Gönderi

500. FETİH YILDÖNÜMÜ HAZIRLIKLARI 1953 yılı, İstanbul'un fethinin 500. yıldönümüne rastlıyordu. Fetih yıldönümünün çoşkun gösterilerle kutlanması bütün milletin, İstanbulluların ve hele Atsız'ın candan dileğiydi. Peki, biz gençler ne yapabilirdik? 1952 yazı girerken, çoğu Atsız'ın öğrencisi olan bir grup genç toplandık, bu konuyu tartıştık. Fetih Cemiyeti kurulmuştu ve çalışıyordu. Hükûmet de hazırlıklar yapıyordu. Ama bütün bunlar bizim dışımızda oluyordu. Bizim yapabileceğimiz şeyler de olmalıydı. Bunun için bir dernek kurmamız gerekiyordu. Lise öğrencileri arasında bu derneği teşkilâtlandırabilir, gösterilere millî bir hava verilmesi için gayret sarf edebilirdik. <<Fetih Yıllarını Aydınlatma Derneği»nin kurulmasına böylece karar verildi. Hazırlık toplantılarını bizim evde yaptık. Derneğin genel merkezi de bizim ev oldu. İçimizde 18 yaşını bitirmiş olanlar dernek kurucusu olarak vilâyete bildirilecekti. Benim yaşım henüz tutmuyordu, o yüzden kurucular arasına giremedim. Dernek tüzüğünü kısa bir zamanda, fakat yoğun şekilde çalışarak hazırladık. Son şeklini vermek üzere bir Pazar günü Atsız'a gittim. Çok kere giriş kapısının sağ tarafındaki odada oturur, konuşurduk. Gelen misafirlerin çoğunu Atsız orada kabul ederdi. Geniş sayılmıyacak, demir parmaklıklı pencereleri sokağa bakan ve öğleden sonraları hayli loş olan bir odaydı burası. Fakat o gün burada değil yukardaki çalışma odasında oturduk. Nejdet Sançar, eşiyle birlikte yaz tatiline gelmişti ve onlarda misafir kalıyordu. Yukarıdaki odanın dip tarafına konulmuş olan masada çalışıyordu. Sanırım, o sıralarda liseler için bir edebiyat ders kitabı hazırlamakla meşguldü. Tüzük üzerinde bir-iki saat çalıştık. Evet, her şey iyiydi. Güzel hazırlanmıştı, yalnız dili çok ağırdı. Eski hukukî terimlerle ve kelimelerle doluydu. Bunlar ayıklanıp daha Türkçeleştirilemez miydi? Atsız'ın bu düşünceyi ileri sürmesi, bizim için bir talimattı. Vakit o kadar azdı ki, tüzüğün bir an önce vilâyete verilmesi için, değişikliklerin derhal yapılması gerekiyordu. Elektriklerin kesik olduğu bir gece sabaha kadar oturup çalıştık. Şimdi Avrupa'da bulunan Türkistanlı ve benim daha Ortaokulun ilk sınıfından arkadaşım olan bir genç Türkçü ile tüzüğün bütün kelimelerini Türkçeleştirdik. Karşılığını bulamadığımız kelimeleri de çeşitli sözlüklerden tarayıp çıkardık. İfrat ve tefrit denilen şeyin bu olduğunu sonraki yıllarda daha iyi anlamışımdır. Nihayet tüzük o hale geldi ki, vilâyetteki görevli memurlar okudukları zaman anlıyabilmişler midir, kestiremiyorum. Arasıra görüştüğümüz vakit, o Türkistanlı arkadaşımla kurduğumuz «Tüzük Türkçeleştirme Komisyonu>>nun mum ışığında sabaha kadar çalışmasını hatırlarız. Bir başka ışıksız toplantımızı da Sirkeci'de Türk Basın Birliğinin salonunda yaptık. Kalabalık değildik. Fakat arkadaşlar Üsküdar'a kadar gelemeyecek durumdaydı. Merkezî bir yerde toplanmamız gerekiyordu. Babam o sıralarda Türk Basın Birliğinin sekreteri olarak çalışıyordu. Hakkı Tarık Us, inatla yaşatmağa çalıştığı Basın Birliğine matbaasının bir iki odasını ve salonunu tahsis etmişti. Akşamüstü orada toplandık. El- ayak çekilmişti. Derneğin idare heyeti seçilecekti. Fakat elektrikler kontak yapınca, civardan aldığımız mumları yakmak zorunda kalmıştık. Ne garip tesadüftür: Fetih Yıllarını AYDINLATMA Derneğinin toplantıları hep ışıksız, karanlık gecelere denk düşüyordu. TANIDIĞIM ATSIZ Bir başka ışıksız toplantımızı da Sirkeci'de Türk Basın Birliğinin salonunda yaptık. Kalabalık değildik. Fakat arkadaşlar Üsküdar'a kadar gelemiyecek durumdaydı. Merkezî bir yerde toplanmamız gerekiyordu. Babam o sıralarda Türk Basın Birliğinin sekreteri olarak çalışıyordu. Hakkı Tarık Us, inatla yaşatmağa çalıştığı Basın Birliğine matbaasının bir iki odasını ve salonunu tahsis etmişti. Akşamüstü orada toplandık. El- ayak çekilmişti. Derneğin idare heyeti seçilecekti. Fakat elektrikler kontak yapınca, civardan aldığımız mumları yakmak zorunda kalmıştık. Ne garip tesadüftür: Fetih Yıllarını AYDINLATMA Derneğinin toplantıları hep ışıksız, karanlık gecelere denk düşüyordu. KILIÇ GAZETESİ Dernek resmen kuruldu. Şimdi iş, tüzüğün yayınlanmasına gelmişti. Gazeteler dünyanın parasın istiyorlardı. O zaman pratik bir çare düşündük. Kendimiz küçük bir gazete çıkarıp hem tüzüğü yayınlasak, hem de istediğimiz birkaç yazıyı neşretsek olmaz mıydı? Cemiyetler Kanununa baktık: olmayacak bir şey değildi. Engelleyici bir hüküm konulmamıştı. KILIÇ gazetesi böylece çıkarıldı. Küçücük, dört sahifelik bir gazeteydi. İki sahifesi tüzükle dolmuştu. Birinci ve ikinci sahifelerde ise makaleler, anketler, haberler vardı. Anket sorularını sorduklarımız arasında Atsız ve İsmail Hami Dânişmend de bulunuyordu. Gazete bin adet basılmıştı, kâğıdı da dahil olmak üzere bize maliyeti kırk lira civarındaydı. O kırk lirayı da kendi aramızda bin zorlukla toplamıştık. O sıralarda «Komünizme Karşı Mücadele» adında bir gazete çıkarılıyordu. O da küçük boydu ama içinde tanınmış imzalar, güzel yazılar vardı. Üniversite gençleri bu gazeteyi, Köprüde, Kadıköy iskelesinde bağırarak satıyorlardı. On beş günde bir yayınlanan gazetenin satışı böylelikle bir hayli yükseliyordu. O gazetenin satış usulünü örnek aldık.. Arkadaşlar toplandık. Bir pazar günü gazeteler koltuğumuzun altında Köprü tarafına geçtik. Belli mesafelerle sıralanarak gazeteyi satışa sunduk. Bütün gayretimize rağmen satış hiç de iyi gitmiyordu. Adalara eğlenceye, geziye giden gruplar bize tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Bazısı ilgileniyor, duruyor, soruyor, sonra almaktan vazgeçip yürüyor, gidiyordu. Öğlene kadar «çalıştıktan» sonra bir araya gelip hesap kitap yaptık. Topu topu on bir gazete satılmıştı. Yirmi beş kuruştan 275 kuruş. Bizim için tam bir bozgun! Gazetenin maliyetini böyle satışla çıkaramayacağımız anlaşılıyordu. Zararı sineye çekmek lâzımdı. Öyle yaptık. Çalışmalar işte böyle sürüp giderken, bir taraftan da, önümüzdeki ders yılında yapacağımız faaliyetin neler olabileceğini tesbit ediyorduk. Bunları konuşurken Atsız 500. yıldönümü gösterilerinde bir Türk kılıcı gösterisi yapmanın ne kadar güzel olacağını söyledi. Evet, son derece çekici bir fikirdi. Ama kim yapabilirdi ki? - Siz yapabilirsiniz. - Biz mi? Ama Hocam, biz kılıç oyununu bilmiyoruz ki. Hadi öğrenelim. Ama kim öğretecek? - Ben size bir kılıç ustasının adresini bulayım. Onun adını işitmiş, fakat kendisiyle tanışmamıştım. Siz gidip bulun. Birkaç gün sonra adres elimizdeydi. Cağaloğlu, Mollafenari Sokağı. Verilen adrese gittik. Eski, yıkık dökük, izbe halinde bir binayla karşılaştık. Dış kapısı hemen hemen yok sayılırdı. Kapkaranlık merdivenlerden çıktık. Bir odanın kapısını çaldık. Hiç ses yoktu. Defalarca çalmamıza rağmen ses veren olmadı. Düşündük, sabah erken gelirsek belki onu uyanmadan evde yakalayabilirdik. KILIÇ USTASI Atsız merakla soruyordu: «Ne oldu? Kılıç ustasını bulabildiniz mi? Onunla konuşabildiniz mi?» Nihayet bir sabah ustayı yakaladık. Uyku sersemi bir ses, kapıyı ısrarla çalışımıza karşılık verdi: - Kimdir o, sabahın bu köründe? Kimdik biz? Ne diyecektik? Adam ne Atsız'ı tanıyordu, ne bizi? Biraz sonra kapı aralandı: bembeyaz sakallı, iri kemikli, babacan, fakat çatık kaşlı bir ihtiyar kapıda belirdi. -Evet, ne istiyorsunuz? - - Sizinle biraz görüşmek istiyoruz. -Lâ havle! Evlâtlar, siz kimi arıyorsunuz? Yanlış gelmiş olmayasınız. Adını söyledik, evet kendisiydi.Bizi buyur etti. Yalnız başına yaşıyan bir bekârın, hem de yoksul bir bekârın odası. En lüzumlu eşyalar. Yatak, yorgan, kırık bir masa, bir iskemle, iki bacağı sallanıyor. Paçavraya benzer iki bez parçası perde yerine kullanılmış. Birkaç tencere, sahan, bir gazocağı. Duvarda birkaç çivi çakılı. Fakat, bundan ibâret değil. Tam yatağın başucuna gelecek şekilde iki büyük kılıç yanyana duvara asılmıştı. Arkadaşımla gözgöze geldik. Tamam, kıliç ustasının evine yakışan da işte buydu. Ustanın üzerinde eskice fakat temiz, beyaz bir gömlek vardı. Ayağında da paçalarından bağlı, beyaz Amerikan bir don. Yatağına oturmuştu. (Zaten oturacak başka bir yer de yoktu). Üstüne başka bir şey giymeye lüzum görmeden sordu: - Anlatın bakalım, ne istiyorsunuz? Anlattık. Kim olduğumuzu, ne istediğimizi bir bir ortaya döktük. Dinledi, dinledi. Sonra: - Evlâtlar, dedi, tam adamına gelmişsiniz. Beni artık herkes unuttu bellemiştim. Kılıç oyunu öldü sanıyordum. Beni aradınız, buldunuz. Demek bu oyunu öğrenmek istiyorsunuz. Pekâlâ! Ama, bakın, şimdiden söyleyeyim: Bu oyun zordur, çok çalışmak ister. Ben 73 yaşındayım. Belim büküldü, yine de dinç sayılırım. Size bunu öğretirim. Uzandı, duvara asılı olan kılıçlardan birini aldı. Kınından çıkardı, elinde şöyle bir teraziledi. Sonra birkaç hareket gösteriverdi. Kolay gözüküyordu. Yapılamıyacak gibi değildi. - Şimdi gördünüz. Bir de siz tekrarlayın bakalım. Kılıcı elime aldım. Allah Allah! Dimdik tutması bile zordu. Ağırdı. Sanki bileğimi aşağı doğru çekiyordu. Elimi alıştırdıktan sonra ihtiyar ustanın hareketlerini taklide çalıştım. Nafile! Bileğim dönmüyordu. Eklem yerleri sanki tahtalaşmıştı. Usta güldü: - Evet, dedi, işte böyle. O çok kolay gözüken hareketi bile yapmak için bileğinizin alışkın hâle gelmesi lâzım. Bunun için de aylarca çalışmak ister. Var mısınız? - Varız. Öğlene kadar oturduk. Bize eski gösterilerinden, hatıralarından bahsetti. En müthiş gösterisi o ağır kılıcı sekiz on metre havaya fırlatmak, sonra düşerken tam kabzasından yakalamaktı. Aynı zamanda tehlikeli bir oyundu bu. Kılıcın keskin yüzü rastladığı takdirde, insanın parmaklarının doğranması işten değildi. Başka bir gün buluşmak üzere ayrıldık - Atsız, kılıç ustasını buluşumuza ve onunla konuşmamıza pek sevindi. Neler anlattığını teker teker sordu. Bu, Türk kılıç oyununun son temsilcisiydi. Ölmeden önce bu oyunu başkalarına öğretmesi muhakkak lâzımdı. İnsanlar ölümlüydü. Fakat bu türlü güzel gelenekler devamlı olmalıydı. Tek çare, Türkçü gençlerin bu oyunu öğrenip yaşatmalarıydı. GERÇEKLE YÜZYÜZE Kılıç ustası ile görüşmelerimiz devam etti. Bir gün yatağının altından katlanmış beyaz elbiseler çıkardı. Giyindi. Şimdi karşımızda bir yeniçeri kocası duruyordu. Bu elbisenin hangi kumaştan yapıldığını, başlığın hazırlandığı maddeyi, çizmelerin yumuşaklığını, hangi deriden yapılması gerektiğini uzun uzun anlattı. Haydi oyunu öğrendik diyelim, bu elbiseleri diktirecek paramız var mıydı? Sonra kendisi yaşlı, kimsesiz, yoksul bir adamdı. Bu dersleri seve seve verecekti, ama onun bu zahmetine karşı nasıl ödeme yapacaktık? Yavaş yavaş gerçekle yüzyüze gelmeye başlamıştık. Halbuki bunları pek düşünmemiştik. Para? Önemli değildi. Çalışacaktık, yoktan var edecektik. Enerjimiz ve inancımız tamdı ya, yeter artardı. Şimdi, tam iş ciddileşmeye başladığı zaman paranın nankör çehresi önümüze engel olarak dikiliyordu. Ama, bir çaresini bulacaktık. Nasıl? Onu kestiremiyorduk. Aklımıza bir fikir geldi. Ustayı alıp, Milliyetçiler Derneğine götürdük. İdare Heyeti ile tanıştırdık. Bu kılıç kurslarını Milliyetçiler Derneği tertiplesindi, ödemeyi de o yapsındı. Biz de gidip orada öğrenirdik. Bizimle beraber daha yüzlerce kişi de. Milliyetçiler Derneğinin ödeme yapacak kadar parası var sanıyorduk. Onun da bizim kadar fakir olduğunu ne bilelim? Teklifimiz iyi karşılandı, ama sıra ödeme işine gelince mesele sürüncemede kaldı. Usta iyi adamdı. Bir taraftan bize yavaş yavaş öğretmeye başlamıştı. Önce kalın ve bir kılıç boyunda sopalar hazırlamıştık. Kılıç yerine bunlarla çalışacaktık. Bileğimiz alışacak, duruşları ve vuruşları öğrenecektik. Kılıçla çalışmalara daha sonra geçecektik. Bu kılıçların belli ağırlığı vardı. Kabzası falan maddeden yapılmalıydı. Şöyle çelik olmalıydı, bükümü şöyle verilmeliydi. Bu kılıçları yapacak bir tek usta kalmıştı. O da yaşlı bir adamdı. İşte bir mesele daha. Bu kılıçları nasıl yaptıracaktık? Yeniçeri elbiselerini diktirsek, çizmelerini yaptırsak, kılıçlarını tamamlatsak bile bineceğimiz atları nasıl temin edecektik? Hele biz İstanbul çocukları ata ustalıkla binmeyi nasıl öğrenecektik? Bunların hepsi bize kolay ve halledilebilir geliyordu. Hayâlin güzelliği ve çekiciliği vardı ya, onun büyüsüne kapılmıştık. Atsız'ın gözünde de bu hayâlin canlandığını görür gibi oluyordum. Fatih Sultan Mehmed Han'ın türbesi önünden takım takım atlılar geçiyordu. Kılıçları yaman, duruşları yamandı. Ata binişleri, inişleri, kılıç şakırdatışları, oynayışları başkaydı onların. Bunlar yeni Türk gençleriydi. Millî bir köke bağlı, tarihe vurgun, Türkçülüğün ilerki zafer yıllarını hazırlayacak gençler. KILIÇ KURSLARI O ders yılı başlar başlamaz, Derneğin teşkilâtını genişletmeye giriştik. Çeşitli liselerdeki arkadaşlarla tanıştık. O liselerde şubeler açtık. Vefa ve İstanbul Erkek Liseleri bunların başında geliyordu. Şube açılan yerlerde ilk işimiz kılıç oyunu kursları tertiplemek oldu. Haydarpaşa Lisesinde kendi kendimize yaptığımız ilânlarla kırk-elli kadar öğrenci kurslara devama başladı. Beden Eğitimi hocaları, jimnastik salonunun bir köşesindeki çalışmaları hayretle, biraz da öfkeyle seyrediyorlardı, ama ne gam! Onlar idâreden izin aldığımızı sanıyorlardı. İdare de, herhalde jimnastik hocalarının böyle bir kurs hazırladığını zannediyor olmalıydı. Dersler bitince, akşam üzerleri haftada üç gün kurslara iniyorduk. Hoca gelmiyordu. Onun bize öğrettiği hareketleri biz de diğer öğrencilere belletiyorduk. Önce bir hayal kırıklığı oluyordu. Kursa gelenler kılıçla çalışacaklarını sanıyorlar, kılıç yerine sopaları görünce biraz burkuluyorlardı. Kursumuza ilk yazılanlar arasında Atsız'ın büyük oğlu Yağmur da vardı. O sırada ortaokulun son sınıfında olmalıydı. Bazı günler elinde keman kutusuyla okuldan çıkardı. Şimdi de kılıç kursuna geliyordu. Çalışkan bir talebeydi. Birkaç dönem iftihara geçtiğini hatırlıyorum. Bizim kılıç kurslarının nasıl gittiğini Atsız, oğlu Yağmur'dan takip ediyordu. Bir adım atılmıştı, belki sonu da gelirdi. Sonu elbet geldi. Ama, nasıl? Hayâllerimizi altüst eden, umulmadık bir şekilde.
·
41 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.