SARAH BAARTMAN’A ŞİİR
Seni eve götürmeye geldim, hatırlar mısın bozkırı?
Yemyeşil çimeni büyük meşe ağaçlarının altındaki
Hava serindir orada güneş de yakmaz.
Bir tepenin eteğine serdim yatağını
Battaniyen çalı çırpıyla ve nane yapraklarıyla çevrili,sarı beyaz çiçeklerle kaplı
Akarsuyun şarkısı işitiliyor, çakıl taşlarının üstünden sekerek akarken.
Seni kaçırmaya geldim
Didikleyen gözlerinden
karanlıkta yaşayan,insandan dönme canavarın,emperyalizmin pençeleriyle senin bedenini parça parça kesip doğrayan,senin ruhunu Şeytanınkine benzeten
Bir de kendini yegâne tanrı ilan eden!
Senin ağrılı yüreğini ferahlatmaya geldim
Yorgun ruhuna kucağımı sunuyorum işte
Yüzünü avuçlarımla saklayacağım
Boynundaki çizgileri bir bir öpeceğim
Güzelliğinle gözlerim bayram edecek ve sana şarkı söyleyeceğim.
Sana huzur getirmeye geldim ya.
Seni eve götürmeye geldim,kadim dağların adını haykırdığı.
Yatağını bir tepenin eteğine serdim,
Battaniyen çalı çırpıyla ve nane yapraklarıyla çevrili,sarı beyaz çiçeklerle kaplı.
Seni eve götürmeye geldim,
Sana şarkı söyleyeceğim bana huzur getirdin ya.
//Diana Ferrus
Tarih boyunca her insan topluluğunun, ırkın kendine özgü fiziksel özelliklerinin varolduğu tartışılmaz bir gerçek. Uzakdoğuluların çekik gözlü olması, Afrikalıların zenci olması, Japonların kısa boylu, minyon olması, Almanların sarışın olması,,, gibi fiziksel özellikleri var hemen her topluluğun. Bu çağda, bugünün dünyası ve bilimsel algısı açısından bakıldığında oldukça olağan karşılanan bir durum bu. Ama geçmişe baktığımızda insanların, sözde modern, medeni Avrupalıların sırf derisinin renginden dolayı insanları köle - sahip diye sınıflandırdığı, birbirlerinden ayırmak için utanç duvarları ördüğü, kendi içlerinden izole ettiği de bir gerçek. Tarihe dönüp baktığımızda fiziksel özellikleri normalin dışında olduğu için, çok fazla sorun yaşamış, haksızlığa uğramış insanların,milletlerin hüzünlü hikayeleri var. İşte bu kitapta bu hayatlardan, hikayelerden bir ismi ve o dönemin insanlarını anlatıyor.
Daha 19 yaşındasınız. Hiç bilmediğiniz bir yerde, doğdunuz topraklardan binlerce km uzakta, tanımadığınız, hiç aşina olmadığınız bir toplumun, adı insan olan yaratıkların önündesiniz. Üzerinizde bedeninizi teşhir eden kıyafetler var. Sahibiniz size durmadan komutlar veriyor; " Koş, dur, dans et, arkanı dön, yürü, yuvarlan..." İnsanlar sizin üzerinizdeki kıyafetlerle daha doğrusu olmayan kıyafetlerle yaptığınız şebekliklere gülüyor, alay ediyor, hakaret ve rencide ediyor. Ve orada bu muameleye maruz kalmanızın tek sebebi normal insanlardan farklı fiziksel hatlara sahip olmanız. Normalle kıyaslandığında devasa büyüklükte kalçalara sahipsiniz, tuhafsınız. Bu sizi anormal ve dışlanan bir insan yapıyor ( oysa bugün insanlar o duruma gelmek için, o hatlara sahip olmak için, estetisyenlere servet ödüyor.) İnsanlar kalçalarınızın gerçekliğini teyit etmek için, durmadan size dokunuyor, taciz ediyor. Ama sizin diyecek sözünüz, tepki verecek gücünüz yok. Çünkü Afrikalı zenci bir kölesiniz sadece, bir beyaza laf edemezsiniz. Teşhir ve taciz edilen sizin bedeniniz olsa bile. Sürekli hor görülüp, aşağılanıyorsunuz, şiddete maruz kalıyorsunuz. Çünkü hem siyahsınız hem de onlara göre garip ve tuhafsınız. Biri size bunları yapsa, bunları siz yaşasanız nasıl hissedersiniz?
Sarah Baartman (Saartjie Baartman) kadın vücudunun en büyük, en acımasız trajedisini yaşamış zenci bir köle. Sarah 1789 yılında Güney Afrika' nın Khoikhoi kabilesinde dünyaya geldi. Güney Afrikadaki, Hollandalı milislerin baskını sonucu ailesini kaybetti. Hollandalı çiftçiler tarafından köle olarak alındı. Batılı kadınlardan farklı, devasa büyüklükte kalçaları hemen sahibinin dikkatini çekti. Sahibi Sarah' ın bu fiziksel farklılığını paraya çevirenileceğini çok iyi biliyordu. İngiltere' ye giderse çok zengin bir kadın olabileceğine, rahat bir hayat yaşayacağına ikna etti Sarah' ı. Zaten gitmekten başka bir şansı, tercihi yoktu. 19 yaşında, kimsesiz bir köleydi.
İlk olarak Londra da sirklerde, en berbat kıyafetlerle para karşılığı hayvanlarla gösterilere çıkarıldı. Daha sonra sokaklarda, müzelerde, barlarda ve üniversitelerde çıplak olarak gezdirildi. Ünü kısa sürede yayıldı ve bir grup insan hakları savunucularının tepkisi ve başvurusuyla mahkeme düzenlendi. Ama Sarah korktuğu için ona bunların rızası dışında yaptırılıdığını inkar etti. Daha sonra Fransalı bir sirk sahibine satıldı ve Londradakindan çok daha ağır şartlarda, vahşi hayvanlarla çalıştırıldı.Yaşadıkları fazla ağır gelen Sarah bir alkolik olarak 25 yaşında öldü.Fakat ölüsünü de rahat bırakmadılar. Kalçaları ve beynini alıp ilaçladılar ve özel şişelere koydular.
Vücudundan kalanları da mumlayayıp müzede sergilemeye başladılar.
1816 yılında ölen Sarah' ın cesedini ve şişe içinde saklanan parçalarını almak için Güney Afrikalı yetkililer defalarca başvurdu ama her seferinde red kararı aldılar. Fakat dünyaya gelmiş en büyük insan hakları savunucusu, büyük lider Nelson Mandela 2002 yılında Sarah' ın bedenini ve parçalarını alıp, doğduğu topraklara getirtti.
İşte bu kitap Sarah' ın doğduğu toprakları, kabilesini, sırf zenci oldukları için haksızlığa uğrayan halkları, bugün dünyaya insanlık dersi veren Avrupalıların ırkçı, faşist, vahşi yüzünü, Sarah' ın trajedisini anlatıyor. Beni sabaha kadar uyutmayan, fazlasıyla etkileyen bir kitap, hikaye oldu. Sarah' ın yaşadıkları o kadar altüst etti ki kitabın nasıl bittiğini, yazarın kaleminin iyi mi kötü mü olduğunu anlayamadım.İnsanların karanlık fantezileri uğruna, metalaştırılmış bir kadının acı hikayesi Hotanto Venüsü...