Gönderi

CEHENNEME GÖTÜREN HARAMLAR ..
🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲🤲 Şu imtihan dünyasında her şey, iki zıt cihette dâimâ akış hâlinde: “Îman ve küfür”, “hak ve bâtıl”, “hayır ve şer”, “güzel ve çirkin”, “helâl ve haram”... İnsan, irâdesiyle bunlardan birini tercih ediyor. Böylece; “Mü’min yahut kâfir”, “sâlih yahut fâsık”, “âdil yahut zâlim”, “merhametli yahut gaddar”, “cömert yahut cimri” olmak sûretiyle, bu iki akıştan birinde safını belirlemiş oluyor. Bütün bu akışlar; ölümün dar boğazından geçip, kıyâmet nehrinden çağlayıp, Mahşer meydanına döküldüğünde, yine iki ayrı cihete doğru seyelân edecek. Her ne kadar, Cenâb-ı Hakk’ın bütün mahlûkâtını geçici bir müddet istifâde ettirip rızıklandırdığı bir âlem olan şu dünyada, mü’min de kâfir de, müttakî de fâsık da zâhiren karışık ve müsâvî imiş gibi bir manzara arz etse de, kıyâmet günü, hayır ve şer ehli, çok bâriz bir şekilde birbirinden ayrılacaktır. Nitekim âyet-i kerîmenin ifâdesiyle o Mahşer meydanında; “Ey mücrimler! Bugün, (Allâh’ın rızâsına ermiş mü’min ve müttakî kullardan) ayrılın!” (Yâsîn, 59) diye nidâ olunacaktır. Sonrasında ise, mü’min ve müttakîler Cennet’e sevk olunurken, kâfir ve fâsıklar ise Cehennem’e doğru sürüklenecektir. Cenâb-ı Hak, dünyada iken tercihini Allâh’a değil de nefsine itaatten yana kullanan, dolayısıyla Cehennem’e sevk eden günahlara dalan bedbahtların hâlinden ibret dolu bir manzarayı âyet-i kerîmelerde şöyle beyân etmektedir: “(Cennettekiler) mücrimlere: «–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Onlar da derler ki: «–Biz namaz kılanlardan değildik, Fukarâya yemek yedirmezdik, Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık, Cezâ gününü de yalanlardık. O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 41-48) Ömer bin Abdülazîz Hazretleri buyurur: “Âhirette nereye gitmek istiyorsanız, hazırlığınızı ona göre yapın!” Yani insan, öbür cihanda, Cennet veya Cehennem’e doğru iki muazzam akıştan hangisinde yer almak istiyorsa, kendisini oraya sevk edecek hâl ve fiillerin içerisinde bulunmaya gayret etmek mecburiyetindedir. Son nefesimizin Hakkʼa vuslat olarak gerçekleşebilmesi için, hayatımızın da vuslat iştiyâkı içinde geçmesi îcâb eder. Âkıbetimizin Cennet ve Cemâlullah olmasını istiyorsak, buna münasip hâl ve davranışlar sergilememiz gerekir. Zira âhiretimizin Cennet veya Cehennem oluşunu, bu dünyadaki hâl ve amellerimizle kendimiz hazırlıyoruz. “…Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân, 117) âyet-i kerîmesinde buyrulduğu gibi, insan, başına gelecek saâdeti de felâketi de kendi elleriyle hazırlıyor. Cehennem azâbı da Allâh’ın kuluna zulmü değil, uyarıldıkları hâlde kulak asmayıp azâba müstahak olan insanların kendi nefislerine yaptıkları bir zulümdür. Şu kıssa bu hakîkati ne güzel îzah etmektedir: Behlül Dânâ Hazretleri, hikmetli nasihatleriyle devrinin insanlarını ve bilhassa Halîfe Hârun Reşid’i îkaz ve irşâd etmeye çalışırdı. Halîfe de onun bu samimî hâlini sever, saraya rahatça girip çıkmasına müsâade ederdi. Fakat Behlül Dânâ Hazretleri bir müddet ortadan kayboldu. Uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Hârun Reşid merakla sordu: “–Behlül, çoktandır görünmedin, nerelerdeydin?” Behlül: “–Bana Cehennem’i gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi. Hârun Reşid bu cevâba şaşırarak: “–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi. Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu ibretli cevâbı verdi. “–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..” Demek ki Cehennem’deki alevleri tutuşturan, insanın kendi kötü hâl ve sıfatları; Cennet bağlarını yeşerten de, yine insanın kendi güzel sıfat ve ahlâkı olacaktır… Zaman zaman meydana gelen büyük felâketlerde korkuya kapılıyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz; bir sel oluyor korkuyoruz. İflâs etmekten, maddî imkânlarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Elbette, bunlardan da beşer olarak korkmamız tabiîdir. Fakat esas korkmamız gereken; bizi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran ve kalbî hayatımıza zehir serpen günahlarımızdır. Yahya bin Muâz Hazretleri buyurur: “Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla yiyecekten perhiz eder de Cehennem korkusuyla günahtan perhiz eylemez.” Velhâsıl, günahlarımızdan korkmalıyız. Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâmʼın güler yüzünü sergileyememekten korkmalıyız. Bu hatâ ve noksanlıklarımız sebebiyle âhirette karşılaşabileceğimiz dehşetli manzaralardan korkmalıyız. Bütün günahlardan korkmalıyız ki; son nefeste meleklerin müjdelediği “korku ve hüzünden emin olan” bahtiyar kullardan olabilelim. Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede: “…Allah, küfürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.” (el-Bakara, 276) buyurmaktadır. ZÂHİRÎ HARAMLAR ..... Dolayısıyla günahlar, kulu Cehennem yolcusu yapmaktadır. Lâkin günahların da zâhirîsi ve bâtınîsi, yani görünen ve görünmeyeni, açık ve gizlisi vardır. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, günahların zâhirîsinin yanında, bâtınîsini de terk etmemizi şöyle emir buyurmaktadır: “Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlakâ çekeceklerdir.” (el-En’âm, 120) Demek ki insan; içki, kumar, zinâ, hırsızlık, zulüm ve emsâli zâhirî haramlardan uzak durmak zorunda olduğu gibi, kalbe zehir saçan bâtınî haramlardan da sakınmak mecburiyetindedir. Esâsen zâhirî günahlar da, bâtınî günahların eseri ve neticesidir. Ayrıca bâtınî günahlar, ekseriyetle fark edilmediği için daha çok işlenmektedir. Yine insanlar bu nevî günahları umûmiyetle hafife almakta ve onlardan kurtulmak ve korunmak için gereken dikkat ve hassâsiyeti göstermemektedirler. Hâlbuki kalbî hastalıklardan olan kibir, haset, pintilik gibi çirkin huyları kalpten kazıyıp atabilmek de, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar ehemmiyetlidir. Nitekim Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde (ibadetlerin makbul bir kıvam kazanabilmesi için) gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertaraf etmek de zarurîdir.”[1] “Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun ?!”[2]
··
180 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.