Gönderi

105 syf.
·
Not rated
*bol bol tat kaçıran vardır.* küçük prens yaşamanın anlamını bilenlerin sayılara hiç önem vermediğini söylüyordu. ancak büyükler, her şeyi sayılarla anlamlandırıyordu. kilosunu, yaşını, kazandığı paranın miktarını soruyordu tanımak için. "morg görevlisi, yirmi sekiz numaralı ceset diyor mesela, insan bu işte" diyordu hinavibi de. oysa yaşamanın sayılarla, nicelikle ölçeklendiremeyecek bir yanı var. tüketim toplumu olarak, kalabalığın, anlamsız ve niteliksiz kargaşanın içinde niceliklerle tanımlıyoruz varlığımızı, hatta tanımlanıyoruz. etiketlerimiz de buna bağlı olarak belirleniyor. şimdi de bir başka trend olarak minimalizm önümüze servis ediliyor, içi boşaltılarak. evimizde sahip olduğumuz eşyanın sayısına göre minimalist olarak tanımlanıyoruz. her şey bir sayıya sonra da onlardan biri olarak sıfıra dönüşüyor, kendi kendini yok ediyor. yavaşlamaya ihtiyacımız var, çünkü yavaşlarsak yaşayacağız. hikayede, yüzyılda bir gelecek olan kuraklığa maruz kalan bir köyden söz ediliyor. akıl almaz bir kuraklık ve beraberinde sıcaklıkla imtihan olan köyde bir damla su bulmak bile mucizeye dönüşüyor. yetmiş iki yaşında bir ihtiyar ve güneşin yakıcı sıcaklığında gözleri kör olan bir köpeğin bu kuraklıkla mücadelesi anlatılıyor: bütün köylüler, köyü terk etmesine rağmen zaten yaşlı olduğu için köyü terk edene dek yorgunluktan öleceğini düşünen yetmiş ikilik ihtiyar köpeğiyle birlikte köyünde kalır. geçmişini değil ancak geleceğini inşa edeceğine inandığı için bir mısır tanesini toprağa eker, her gün damla damla sular tohumu büyüyüşünü izler. bu gelecekte de yaşayacağına dair inançtan başka bir şey değildir. bütün bir köyün geleceğini, bir gün kuraklık bittiğinde tekrar inşa edilmiş gelecekleriyle ümit dolu karşılamanın hayalini taşır. köyde öylesine kıtlık vardır ki, sıçanlar toprakları eşeleyerek var olan tüm mısır tanelerini yer. ihtiyar ve sıçan sürüsü arasında müthiş bir kovalamaca olur. sıçanlar bugünün telaşındayken ihtiyar bir gelecek inşasındadır. baştan sona umudu, azmi anlattığı aşikar ancak ben daha ziyade kafamın içinde oradan oraya zıplayan fikirleri bir metne sığıştıracağım, bu yüzden gerisi dağınık olmak üzere kendini var edecek. bazı insanların söylenileni, tasvir edileni hayal edebilme yetisinin olmadığını, yalnızca görebildiklerini tekrar hatırlayabilme, göz önüne getirebilme yetisinin olduğunu öğrenmiştim. fakat bu kitabı okurken onlar dahi anlatılanları tek tek hayal edebilirdi, diye düşündüm okurken. bu denli güçlü, canlı, velud bir tasviri yakalayabilmek vehbi bir kabiliyet. ancak burada, bana bunu düşündüren, böylesine hayranlıkla okutan yazarın direkt olarak kendisi değil, eserin çevirmeniydi. tamamen literal çeviri yaparak onu tatsız tuzsuz bir şeye dönüştürmek de mümkün, daha estetik çevirerek onu özünden koparıp başıboş bir metne dönüştürmek de. çeviren, yeni bir eser yaratır diyordu tarkovsky nostalghia'da. erdem kurtuldu, yan lianke'den güçlü bir ilhamla yeni bir eser ortaya koydu. bu anlamda takdir etmemek büyük bir haksızlık olurdu. kitaptaki tasvirler, içimi kavurdu. yan lianke diyor ki, ellerimi havaya kaldırdığımda tırnağımın yandığını, saçlarımdan yanık kokusunu geldiğini hissediyordum. tek bir mısır tanesi için verdiği mücadelede açlığı da ben hissediyordum. içim hem susuzluktan, hem açlıktan hem de yanan güneşin içinde kavruldu. kitabı özel kılan tek şey kelime kullanımı değil, gerçekliğe dayanması. hikayenin yaşanmışlığı hakkında zerre fikrim yok, gerçekliği yazarın çiftçi bir aileden gelmiş olmasına bağlıyorum. zira doğada yaşamayan biri katiyen böyle güçlü bir tasviri önümüze koyamazdı. kendisi muhteşem bir gözlemci ve çok maharetli bir kelime tarakçısı. onların kırçıllarını temizleyip en hoş halleriyle bize farklı hallerini gösterebilmiş. örneğin şöyle diyor lianke: uzun bir rüzgar uğultusundan sonra kesilen ses kulaklarımda ağrıya dönüştü. bunu ifade edebilmek için maharetli ellere, açık duyulara ihtiyaç vardır. ve belli ki kendisi kıtlık zamanında da yaşamış, diğer türlüsü aklımın alabileceği bir fikir değil. yaşamadan, böylesine içten, böylesine duygulu, yürek dağlayan bir anlatım akla muhal. aynı şeyi ilya kaminsky'nin sağır cumhuriyeti kitabında da hissetmiştim. yaşamayanın anlatamayacağı, hissettiremeyeceği içi kahır dolu kelimeler bulmuştum orada, kendisi de savaşa şahit olmuş ve bizi de tanık etmişti. ellerimiz kollarımız bağlı okuyoruz ya da bir şeyler yapmamak gayesiyle ellerimizi biz bağlıyoruz, son moda trendlerden çıkma koltuklara. tek bir mısır tanesi için verilen değerin daha çok yaşama dair umudu barındırıyor olduğunu daha iyi anlıyorum. less is not more but enough.
Günler Aylar Yıllar
Günler Aylar YıllarYan Lianke · Jaguar Kitap · 20204,383 okunma
··
551 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.