Gönderi

Darbe mi ? Nereye?
a) Bilimsel araştırmaların başlangıç döneminde, insan üzerinde yaşadığı dünyanın evrenin ortasında kımıldamadan durduğuna, güneş, ay ve gezegenlerin ise dünya çevresinde çember biçiminde yörüngeler çizdiğine inanıyor, bu inanışıyla da duyusal algılamalarına uygun davranıyordu. Öyle ya, yer küresinde herhangi bir devinim seçemiyor, nereye baksa dünyayı saran bir çemberin ortasında buluyordu kendini. İşgal ettiği bu merkezi yer ise, ona, insan kimliğiyle evrende oynadığı rolün bir kanıtı gibi görünüyor, kendisini evrenin efendisi hissetme eğilimiyle tastamam bağdaşıyordu. Bu bensevisel yanılsamayı (ilüzyon) yıkan, on altıncı yüzyılda Nic. Kopernikus olmuştur. Kopernikus'tan hayli zaman önce Pisagorcular dünyanın evrende üstün bir yer tuttuğundan kuşkuya kapılmış, İ.Ö. üçüncü yüzyılda Samoslu Aristarchos yer küresinin güneşten enikonu küçüklüğünü ve güneşin çev resinde döndüğünü ileri sürmüş, yani Kopernikus'un büyük keşfi kendisinden çok daha önce yapılmıştı. Ancak, bu keşfin genel olarak benimsenişiyledir ki, insanlardaki ben sevgisi ilk evrensel darbeyi yedi. b) İnsan, uygarlığın gelişim süreci içinde çevresindeki hay vanları egemenliği altına alarak onların efendisi aşamasına yükselmişti. Ama bu egemenlikle yetinmeyerek kendisiyle hayvanlar arasında bir uçurum açtı, hayvanlarda da bir aklın bulunduğunu yadsıdı, kendisine ölümsüz bir ruh bagislads, hayvanlar dünyasıyla birlik ve beraberlik bağının kopup par calanmasına yol açan bir savi öne sürerek tanrısal bir soydan geldiği görüşünü benimsedi. Bu büyüklenmeye küçük çocuk larda ve ilkel insanlarda rastlanmayışı dikkate değer bir nok tadır; söz konusu büyüklenme, uygarlık tarihinde daha son ralara rastlayan iddialı bir gelişim sürecinin sonucudur. İlkel insan, soyunu bir hayvan ataya dayandırmakta yüz kızartıcı bir durum görmemiştir. Bu eski düşünüş tarzının çökeltisi diye bakılacak mitlerde, tanrıların hayvan kılığında tasarlan dığına tanık oluruz; ilk çağların sanatı, tanrıları hayvan baş larıyla donatmıştır. Çocuklar da kendi insan varlıklarıyla hayvanlar arasında bir ayrıma gitmez, masallarda düşünen ve konuşan hayvanların boy göstermesini hiç de hayretle karşı lamaz. Kendisinden korkup çekindiği babasının yerine pekâlâ bir köpeği ya da bir atı geçirebilir ve bunu yapmakla asla babasını aşağılamak gibi bir amaç gülmez. Ancak erişkinlik dönemine ayak bastığı zaman hayvanlara öylesine yabancıla şır ki, insan soydaşlarını aşağılayacak oldu mu hayvan isim lerine bile başvurmaktan geri kalmaz. Ch. Darwin'le çalışma arkadaşlarının ve ona öncülük edenlerin uğraşılarıyla, yarım yüzyılı biraz aşkın bir süre önce insanlardaki bu büyüklenmenin sona erdiğini hepimiz biliyoruz. Söz konusu bilimsel çalışmalar, insana hayvandan başka bir varlık gözüyle bakılamayacağını, insanın hayvandan üstün bir yanı bulunmayıp onun da hayvanlar arasından çıktığını, kimi hay van türlerine az, kimine çok bir akrabalık gösterdiğini ortaya koymuştur. İnsanoğlunun sonradan kazandığı özellikler de, onun vücut yapısında ve ruhsal yatkınlıklarında kendini açığa vuran hayvansal eşdeğerliğin kanıtlarını silip atamamış, bu da insan bensevisine biyolojik nitelikteki ikinci darbeyi indirmiştir. c) Ama darbelerin en ağırı, kuşkusuz ruhbilimsel nitelikteki üçüncüsü olmuştur. Dış dünyadaki büyüklüğünü ne denli yitirirse yitirsin öz ruhunda egemenliğini sürdürmüştür insan. Bensel çekirdeği nin bir kurduğu denetim mekanizması, duygu ve davranışlarını izleyerek bunların kendi istekleriyle bağdaşıp bağdaşmadığını kontrol eder. Bir bağdaşmazlık durumunda ilgili duygu ve davranışlar amansız biçimde engellenir, çekilip geriye alınır. Bilinç denilen iç algı mekanizması, ruhta geçen olaylara ilişkin bilgiler iletir Ben'e; bu bilgilerle yönetilen istem (irade), Ben'den aldığı buyrukları yerine getirir, Ben' den bağımsız gerçekleşme gösteren olaylarda değişikliklere başvurur. Çünkü ruh denilen şey yalınkat bir nesne değildir, kimi alt, kimi üst aşamada çeşitli sistemlerden hiyerarşik bir yapı niteliğini taşır, birbirinden bağımsızlık içinde kendile rine doyum arayan çeşitli isteklerden bir karmaşa durumu gösterir; dış dünyayla ilişkilerin ve içgüdülerin zenginliğine uygun olarak sayıları hayli kabarıktır; aralarından pek çoğu birbiriyle bir karşıtlık, bir uyuşmazlık içinde bulunur. Tüm mekanizmanın iyi çalışması için en üst aşamadaki sistemin kendi dışındaki öbür ruhsal bölgelerde geçen olayları haber alması, istem gücünün oralara kadar uzanarak etkisini göste rebilmesi gerekmektedir. Ama Ben, gerek kendisine iletilen haberlerin eksiksizlik ve güvenilirliğinden, gerekse verdiği direktiflerin yerine getirileceğinden kuşku duymaz. Ne var ki, kimi hastalıklarda, özellikle inceleme konusu yap tığımız nevrozlarda durum başkadır. Ben, bu hastalıklarda kendini rahatsız hisseder, kendi evinde, yani kendi ruh ala nında otoritesine birtakım kısıtlamalar getirildiğini görür. Ansızın, nereden geldiği bilinmeyen tasarımlara kapılır ve bu tasarımlardan bir türlü yakasını kurtaramaz. Bu yabancı konuklar, Ben'in buyruğu altındaki konuklardan daha güçlüye benzer, istem gücünün o zamana kadar etkinliği kanıtlanmış bütün dayatmalarına kafa tutar, bütün mantıksal yadsımalara karşı bildiğinden şaşmaz, realitenin tüm yalanlamalarına aldırmayarak varlıklarını korurlar. Kimi zaman da Ben'de öyle içgüdüsel istekler uyanır ki, adeta yabancı bir kimseye aittir bunlar; dolayısıyla, Ben, ilgili isteklere bir yadsımayla karşı çıkar, ama kendilerinden de korkup çekinir beri yandan, ne olur ne olmaz kimi önlemlere başvurur. Bu bir hastalıktır der kendi kendine yabancı bir gücün topraklarımı işgalidir der; böyle demesi de uyanıklığını artırır, ama niçin kendini böyle acayip biçimde eli kolu tutmaz durumda hissettiğine bir türlü akil erdiremez. Gerçi psikiyatri söz konusu durumlarda yabancı ve kötü ruh ların insanın ruh yaşamına nüfuz ettiği görüşünün yanlışlığını ileri sürer, ama bunun dışında yaptığı tek şey, omuzlarını sil kerek yozlaşma (dejenerasyon), soyaçekimsel yatkınlık (dis pozisyon), bünyesel yetersizlik gibi terimleri kullanmaktır. İşte psikanaliz, bu gibi tehlikeli hastalık durumlarının neden lerini saplamaya çalışır, titizlikle sürdürülen uzun boylu inceleme ve araştırmalara koyulur, ortaya yardımcı kavramlar atar. Bilimsel varsayımlar öne sürer ve sonunda Ben'e şöyle diyebilecek duruma gelir: "Senin içine giren yabancı bir nesne yok; kendi ruhsal yaşamının bir parçası senin bilinç alanından çıkmış, senin egemenliğinden yakasını kurtarmıştır, o kadar. Kendini savunmada böylesine çaresiz kalman da buradan kaynaklanıyor. Elindeki gücün bir parçasıyla aynı gücün öbür parçasına karşı bir savaşı sürdürüyor, dışarıdan gelen bir düş man karşısında yapacağın gibi bütün gücünü savaşa sokamıyorsun. Ayrıca, sana cephe alıp senden bağımsız duruma geçen, sendeki ruhsal güçlerin en işe yaramaz ve en önemsiz parçası değildir. Şunu belirteyim ki, suç sende. Cinsel içgüdülerine karşı dilediğin gibi davranabileceğini düşünmekle, onların gözettiği amaçları hiç umursamadan işin içinden çikabileceğini sanmakla fazla ileri gittin. Içgüdüler de başkaldırdılar sana, senin zulmünden yakayı sıyırabilmek i kendi bildikleri yollara saptilar ve senin hoşuna gitmeyecek bir gizemsellik içinde haklarını koparıp aldılar se senden. Bunu nasıl gerçekleştirdiler, hangi yolları izleyerek böyle bir başariya ulaştılar. bilemedin, anlayamadın asla. Ancak neden sonra onların çalışmalarının sonucundan, yani senin rahatsızlık olarak hissettiğin durumdan haberin oldu. Gelge lelim, ilgili durumu, senin ayakaltı ettiğin içgüdülerden fışkıran bir sürgün gözüyle görmedin ve bunun söz konusu içgüdülerin elde etmeyi amaçladığı asıl doyumu temsil eden yerdeş doyum niteliği taşıdığını kavrayamadın.
·
360 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.