamal kervanının gelmesini bekleyen Marlow bu istasyonda on gün kalır ve bu sürenin çoğunda istasyonun şık giyimli baş muhasebecisiyle zaman geçirir. Muhasebecinin böyle rezil bir ortamın içinde bile şık kalmaya çalışması Mevlânâ’nın bir hikâyesinde geçen “Bu kadar pisliğin içinde kuyruğu dik gezmenin âlemi ne” cümlesini anımsatsa da aslında bu giyim tarzının muhasebeci nazarında daha çok ıssızlığın ortasında böyle bir yerde bile bir şey başarmış olduğunu hissetmek isteğinden ileri geldiğini anlarız. Gene istasyonda Marlow’un gözlemlediği bir başka şey de yapılan fildişi ticaretidir ve bu ticaret de hikâyenin bütününde geniş bir yer tutmaktadır. On günün sonunda beklenen kervan gelir ve Marlow istasyondan ayrılmak üzereyken başmuhasebeci tarafından ilk kez “Kurtz” ismi telaffuz edilir. Kurtz bölgedeki en iyi temsilcidir ve en çok fildişini o göndermektedir. Başmuhasebeci Marlow’dan Kurtz’u görmesi durumunda bu istasyonda her şeyin yolunda olduğunu bildirmesini ister. *** Kervanla on beş gün süren yolculuğun sonunda Marlow komuta edeceği gemiyi almak üzere merkez istasyona varır. Fakat Kurtz’un istasyonundan haber alınamadığı için oraya acilen gemi gönderilmek istenmiş, Marlow’un komuta etmesi gereken gemi Marlow beklenmeden suya indirilmiş fakat gemi kullanmayı bilen kimse olmadığı için batmıştır. Merkez istasyon müdürü Marlow’dan gemiyi üç hafta içinde yüzer hâle getirmesini ve kendi görev yerine gitmek yerine hasta olduğu söylenen Kurtz’un istasyonuna gidip onu buraya getirmesini söyler. Marlow geminin batık hâlden kurtarılması için yerlilerden bir ekip kurar ve bu ekibe beyazların itirazına rağmen bir yamyam olan Mieupas’ı da dahil eder. Marlow kendisi de halatlarla gemiyi çeken ekibe katılarak batık gemiyi doğrultmayı başarır. O gece geminin kurtarılışı şerefine istasyondaki beyazlar kutlama yaparlar. Marlow ise bu kutlamadan (kutlamanın ikiyüzlülüğünden) kaçarak geminin güvertesinde oturan Mieupas’ın yanına gider. *** Şahsen buranın da grafik romanda çok başarılı aktarılan yerlerden olduğunu düşünüyorum. Gene konuşma balonu az olan bu kısımda özellikle geminin güvertesinde oturup, uzakta sanki gemiyi kendileri ayağa kaldırmış gibi kutlamalar yapan beyazları izleyen Mieupas’ın yüz ifadesi çok anlamlı bir şekilde çizilmiş. Kendi halkını, insanını, ülkesini sömüren ve bu sömürü sonunda elde edilen zenginliği, başarıyı kendi zaferiymiş gibi kutlayan insanlara atılan bu bakış, sergilenen bu yüz ifadesi, doğru kullanıldığında çizgilerin ne kadar güçlü olabileceğini çok açık gösteriyor. *** Gene bundan hemen sonraki sayfaların birinde müthiş bir çizgisel betimleme daha görüyoruz. Merkez istasyona eşekler üstünde kafileler geliyor ve bu kafilelerdeki beyaz insanların tek amacı Afrika’nın zenginliklerini talan etmek. Bunun anlatıldığı kısımda yan yana iki karenin birinde eşek yüzleri bulunurken ötekinde kafiledeki beyaz insanların yüzleri resmedilmiş. Aynı sayıda eşek ve insan yüzü, sanki birbirinin kopyası gibi, aynı açılarda ve pozisyonlarda duruyorlar. Ve konuşma balonlarının birinde “ahlakî kaygıdan” bahsediliyor. Bu muazzam anlatım, insanın ahlakî değerleri yitirdiğinde bir hayvandan farkı kalmadığını gösteren güzel bir kare olarak nakşediliyor okura. *** Gelen kafilelerden birinde istasyon müdürünün amcası da vardır ve Marlow’a Kurtz’ü bulma yolculuğunda o da eşlik edecektir. Marlow, müdür ve amcasının konuşmalarına tanıklık eder ve Kurtz’ü öldürme plânları yaptıklarını duyar. Gemiyle yola çıkılacağı zaman Marlow gemiye (istasyon müdürünün amcasının deyimiyle) “evrimleşmiş yerliler” dışında Mieupas ve onun gibi güçlü kuvvetli birkaç vahşinin de alınmasını ister. Bu vahşiler sığ denizde gemi hareket edemediği zamanlarda gemiyi iterek yolculuğa devam edilmesini sağlarlar. İstasyon müdürünün amcası yolculuk esnasında Marlow’a vahşiler hakkında ne düşündüğünü sorar. Burada Marlow’un verdiği cevap oldukça düşündürücüdür: “Onların, bizim çoktan unuttuğumuz bir gerçeği taşıdıklarını sanıyorum.” *** Gemiyle yapılan ve Kurtz’ü bulma amacı taşıyan bu son yolculuk kısmı çok çok iyi anlatılmış kitapta. Kendinizi kaptırıp okuyabileceğiniz dolu dolu bir 15-20 sayfa bulacağınızı söyleyebilirim. *** Yolculuk sonunda Kurtz’ün bulunduğu istasyona yaklaşıldığında bir sis çöker ve yerlilerin oklu, mızraklı saldırısına uğrar gemidekiler. Bu saldırıda Mieupas da boynuna saplanan bir ok neticesinde ölür. Marlow, Mieupas’ın ağır vücudunu taşıyarak âdeta bir âyin şeklinde geminin güvertesinden denize bırakır. Ve nihayet yolculuk sonunda Kurtz’ün bulunduğu istasyona varılır. Bu noktada, bölgedeki yerlilerin Kurtz’e adeta taptıklarını, onu bir tanrı gibi gördüklerini anlarız. Ve kitabın bu son kısımlarında Kurtz’ün kitap boyunca anlatılan olağanüstü kişi yerine aslında karanlık ve kötücül bir yanı da temsil ettiğine dair fikirler edinmeye başlarız. Gemiye alınan hasta Kurtz dönüş yolunda ölür ve hikâyemiz böylece sonlanır. *** Kurtz’ün son sözleri “dehşet, dehşet” olmasına rağmen Marlow bu olaydan çok sonra Kurtz’ün nişanlısıyla buluştuğunda ona Kurtz’ün son sözlerinin nişanlısının adı olduğunu söyler. Ve son sahnede yaşlı Marlow’u anlatının başladığı Thames Nehri üzerindeki gemide görürüz. Nehrin ilerisini kara bulutlar kapladığı için bu son sahne de karanlığın yüreğine yapılan bir davet olarak tasvir edilerek kitap sonlandırılır. *** Kitabı (grafik romanı) genel olarak beğendiğimi söyleyebilirim. Gri-sarı tonda renkler kullanılmış boyama aşamasında ve bu renklendirme (normalde bu tip az renk kullanımını sevmesem de) atmosfere oldukça uyumlu olmuş. Çizgiler oldukça detaylı ancak karmaşık da değiller. Sadeliği koruyan bir detaycılık gözetilmiş. Tek beğenmediğim nokta ise -her ne kadar çevirmen Hasan Fehmi Nemli diğer çevirilerinde genel olarak beğenilse de- çeviri kısmı. Grafik roman çevirmenin, özellikle de orijinal versiyondaki konuşma balonu boyutuna uyarak çeviri yapmak gerektiği için, zor bir iş olduğunu biliyorum ama gene de bu çeviri çok daha iyi yapılabilirdi, daha özenli çalışılabilirdi diye düşünüyorum. Yer yer anlamayı zorlaştıracak kelime seçimleri mevcut olduğu gibi bazen de metnin belli kısımlarında “yahu burayı keşke daha anlaşılır yazsaymış” diyebileceğiniz kısımlarla karşılaşıyorsunuz. Bu tabii sadece çevirmen kaynaklı değil de Conrad’ın dilinin ağır olmasından ve belki grafik romanın orijinal versiyonunda da dilin ağdalı olmasından kaynaklı olabilir. Ama her halükârda, bu grafik romanı okurken sizi yorabilecek tek şeyin bazı metin kısımları olduğunu söyleyebilirim. *** Kitapta anlatılmak istenen sömürgecilik, kölelik gibi kavramları özellikle çizimlerin güçlü olmasından dolayı çok daha çarpıcı bir şekilde görebiliyorsunuz. Bu sebeple kitabı okuyanlara, metni farklı bir bakış açısıyla revize edebilmeleri niyetiyle bu grafik romanı da okumalarını tavsiye ederim. Ve son olarak, şu anki Ukrayna topraklarında ana dili Lehçe olarak doğan (Polonya asıllı), küçük yaşta ikinci dil olarak Fransızca öğrenen, ancak yirmili yaşlarında İngilizce öğrenmeye başlayan ve İngiltere vatandaşı olan, verdiği eserlerle İngilizce eser veren en büyük romancılardan biri olarak anılan Joseph Conrad’ın hayat hikâyesine de herkesin bir göz atmasını öneririm. Yazarın kendisinin de Kongo’ya altı ay kadar süren bir seyahati var ve Karanlığın Yüreği bu açıdan fazlaca otobiyografik özellikler barındıran bir kitap. Dolayısıyla yazarın yaşam öyküsüyle birleştirilerek okunduğunda hikâyenin çok daha anlamlı hâle geleceği düşüncesindeyim. *** İncelemeyi kitapta geçen ve çok beğendiğim bir sorgulamayla tamamlamak isterim. Gemideki beyazlardan biri bir yerliye sopayla vurduktan sonra belki yaşadığımız şu anda da kendimize sormamız gereken mühim bir soruyla karşılaşıyoruz. Marlow tarafından yapılan bu sorgulama bize aslında güçlü-güçsüz, zengin-fakir, haklı-haksız, efendi-köle, sömüren-sömürülen ilişkisi ve bu ilişkilerin özünde bulunan çelişki, azlık-çokluk dengesizliği ve az olanın çok olana hükmü gibi tuhaf bir insanlık trajedisini düşündürtüyor: “Bunlar iriyarı ve güçlü insanlardı, derileri kemiklerine yapışıyor olsa bile cesur ve kuvvetliydiler. Sayıca bizden çok fazlaydılar. Neden isyan etmiyorlardı? Bu hiçbir zaman sırrına varamadığım insanlığın en büyük gizemlerinden biriydi.”
Karanlığın Yüreği (Çizgi Roman)
Karanlığın Yüreği (Çizgi Roman)Joseph Conrad · Alfa Yayınları · 202220 okunma
·
452 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.