Gönderi

304 syf.
9/10 puan verdi
·
Liked
·
Read in 8 days
Ne de olsa ölümlü bir çağda yaşıyorlar, değil mi?
1992 tarihli, Booker ödüllü bu romanında, 2. Dünya Savaşı’nın sonunda yolları kesişen dört hasarlı insanı bir araya getiriyor Ondaatje. Fona yıkılmış şehirler ve aynı şehirler gibi paramparça olmuş hayatları alarak başarı ile işlediği savaş karşıtlığının yanı sıra, sürükleyici anlatım tekniği ile de okuyucusunu etkiliyor. Romana geçmeden önce belki de sinemaya uyarlanan haline ilişkin düşündüklerimi paylaşmalıyım; zira çoğu insan gibi ben de Ondaatje’nin bu romanından bol Oscar ödüllü filmi sayesinde haberdar oldum. Filmi izlediğimde beğenmiştim, ancak onca ödülüne rağmen benim için benzerleri arasından çok da sıyrılmamıştı: Her zaman iyi satan bir konuyu, 2. Dünya Savaşı’nı arka plana yerleştirmiş melankolik bir aşk hikayesi. “Hazır filmini izlemişken kitabı okumasam da olur” diye düşündüm sanırım ki, kütüphanemde beklemesine rağmen uzun yıllar kitaba gitmedi elim. Şimdi anlıyorum ki, büyük hataymış. Zira film, başrolüne “İngiliz Hasta”yı ve savaştan hemen önce yaşadığı o büyük aşkı oturturken çevresindeki diğer üç kişiyi ikinci planda -film diliyle “yardımcı oyuncu”- statüsünde bırakıyor. Mekanın derbederliği ve zamanda geri dönüşlerle savaşın yıkıcılığını izleyiciye gösteriyor belki ama, o insanların yaralı ruhlarını, hayata tutunmalarını sağlayan -belki saçma- rutinlerini, hala unutmamaya çalıştıkları değer yargılarını ve emperyalizm-ırkçılık-milliyetçilik sorgulamalarını es geçiyor. Ondaatje’nin zamansızlığı, insanoğlunun zayıflığını, sonsuzluğu vurgulamak için kullandığı çöle geniş yer verirken; aşk hikayesini gereksiz yere ön plana çıkardığı için ,“Herodot tarihi” üzerinden bugünün insanlarına aktardığı mesajları da göz ardı ediyor. 2. Dünya Savaşı’nın artık sona erdiği günlerde, İtalya’da geçiyor roman. O güzelim Toskana bölgesi bombalarla yakılmış, yıkılmış, insansız bırakılmış. Savaşa okyanus ötesinden, sakin mi sakin Kanada’dan dahil olan 20 yaşındaki gencecik hemşire Hana, babasını, sevgilisini ve doğmamış bebeğini peşi sıra bu acımasız ortamda kurban verince; hayata, sargılar içindeki yanmış hastası sayesinde tutunur. İngiliz olduğu söylenen, ama kimsenin kimliğine ilişkin fazla bilgi sahibi olmadığı bu entellektüel hastasını yalnız bırakmamak için ekibi ile birlikte düşmandan kaçıp kuzeye gitmeyi reddeder ve peşi sıra gelen 2 misafiri ile birlikte yıkık bir villada kendilerine yeni bir hayat kurar. Bu dörtlünün yaşadıkları etkileyicidir. O acımasız savaştan bir şekilde canını kurtarabilmiş olanlar, fiziki ya da ruhsal, aldıkları onca yaradan sonra bir şekilde, birbirlerine destek olarak normal hayata dönmeye çabalarlar. Hana’nın babasının arkadaşı İtalyan Caravaggio savaştan önce hırsızdır; savaşta casus olarak kullanılır, ancak işkencelerde baş parmaklarının yanı sıra iradesini de kaybeder, morfin bağımlısı olur. Genç sessiz Hintli Kip, Hana gibi uzak diyarlardan, güzel ülkesi Hindistan’dan İngilizlerin peşinde dahil olmuştur savaşa; patlamamış bombaları, mayınları temizleyerek kelle koltukta yaşar. Ondaatje, arka planda savaş; bu yıkık dökük ortam içinde, insanlığın geleceğine dair küçük bir umut yaratıyor bu 4 kişi ile. Cephede olsalar birbirlerinin boğazına sarılacak olan iki orta yaşlı adamın, iki düşman casusun dostluğu; insanın, ölümlü olduğunu fark ettiği anda sevdiğine, sıcaklık ve şefkat arayarak en ufak hücresine kadar nasıl bağlandığını gösteriyor. Hana’yı bunalımından kurtaran Kip’in sıcaklığı; ölüme bunca yakın olunca karşı cinsle aşktan, seksten, gündelik dertlerden uzak, daha derin, daha değerli bir ilişkinin varlığını… Morfinin sağladığı hayal dünyası, yalnızlığın getirdiği huzur, çalışmak zorunda olmanın getirdiği disiplin… Bu küçücük cenneti bozan ise yine o savaş simsarlarının çığlıkları; bir nesli yok ettikleri 2 atom bombası olacak. Bu küçük cennette unuttukları o düşmanlığı ve ırk ayrımını hatırlatacak bomba. Kip’în hatırladığı acı ırkçılığı yüzeye çıkaracak. Öyle ya, “Batılılar beyazları böyle bombalamaya cesaret edebilirler miydi gerçekten de?” "Amerikalı, Fransız fark etmez. Dünyanın kara ırklarını bombalamaya başladığında, İngilizsin demektir. Eskiden Belçika Kralı Leopold'unuz vardı, şimdi de kahrolası Amerikalı Harry Truman'ınız var. Hepsini İngilizlerden öğrendiniz.” diyor Kip. Bir avuç insanı zengin etmek uğruna milyonların çektiği acılara isyan ediyor. Ondaatje’nin anlatımı etkileyici. Anlatıcı yazar olarak başlıyor hikayeyi aktarmaya, ancak ortamın ruhuna göre kahramanlarına veriyor sözü… Morfin aldıkça geçmişe dönen İngiliz Hasta’nın hayal alemi ile gerçek dünya arasındaki gidiş gelişlerini Caravaggio ile olan sohbeti esnasındaki aktarımı mesela, bence çok başarılı. O gizemli aşk hikayesi derseniz… Filmi izleyenler zaten hikayeyi detaylı öğrenmişlerdir. Romanda hiç olmasaydı da olurdu bence bu hikaye; ama Ondaatje’ye yazar olarak ününü sağladığı için belki affedilebilir. Sadece savaşı değil, beraberinde kazanan/kaybedenler yaratan tüm eylemleri Ondaatje’nin kaleminden sorgulamak mümkün. Ne uğruna? “Ne de olsa ölümlü bir çağda yaşıyorlar, değil mi?”
İngiliz Casus
İngiliz CasusMichael Ondaatje · Can Yayınları · 2000237 okunma
··
969 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.