Bu aralar kitap okuyamıyorum ama okuduğum ve okumadığım kitaplar ve yazarları hakkında çok fazla fikrim var ve bir duygu yoğunluğu yaşıyorum sanki.
***
Öyle rastgele yazarlar ve kitaplar da değiller: Don Kişot'tan Hamlet'e; Genç Werther'in Acıları'ndan Faust'a; Suç ve Ceza'dan Anna Karenina'ya. Ve bu eserlerin yazarlarının hayatına dair türlü ayrıntılar.
Hepsini birden hazmetmek biraz ağır oluyor sanırım. Okumak istesem hepsini okumak belki aylarımı alır.
***
Hepsi de ruha dokunan kitaplar. Evrensel insanın temel meselelerini anlatan kitaplar. Dertlerin ortak olması belki tahammülü kolaylaştırabilir. Ama ben bunların altında ezilmiş gibi hissediyorum.
Türlü sorgulamalara girişiyorum okuduklarım üzerine. Tabi bunu yaparken kendimi konumlandırıyorum bir köşeye, kendimin de farkında olarak. Öncelikle ben bir hayalciyim bir anlamda romantik kendi başıma, kendi yaşam alanımda, en dar anlamıyla odamda en azından. Türlü düşler kurarken. Ama hayat bizi pragmatist olmaya zorluyor bunun da farkındayım. Başkalarıyla birlikte, bir aradayken hayaller yok oluyor. Hayatın sert gerçekleri karşısında kalan Don Kişot gibi kavgalardan yaralanarak çıkıyorum. Bazıları huyuma gidiyor, bazıları benim bu halimle eğleniyor belki. Hangisi ne zaman oluyor bilmiyorum, belki büyücüler büyü yaptı diyerek bilmek istemiyorum, gerçeklerden kaçıyorum.
***
Hayat karşısında Hamlet gibiyim sanırım, edilgen bir karakter. Gerçek özlemi öç almak değil her şeyden kurtulmak olan. Fortinbras'ın ise tam zıttı. Hamlet gibi söz yarışı yapabilir miyim, sanmıyorum. Yorik’in kafatasını elime alıp “Olmak ya da olmamak işte bütün mesele...” gibi bir söz de söyleyemem. Ama Horatio gibi bir dost, yoldaş arayıp dururum. Şimdiye kadar bunu çok yaptım, bazen buldum bazen bulamadım, bazen de bulduklarımı kaybettim, hayatın cilvesi işte. Bizi bir yerden alıp başka bir yere sürüklüyor. Bu yüzden de arayışlar bitmiyor.
***
Jean-Jacques Rousseau’nun Emile kitabını okuduğumda doğaya olan bağım daha da kuvvetlenmişti. Daha çok teorikte olmakla birlikte pratikte bende eksik olan şeyler belli bir düzeyde vücut bulmuştu. Şimdi Werther’in tabiatın ortasında bir kasaba olan Walheim’a olan yönelişi bana çok yakın ve anlaşılır geliyor. Ama Lotte’ye olan aşkı bugün için bana çok yabancı, geçmiş içinse belki biraz tanıdık ve yakın.
***
Werther’den bahsetmişken filmlerden, dizilerden çok aşina olduğumuz bir aşk üçgeni karşılıyor bizi bu kitapta. Hele bir de yazar evlilik bağını sorgulatacak bir tavır takınmazsa vay halimize. Goethe’nin eyvallahı yok. (Tabi kendisi gerçek hayatta kavuşamadığı Carlotte’ye bir nevi ağıt yakarak kendini arındırıyor, kendisi intihar etmiyor ama genç Werther onun kalemiyle intihar ediyor.) Detay verecek olursak Lotte ve Albert çifti arasında aşk yoktur ama Albert, bu evliliğin zihnimizde ya da gerçekte son bulmasını sağlayacak (hak vereceğimiz) sebeplerde-eylemlerde bulunmaz. Bu yüzden Werther ile Lotte arasındaki aşk daha gerilimli bir hal alır. Benzer bir durumu Anna Karenina’da da görürüz. Tolstoy da burada iki türlü bağı sorgular. Birincisi evlilik dışı aşk ahlaki olarak yanlıştır ama bunun yanı sıra aşkın bittiği evliliklerde toplum içerisindeki aile mefhumu için yanlıştır. Kitapta üçüncü bir ideal olan örnek ilişki-bağ olarak Kiti ile Levin çifti örnek gösterilir bize. Bence olması gereken ise mümkünse böyle bir duruma hiç düşülmemesidir.
Gördüğüm kadarıyla üç türlü sorunlu aşk ve çıkışı var. Yani bu aşk üçgeni denen trajik durum içinden çıkış, bu üçgenin parçalanması adına yapılabilecekler. Bunlar arasında en kolay olanı belki sevginin olmadığı yerden kaçıp aşk ve tutkular uğruna her şeyi ardında bırakmak. İkincisi intihar, bunu Werther ve Anna’da bizzat görüyoruz. Ahlaki olarak bu daha üstün bir eylem gibi, daha yüce bir kaçış gibi. Ama birincisi zaten ikinciye yol açıyor kitaplarda bunu görüyoruz. Çok da sorgulamamak lazım.
***
Buraya kadar güzel ama Dickens’tan hiç bahsetmedik. Onsuz olur mu hiç. Onun bu duruma çözümü yani üçüncü çözümümüz. Aşkı uğruna, sevdiğinin mutluluğu uğruna kendini feda etmek. Tıpkı Sydney Carton gibi. En yücesi bence bu. Üçgenin içinden birinin diğer ikisinin mutluluğu için kendini feda etmesi. Gerçi böyle bir durum yine ölüme çıkıyor. Anlaşılan bu üçgeni bozmak çok zor.
***
Tüm romanlardaki temel sorun; hayalleriyle, duygularıyla yaşayanlar ve akılcı, gerçekçi, hayata dümdüz bir aynadan bakanlar. Hayat işte, hayallerimiz ve gerçekler uyuşmuyor. Ama buna rağmen hayallerle birlikte yaşamak güzel bir şey. Hayat bizi gerçeğe zorlasa da günün sonunda hayallerimiz yok olsa da Sancho’nun yeni maceralara çağıran sesini duymak: “Efendi, kalk gidelim, Lady Dulcinea’yı arayalım” sözü biz hayalcileri kendimize getirecektir.