Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

133 syf.
9/10 puan verdi
Kitabın yazılış tarihi 1969. O tarihten 102 yıl önce, 31 Ağustos 1867’de Ali Suavi’nin Londra’da çıkarmaya başlayıp 3 Kasım 1868’de 50. sayıya kadar yayımladığı Muhbir Gazetesi’yle başlıyor yazar İngiltere’de Türk gazeteciliğinin örneklerini anlatmaya; içerisinden, tarihe not düşülmüş önemli yazıları devamlı aktararak. Ardından Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da Londra’da 29 Haziran 1868’den (Nisan 1870'ten itibaren -son 12 sayısı- Cenevre'de) 22 Haziran 1870’de kapanıncaya kadar 100 sayı çıkarttıkları Hürriyet Gazetesi’ni, onda da yine gazetenin içinden pek çok değerli yazı ve alıntıları bizlere aktararak anlatıyor. Kitabın çoğunluğunu bu iki gazetenin yazıları oluşturuyor. Daha sonrasındaysa İngiltere’deki irili ufaklı 20 kadar Türkçe gazetenin de tarihinden, içerisindeki yazılardan bahsediliyor. Kitabın geneli, hem İngiltere’deki Türk gazeteciliğinin ilk 100 yılına dair hem de yazıldığı tarih göz önünde bulundurulduğunda, bir anlamda Türkiye’deki gelişmelerin son yüzyılının bizim habercilerimiz tarafından İngiltere'den nasıl göründüğüne dair bir çerçeve çiziyor. Osmanlı topraklarında çıkartılan ilk Türkçe gazetenin 36 yıl ardından, İngiltere’de çıkartılmaya başlanan Türkçe gazetelere giden o süreci bizlere, ülkedeki pek çok sosyopolitik olaylara değinerek kısa, öz ve akılda kalıcı bilgilerle anlatıyor yazar. Hem o sürece dair hem de oradaki yayıncılarımızın, gazeteleri aracılığıyla ülkenin geleceğine dair ileri sürdükleri fikirlerden oluşan bir portreyi başarılı bir biçimde sunuyor biz okuyucularının karşısına. * * * Açıkçası bu kitabı şu sıralar elime rastgele geçince okuyuverdim ve kitap, -benim açımdan- bulanık gözüken, karanlıkta kalan bazı parçaları bir nebze olsun aydınlatabildiği ve kafamdaki, günümüzle ilgili bazı soru işaretlerini gidermede yardımcı olabildiği için mutluyum. Bu kitabı okuyup bazı şeyleri daha net görebildikten sonra Atatürk’e bir kez daha dolu dolu şükranlarımı sundum. Çünkü bu ülkede 150-160 yıl önceleri bir hedef, amaç olarak sadece “Meclis-i Meşveret” konuşuluyormuş. Neredeyse bütün aydınların aklında fikrinde -tek eksiğimizin o olduğu-, geldiği zaman ülkenin çağ atlayacağını düşündükleri biricik şey bu meclis sistemi (hoş, millet cahil olduktan sonra meclis sistemini getirmişsin ne fayda ya neyse). Bu kötü bir şey mi, hayır. Ancak her şey, sadece meclistekilerin padişaha sunacakları bildirilerin ardından padişahın iki dudağının arasından çıkacak kararlara kalacağı ve padişahlar da eğer ki aklı başında kimseler değil de sürekli kötü kararlar alan zorba kimselerse onlar ölünceye dek yazgımıza boğun eğip değişimin yalnız hayalini kurmakla yetinmek zorunda olacağımız için yine de bu ülkede bir şeylerin düzelmeyeceği çok açıktı ve geçerlilik(meşruiyet) denilen şey tahta geçen padişahların saltanatına dayandığı için meclisin görüşünün, dediklerinin yine de pek bir etkisi, önemi bulunmayacaktı. Bu bir de kurulup (mazallah) şu zamana kadar devam edebilmiş olsaymış diye düşününce içimi kara bulutlar kaplıyor. Her neyse, zaman içerisinde iki tane meşrutiyet ilan edildi fakat ikisinin de işlevi sağlıklı ya da uzun ömürlü olmadı. Bunun, yani yıllar boyunca bu kadar uğruna mücadele edilen şeyin, günün birinde en önemli devam ettiricisi, hatta noktayı koyup çivisini en sağlam çakanı ise Gazi Paşa hazretleri oldu. Ha günümüzde biz tüm bunların kıymetini bilmeyip yasamayı, yürütmeyi, yargıyı, sorumluluğu, gücü kısacası her bir şeyi yeniden bir kişinin eline verip bir anlamda padişah-kul köle zihniyetine dönmeye çok hevesliysek de yine de, bugünler 1876’lardan daha zor değil. En azından bugün baştakini bir gün değiştirebilme olasılığımız var, aksi hâl devam etseydi -darbe dışında- hiçbir seçeneğimiz olmayacaktı ya da işte o zaman bize bir Mustafa Kemal gerekecekti. Mademki ondan öncekiler fakat ‘özellikle’ Atatürk bunca ızdıraba, bunca çileye bizler bir kahraman, kurtarıcı beklemeyelim, kendi kendimize de bir şeyler başarabilelim, değişim istediğimizde 150 yıl önceki atalarımız kadar cefa çekmeyelim diye katlandı, bizlere de tüm bunların kıymetini bilip ona göre hareket etmek ve çalışmaktan başka bir şey kalmıyor aslında. Bir de tüm bunların ardından şunu da söylemek zorundayım ki gerçekten bazı şeyler hiç değişmiyormuş. Her ne kadar o günün birincil derdi “Meclis-i Meşveret” olsa da dönemin gazete yazılarını, aydınların yakındığı başka başka dertleri okuyunca acaba bugünün gazete yazılarını mı okuyorum ben diye kaç defa içimden geçirdim. Bir ülkede 150 yıl geçer de hâlâ daha aynı sorunlar mı tartışılır, hâlâ daha aynı problemler mi çözülmeye çalışılır. Gerçekten çok yazık. Bakarız bi' 150 yıl sonranın gazetelerinde de bugünkülerden farksız şeyler yazılır çizilir, hiç şaşırmam. Ah Türkiye’m ah…
İngiltere’de Türk Gazeteciliği 1867-1967
İngiltere’de Türk Gazeteciliği 1867-1967Cavit Orhan Tütengil · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 20118 okunma
·
241 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.