Gönderi

Mühim notları derledim:
Etimolojik olarak, "millet" (nation), Latince "ırk" veya "doğuş" teriminden türemiştir. İlk çıktığında kabilelerle ilgili bir anlam taşıyordu, fakat sonraları kabaca, sadece bir "halk"ı veya "yöre ahalisi"ni (folk) ve "milliyet"i (nationality) değil, aynı zamanda bağımsız ve hükümran bir devleti—meselâ, birden fazla dil konuşan vatandaşları, İsviçreli, Avusturyalı veya Rus "milliyet"indenmiş gibi oldukça kafa karıştırıcı biçimde, bahsedilen İsviçre, Avusturya veya Rusya imparatorlukları gibi—belirtmek için kullanılagelmiştir. Şimdi, milliyet (nationality) nedir? Bu kelime, ortak bir ırkî soyu ima eden Latince natio'dan geliyor, fakat pek az modern milliyet, o da varsa, biyolojik anlamda ayırdedici bir "ırk"tan oluşmaktadır. Bilindiği gibi, milliyetçilik modern bir gelişmedir. Kaynağını ve yükselişini Avrupa'da bulmuş, Avrupa'nın etkisi ve örnek oluşuyla Amerika'da ve Batı medeniyetinin diğer tüm bölgelerinde yerleşmiştir. Ama artık sadece Hıristiyan Batıya mahsus değildir. En basit ifadeyle, milliyetçilik, vatanseverliğin ve milliyet şuurunun bir kaynaşımı olarak tarif edilebilir. Hayır, bir milliyet etkisini, karakterini, ferdiyetini, her defasında olmasa da, fizikî coğrafyadan veya biyolojik ırktan değil kültürel ve tarihî güçlerden alır. Dil'i, bunların ilki ve önde geleni sayıyorum.Bir milletin teşekkülünde ve onun diğerlerinden ayırt edilmesinde, dilin yanısıra, ikinci önemli şey tarihî geleneklerdir. Anavatan fikri (a), toprak (b), rejim türü fark etmeksizin siyasi geçmiş (c), yiğitlik ve cesaret dolu bir tarih (d), az veya çok gelişmiş bir ekonomi ile bir sektöre damga vurma ve sınıfsallık (e), milli mimari, edebiyat, felsefe ürünleri (f) her milletin ortak özellikleridir. Bu yüzden, milliyeti "ortak bir dili (veya birbirine yakın akraba lehçeleri) konuşan ve (dinî, ülkesel, siyasî, ekonomik, sanatsal ve entellektüel) tarihî gelenekler topluluğuna sahip kültürel bir insan grubu" şeklinde tanımlıyorum. Böyle bir grup —böyle bir milliyet— ortak dilini ve geleneklerini belirgin bir derecede canlı tuttuğunda ve yücelttiğinde, sonuç kültürel milliyetçiliktir. Kültürel milliyetçilik siyasî milliyetçilik ile birlikte veya onsuz olabilir. Bunun ötesinde, tarihin uzun dönemli seyri içinde milliyetlerin akışkanlığının ve "alt-milliyetler" veya "ikincil milliyetler"in varlığının farkına varmamız gerekiyor. İnsan kültürü daima çeşitli dil, âdet ve geleneklerle farklılaşmış olduğu için, milliyet insanlık tarihi boyunca daima varolmuştur. Ancak, belirli milliyetler görünmüş ve kaybolmuş, yükselmiş ve yıkılmıştır. Fakat insanlar milliyetin şuuruna varmadıkça ve onu vatanseverliklerinin baş hedefi yapmadıkça, kültürel veya siyasî milliyetçilik üretemezler. O halde, vatanseverlik nedir? Evet, "ülke sevgisi"dir. Fransızca'da, patrie (bir insanın milletinin veya "memleket"inin (fatherland) tamamı) ile pays (onun o andaki anavatanı) arasında faydalı bir ayrım yapılmaktadır. Herkesin, bir patrie'sinin yanısıra, bir de pay s'i vardır. Üstelik son birbuçuk asırdır Sanayi Devriminin çıkışı ve yayılışıyla birlikte, kitleler yalnızca atalarından kalma vatanlarından değil, fakat atalarının dininden de kopmuş ve Avrupa'dakilerin büyük kısmı, faal biçimde düşman olmasa da, Hıristiyanlığa lâkayd kalagelmiştir. Bu açıdan, modern Avrupa'daki ve çağdaş dünyadaki kitleler için bir çeşit hükümsüz din vücuda getirilmiştir. Fakat yukarıda belirttiğim gibi, böyle bir hükümsüz din gayritabiîdir ve bu boşluğu yeni bir inançla doldurmak gerekiyordu. Entellektüeller bunu, birine veya diğerine tek amaçlı ve en azından yarı-dinî bir bağlılık gösterdikleri "bilimcilik"te, "insancıllık"ta, "pozitivizm"de, "hürmasonluk"ta buldu. Şüphesiz ki, bu merciler kitlelerin perestişi için fazla soyut, fazla bâtını kalıyordu. Kitleler, Hıristiyanlığın tarihî inanç ve uygulamasından soğudukça, onun yerine, entellektüeller tarafından kendilerine sunulan, en gözdeleri de komünizm ve milliyetçilik olan diğer cazip ikamelere meyletti. Milliyetçilik, komünizmde olmayan sıcak ve dindarâne bir karaktere sahip. Manevî bir niteliği var ve komünizmin aksine, şu temel dinî hakikati takdir etmektedir: İnsan yalnızca ekmekle yaşamaz. Özetlersek, insanoğlunun din duygusu yalnızca Hıristiyanlık, Hinduizm, Budizm ve İslâmiyet gibi yaşayan büyük dinlerde, animizmde ve ilkel toplumların putperest kültlerinde değil, aynı zamanda çağdaş komünizmde ve özellikle de modern milliyetçilikte tezahür etmektedir. İlk çıktığı biçimiyle milliyetçilik, kabileciliğin bir ifadesiydi; sonradan zayıflayarak yerini daha geniş sadakatlere bıraktı; yeniden dirilişi ise modern zamanlarda ve geleneksel Hıristiyan halklar arasında gerçekleşti; Batıda tam anlamıyla neşvü nema bulması ve başka yerlerde ekilmesi ise nisbeten yenilerdedir. İnsanlar, oldukça uzun bir dönem sonra da olsa, şu ya da bu ölçüde, dar kabile sınırlarını kırdılar ve kabileciliği daha geniş sadakatlere dönüştürdüler, tikel insanın kabilesine duyduğu yoğun sadakat ve "yabancılar" a görünüşteki fıtrî düşmanlığı, diğer yabancı kabileler veya halklar hakkında bir tecessüs beslemesine veya onlarla mal takasında bulunma arzusuna ya da onların kültürlerinden unsurlar alma ve hatta onlarla federasyon halinde birleşmeye istek duymasına engel olmadı. Roma imparatorluğunun ün ve itibarı bu denli büyüktü ve en azından ismen, orta Avrupa'da 1806'ya kadar ve Habsburg'lar yönetiminde Avusturya imparatorluğu olarak 1919'a kadar yaşadı. Doğuda ise İstanbul'un 1453'te Türklerin eline geçmesine kadar Bizans imparatorluğu olarak fiilen devam etti, yerine geçen ve büyük ölçüde onu örnek alan OsmanlI imparatorluğu 1920'ye dek yaşadı. Bu iki din, yüzyıllarca öylesine nüfuz kazandılar ki, dünyanın kendi alanlarındaki milyonlarca insan için en tabiî gruplaşma kabile şeklinde ya da millî değil, Hıristiyan ve Müslüman şeklindeydi ve vatanseverliğin en yüce hedefi millî devlet değil, İslâmiyet ve Hıristiyanlıktı. Avrupa Ortaçağının yegâne büyük savaşları, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki mücadeleyi onbirinci yüzyıldan onaltıncı yüzyıla kadar uzatan Haçlı seferleriydi. Şu âna dek, ilkel milliyetçiliğin, yani kabileciliğin satıh altına inmesine katkıda bulunan iki faktörü tartıştık: 1) Beynelmilelci askerî imparatorlukların yükselişi; 2) Milletlerarası "dünya" dinlerinin yayılması. Üçüncü faktörü ise dil ve edebiyat oluşturuyordu. Şimdi, isterseniz kabileciliğin (satıh altına inmesindeki) dördüncü ve son faktöre geçelim: yani ekonomik faktöre, ilkel kabileler ilkel ve esasen kendine yeterli bir ekonomiye sahipti. Komşularıyla temasa girebiliyor veya istedikleri şeyleri yağmayla ya da savaşla ele geçirebiliyorlardı. Fakat ziraî ve sınaî sanatların ilerlemesi; hayvan ve bitkilerin ehlileştirilmesi; sulamanın kullanılması; bakır, demir, kayıkların ve vagonların yaygın kullanımı gibi yeniliklerle birlikte ekonomik gelişme kabile sınırlarını aşarak imparatorlukların kurulmasını ve genişlemesini; "dünya" dinlerinin yayılmasını ve büyümesini; edebiyat dillerinin ve kozmopolit kültürlerin etrafa dağılmasını daha kolay ve tabiî hale getirdi. Popüler milliyet şuurunun askerî imparatorluklar, dünya dinleri, milliyetüstü dil ve edebiyatlar veya ekonomik gelişmelerle silindiğini kasdetmiyorum. Hiç de öyle olmadı. Satıh altına gömüldü, ama yok olmadı. İlkel kabile milliyetçiliği satıh altına iten faktörlerin garip bir şekilde tersine dönüşünü temsil eden dört gelişme, Ortaçağların sonlarında ve modern çağların başlarında/ Avrupa'da millî duygunun ihyasına ve bugün tanıdığımız büyük ölçekli milliyetçiliğin başlatılmasına hizmet etti. Bu gelişmeler: 1) Entellektüeller arasında kozmopolitçiligin zayıflamasının ve millî kültürlerin yükselişinin eşlik ettiği, yerli edebiyatlarının doğuşu ve Latince'nin nisbî zayıflaması; 2) Feodal ya da şehir devletten, yani Roma imparatorluğunun ayakta kalan kalıntısından daha güçlü ve daha etkin siyasî bir kurum olarak, monarşik millî devletin doğuşu; 3) Mahallî lonca ya da malikâne ekonomisinin millî devlet ekonomisine dönüşmesi ve bunun sonucunda, ticaretin, sanayiinin ve tarımın millî düzenlemeye tâbi tutulması; 4) Katolik Hıristiyanlığının bölünmesi ve millî kiliselerin kurulması. Belirttiğimiz gibi, daha öncesinde ekonomik hayatın aslî birimleri millî devletler değil, şehir-devletlerdi. Şimdiyse, bu tür yörecilik millî merkantilizm adı verilen ekonomik milliyetçiliğin teorisi ve uygulamasına boyun eğiyordu. Her millî devletin hükümeti kendi kendine yeterli bir ekonomik varlık haline gelmeye çalışıyordu ve bu amaçla çeşitli tedbirler alındı. İthalat yasaklandı ya da korumacı vergilere tâbi tutuldu. Dahilî üretim ihsanlarla veya diğer araçlarla beslendi. Koloniler bulunmaya çalışıldı ve ana ülkenin tekelci ticarî sisteminin içine çekildi. Millî donanmalar kurularak millî ticaretin korunması ve zorla genişlemesi için kullanıldı. Millî merkantilizm, millî vatanseverliğin desteğini aldı ve sonuçta o da onu yükseltti, arttırdı. Bu durum, rakip millî devletlerin hoşnutsuzluğunu ve kıskançlığını besledi tabiî; 1615'de zengin bir Fransız tüccarının İngiliz ve Hollandalı rakiplerini küçültücü şu sözleri de bu gerçeği göstermektedir: "Bu yabancılar" diye yazıyordu Fransız tüccarı, "sülük gibidir, Fransa'ya yapışır, en zengin kanını oburca midelerine indirirler, sonra da düşerler. Son olarak, modern milliyetçiliğin gelişmesinde belirleyici bir etken olarak, onaltıncı yüzyılda dinî çalkantılar yaşanıyordu. Milliyetçiliğin giderek artan itibarı, kısmen Protestan Devriminin sonucuydu ve o kadar olmasa dahi Katolik Reformu da millî ruhu uyardı. Luther'in Almanlara, John Knox'ın İskoçlara, İngiltere ve İskandinavya krallarının halklarına millî vatanseverlikten yararlanarak seslenmesini farketmeden, dinî reformcuların nasıl olup da sayıca çok ve yaygın popüler izleyiciye kavuştukları anlaşılamaz. Keza, papalığın millî hükümdarlara, bilhassa İspanya, Portekiz ve Ispanya'nınkilere tanıdığı ayrıcalıkları bilmeden, Katolik Kilisesinin bu kadar çok halk üzerinde hâkimiyetini nasıl koruyabildiği anlaşılamaz.Bu çalkantının millî sonuçlan etkileyiciydi. Katolik Kilisesini ikiye bölen Protestan Devrim, Hıristiyan camiasını öz ve biçim itibariyle millî farklılaşmalara tâbi tutarak, Avrupa halklarını uzun süre bir arada tutan entellektüel ve manevî çimentoyu büyük ölçüde çözdü. Aynı zamanda, bu gelişmeler, o gün için üstü örtülü biçimde, her bir halkın tek başına katışıksız bir inanca ve İlahî göreve sahip olduğu anlayışım dinî yönden teyid etti. Gerçekten de bugün bildiğimiz şekliyle modern milliyetçiliğe ilk beşikliği İngiltere'nin yaptığını tasdik edebiliriz. Aklı aşar! İşte burada ruhi bir güç, tam bir din suretinde, savaşçı, yayılmacı ve müsamahasız Milliyetçilik kendini gösteriyor. Yeni millî emperyalizmle aynı dönemde, çok yönlü bir milliyetçi hoşgörüsüzlük baş gösterdi. Bunun arkasında, millî güç ve kudret peşindeki ateşli vatanseverlerin gayreti ve bir millet içinde ihtilafa ve bölünmeye hoşgörü gösterilmesinin o milleti ölümcül biçimde zayıflatacağına olan inançları yatıyordu. Bu nedenle, bir ülkenin bütün insanları eğitimden geçirilmeli, çoğunluktaki veya hâkim durumdaki milliyetin özelliklerine ve inançlarına uymaya yükümlü olmalıydılar. Uymayan azınlıklardan şüphe duyuluyordu; onlar mutlaka gerekli oranda millî vatanseverlikten mahrumdu ve bu yüzden de büsbütün hain muamelesi değilse bile aşağı, ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye hak kazanmışlardı. Yine, yirminci yüzyılın başlarında, Osmanlı imparatorluğunda "Türkleştirme" ortaya çıktı ve tahribata yol açtı.Türk milliyetçileri, imparatorluktaki diğer teb'a halkların "Türkleştirilmesi" de dâhil olmak üzere, boş yere 1908-1909'da devrimci reformlara giriştiler. Ancak, herşeyden önemlisi, Türkler Osmanlı imparatorluğunda bir azınlık teşkil ediyorlardı ve yeni ortaya atılan hoşgörüsüz milliyetçilik imparatorluğu karmaşaya atmaktan ve durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramadı. Vatansever subay ve diktatör Mustafa Kemal'in liderliğindeki Türkler, Müttefikler arasındaki rekabetlerden ve savaş yorgunluğundan yararlanarak, bu devletlerin Osmanlı imparatorluğuna dayattıkları ve Küçük Asya'daki bölgeleri Yunanistan'a, Fransa'ya ve İtalya'ya "manda" olarak dağıtan anlaşmayı geçersiz hale getirdiler. Mustafa, savaş ve diplomasi yoluyla, 1923'de Yunanistan'dan ve Müttefiklerden yeni bir anlaşma kopararak etnik olarak Türk olan toprakların —Anadolu ve Küçük Asya'nın tamamının ve İstanbul'un Avrupa'daki kısmının— hepsinin hürriyetini ve birliğini elde etti. Böylece Türkiye eski Osmanlı imparatorluğunun yalnızca bir parçası üzerinde kuruldu; ama bu önemli bir parçaydı ve tam bir millî devletti şimdi. Mustafa Kemal'in rehberliğinde, Türkiye hızla millileştirildi. Padişahlığın kaldırılmasıyla kalmayıp, tarihî İslâmiyet'ten koparılan Türk kuramlarına laik ve millî bir karakter kazandırıldı. Hükümetin dine ayırdığı tahsisat sona erdirildi ve dinî okulların yerine devlet okulları geçirildi. Kur'ân'a ve müslüman kadıların kararlarına dayalı olan eski hukuk sistemi kaldırılarak yerine modern bir millî sistem kuruldu. Müslüman takvimin yerine Batı Avrupa takvimi; Arapça harfleri yerine Romen harfleri koyuldu. Fes ve sarık kanundışı sayılarak şapka ve kasket teşvik edildi. Kadınların peçe takması yasaklandı. İnsanlara soyadı almaları emredildi (Kemal, kendisi için "Atatürk" soyadını aldı). Türklerin çoğu müslüman kalmaya devam etti; ama İslâmiyet artık kamuya değil ferde ait bir mesele haline geldi. İslâmiyet'ten esirgenen ilgi ne Hıristiyanlığa, ne de tabiat-üstü başka bir dine yöneltildi. Milliyetçilik resmî Türk dini oldu. Aynı zamanda, ordu savaş düzeninde tutuldu; millî okul eğitimi ve propagandasına ağırlık verildi. Türk kitleler okuma yazma öğrendikçe, ders kitaplarından ve radyolardan, yüksek medeniyet kurmuş kadim Hititlerden (hoş bir efsane olarak) gelmiş ve çağlar boyu bir "misyon" üstlenmiş "üstün bir ırk"a mensup olduklarını, şimdi büyük bir ırk ve büyük bir millet olarak bir kez daha üzerlerine düşeni yaptıklarını öğrendiler. Arapların bu gizli milliyetçiliği, "Arabistan Lawrence'i"nin ve diğer İngiliz casuslarının parlak sözlerle Türklerden kurtuluş savaşı olarak tanımladıkları I. Dünya Savaşına birlikte katılmalarıyla uyarıldı ve öne çıkarıldı. Osmanlı imparatorluğundan gerçekten kurtuldular, ama bu defa da Avrupalı güçlere boyun eğdiler veya "manda" oldular: İrak, Ürdün, Filistin, Suudi Arabistan ve Mısır Büyük Britanya'ya; Suriye ve Lübnan ise Suriye'ye. Her din gibi, milliyetçilik de sadece iradeye değil; akla, muhayyileye ve duygulara da seslenmektedir. Duygular hayr-ı mutlak, hafîz-i mutlak olan millî tanrının tefekküründe bir zevk, bir vecd uyandırır; onun rızasını kazanmaya iştiyak, nimetlerine şükran, ona karşı gelmekten korku; onun kudret ve hikmetinin ihatası karşısında bir huşu ve hürmet duyar; tabii ki duygular ferdî ve cemaat halindeki tapınmalarla ifade eder kendisini. Zira milliyetçilik, yine her din gibi, sosyaldir ve başta gelen ayinleri, bütün topluluğun adına ve kurtuluşu için icra edilen cemaat halindeki ayinlerdir. Modern milliyetçilik ayini, diğer bazı dinlerden daha basittir; ama nisbeten genç olduğu gözönüne alınırsa, bu ayin oldukça iyi geliştirilmiştir. Bu ayinin başta gelen sembolü ve merkezî tapınma nesnesi, millî bayraktır. Milliyetçiliğin kendi kutsal yolculukları ve kutsal günleri vardır. Aynı şekilde, milliyetçiliğin kendisine ait tapınakları vardır. Amerikalıların en fazla kutsallaştırdığı yerleri ve yapıları görmek isteyen birisi, Hıristiyan katedrallerini değil, Philadelphia'daki Bağımsızlık Binası'm, Boston'daki Faneuil Binası'm, Lexington'daki General Lee'nin ve New York'ta da General Grant'm türbelerini; bütün bunlardan başka, kubbeleriyle ve sütunlarıyla, Kongre ve Yüksek Mahkeme tapmaklarıyla, Beyaz Saray'ıyla, Lincoln, Jefferson ve VVashington abideleriyle, Arlington ve Vernon Tepesi yatırlarıyla popüler haccın tam bir mekkesi olan, millî başşehri gezmek zorundadır. Milliyetçilik dini, hiçbir muhalife hoşgörü göstermeye yatkın değildir. Modern milliyetçilik gerçekten de eşine az rastlanır derecede eli kanlı bir dindir. Bu yüzyılın ilk yarısında milliyetçi savaşlarda katledilen insanların sayısı, Ortaçağda dörtyüz yıllık Haçlı seferlerinde ölen insan sayıdan çok daha fazladır.
·
1.534 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.