Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

B) Tabiî Din 1) Kendimiz, İnsanlık ve Tabiat Hakkında Sahip Olduğumuz Bilgi, Bizi Allah'ı Bilmeye Ulaştırır. İnsanlığa çok saygılı olan ve ilâhlığı her şeyde içkin bir vücud gibi değerlendiren, bir çeşit insanî panteizm (Pantheisme Humanitaire)den ibaret bulunan bir din, hiç bir zaman, insan için, yeni bir görevler takımı ortaya koyamaz. Yaratıcının varlığı, insan ve tabiatdan hariç, mutlak ve aşkın bir vücud olarak tasdik edilmedikçe, Cenab-ı Hakk'a karşı görev olamaz. Bousset, "kendini bilmek, insanı, Allah'ın bilgisine (Marifetullah'a) ulaştırır" demiştir. Buna, insan kişiliğini bize çok iyi bir şekilde gösteren "insanlığın bilgisini de eklemelidir. İnsanoğlunun, gerçekten, gözde temsilcileri, yani insanlığın büyük örnekleri, Allah'ın varlığını daha iyi anlamamız için, adetâ birer yol gösterici görevini yaparlar. Hatta, anlamak kelimesi bile, bu makama uygun değildir. Cenab-ı Hakk 'ı bilmek, tabiri daha doğrudur. Tabiî veya aklî din, her çeşit vahiy, ilham ve Allah'ın adâleti teorisinin dışında olarak, akıl üzerine kuruludur. Bu din, Leibniz'den itibaren, isimlendirildiği gibi, özellikle "ilâhî ilim" denilen ilâhi adâlet kuramını kabul etmeksizin, ilâhîliği açıklamakla iftihar edemez. Belki, Allah'ın varlığını doğrulamak ve herbiri sınırsız ve sonsuz ilâhî sıfatların sonsuzluğu yanında, bizim hissedebileceğimiz miktarını, haşa, tarif değil, belki nitelendirir. Bilim dinsiz ve Allah'sız mıdır? İlmin dini var mıdır, yok mudur? Eğer, biz bu soruyu, kâinatta bizim bildiğimiz şeyler olduğu gibi, bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz şeylerin de olduğuna inanan bir filozofa, veyahut, "bizce, Allah'ın varlığını doğrulamak mümkündür, fakat, ilâhî kişiliği araştırma ve ilâhî sıfatları açıklamaya güç yetmez" diye iddia eden bir filozofa sormuş olsak, vereceği cevap, "Evet, din adını haksızca ele geçiren bazı batıl önyargılar var ki, bunlar için, bilim, bir hasım ve bir düşmandır." Fakat bilim, "bu batıl önyargıları söndüren bir din ile birlikte ve beraber hareket eder'den ibarettir. Evet, bilim çoğunlukla dinsiz gibi görünür. Fakat, eşya ve işlerin dış görünüşlerinden çok, ilerisine nüfuz eden bilim gerçek dindardır. Thomas Henry Huxley der ki, "Gerçek bilim ile hakiki din, öyle ikiz iki kızkardeşe benzerler ki, bunların ikisini de yoketmeksizin birini diğerinden ayırmak mümkün değildir." Din, bilimin olduğu yerde hayat bulur ve yeşerir. Köklerini bilimin zeminine daldırılmış bulunur. Spencer de, "Dinsiz, bilim sahibi olan değil, bilime karşı kayıtsız kalandır" demiştir. 1- Bilimsel gerçeklere karşı, gözlerini kapamak, yaratılışın garipliğine karşı kayıtsız kalmak ve sonra da, bir dinle din sahibi olmak! Okunmayan bir eserinden dolayı, yazarın iktidar ve üstün niteliğine hayran olmak ve eserinin sahifelerini açmaksızın kendisi hakkında pek tumturaklı övgülerde bulunmak demektir. Bilime olan sadakat. sessiz bir ibadettir. Yüksek kıymeti ve yüceliğine karşı gizli bir şükrandır. Bu, bir kulluktur ki, âlim olan kimsenin yalnız lisanında kalmaz: belki, kalbin, beğenip araştırmasının her köşesine kadar nüfuz eder. Bu derin bir saygıdır ki, âlim olan kimse, bunu, yalnız dil ile söylemekle yetinir. Belki, her an, zamanının hepsini bütün fikirlerini ve zahmetlerini ona hasretmek ve onun için sıkıntılara göğüs germekle bu saygısını ispat eder. 2- Alışkanlık olduğu üzere, tabiat kanunlarının, seyredilmesi de dindarlık hissini destekler. Çünkü, bu seyir, bizde, tabiat kanunların yararlı olduğuna dair, bir duygulanma ortaya çıkarır. Bu özellik, kanunları kuran ve devam ettiren, aşkın bir varlıktan habersiz olma gibi düşünceleri de uzaklaştırır. Bilimin, evrenin sahibine verdiği ilâhî kişilik, öyle, cahillerin sandığı gibi, haşa, bir zorba, bir zalim kişi değil, mutlak adil bir kişidir. Gerçi, O'nun sessiz sonsuzluğunun derinlerine inme mümkün değildir. Fakat, O mutlak bilen kişi, tabiatın kanunları ile, ilâhî âdetlerini bize yansıtır. Bizim bildiğimiz şeylerin hepsi, O'nun Rabbanî (Allah'a özgü) hikmetinin bir zerresi ve Allahlığına ait iradesinin bir görüntüsüdür. 3- İnsan bilgisi, bazı yönlerden çok aciz ve çok sınırlıdır. İşte, bilimin bu sınırlılık ve yetersizliğine dair ortaya çıkan derin his de, dindarlık fikrini hatırlatır. "Gerçi bilim, an'anevî tarih ve insan hakimiyeti karşısında, mağrur bir şekilde davranır. Fakat, bakışına, "mutlak" olanı örten, o nüfuz edilemez gizlilik perdesinin karşısında, başını tâ yerlere kadar indirir. Bu, ne yasal bir kibir ve gurur, ne samimi bir huşu ve alçak gönüllülüktür." "Gerçek bir bilim adamı, bu ada lâyık olan bir âlim, diğer bir deyişle, piramitlerin büyüklüklerini hesap etmek, birleşik öğeleri ayrıştırmak, veya hayvan çeşitlerini sınıflamak ile yetinmeyen ve belki aşağı dereceden olan bu gerçekler yanında daha yüksek gerçekleri arayan ve yüce bir gerçeği izleyen samimi ve inanmış bilgin, tabiatın, hayatın ve düşüncenin görünüşleri olan, o salt ve evrensel gücün, sadece, insan ilminin değil, bütün insanî düşüncenin, ne derece üstünde olduğunu açıkça görebilen tek insandır." 2) Allah'ın varlığının delilleri: İşte, asrımızda en çok üne kavuşan "evrimcilik" ekolünün en saygıdeğer temsilcisi yukarıdaki ifadede bulunmuştur. Üzüntü vericidir ki, çok fazla yayılmış olan batıl bir itikad, bu ekolü, dindarlık fikrine karşı gibi göstermektedir. Güya, bu ekol, âlemin oluşumunu, yani, yaratılışı tanımlamaksızın açıklıyormuş. Acaba, âlemin çeşitli devirler arasında yavaş yavaş meydana gelmesi, birdenbire oluşmasından ve olgunluk oranını bir anda kazanarak âdeta belirli bir hale gelmesinden daha az mi hayret vermektedir? Evrim teorisi, bizi, Allah'ın varlığını doğrulamaya zorlayan en az iki kanunun kabulünü gerektirmiyor mu? Bu kanunların birincisi, bütün eşyaya kaynak olan ve oluşum şekli açıklanamayan bir ilk maddenin varlığıdır. İkincisi de, bu eşyanın temeline dikilmiş ve onların sonsuz gelişimini, idare etmeyi üzerine almış bir kanunun varlığıdır. Kesin şekilde söylemek gerekirse, Yaratıcı meselesi, bir geometri davası veya bir fizik kanunu gibi ispat olunmaz. Allah'ın varlığı düşüncesi, her şeyden önce, zihnin bir sezgisidir. Bu kavram, açıkça da ispat edilmez. Bu konuda açıklanan kanıtlar, gerçekte, düşünceyi uyandırmaya, itirazları ve engelleri ortadan kaldırmaya hizmet eder. Bu engeller ise, bakışlarımızı durduran, bize engel olan ve Descartes'in tabirince, "Bu gerçeklik nurunun, karşılaştırılması imkânsız olmayan güzelliğini seyretme ve onu hayretler içinde görme ve tapınmadan bizi mahrum etmek isteyen, manialardan başka bir şey değildir. Şunu da ilave edelim ki, Allah 'in varlığının kanıtlarının hepsi, teker teker yetersizdirler ve tamamlanmamışlardır. Bu kanıtları toplanmaları ve bir hüzme şeklindeki birleşmeleri, bir kuvvet meydana getirir. İnsan, Cenab-ı Hakk'a, böyle bir kanıt ile değil, kendi ruhu ile yönelmelidir. Bir metafizik meydana getirmenin aksine, Cenab-ı Hakk'a karşı yükümlü olduğumuz görevlerin kurulması gerektiğinden, zorunlu olarak, kısaca açıklanması gereken bilgiler konusunda, Kant'ın yaptığı sınıflamayı takip edeceğiz. 1- Evrenin oluşması (kozmolojik delil) veya maddenin imkanlığı üzerine kurulmuş olan kanıt, "maddenin varlığı, gerekliliğini taşımaz" demekten ibarettir. Diğer bir deyişle, madde. olağandır, yani varolması mümkündür; bunun için de, varlığı zorunlu bir varlığın varolduğunu doğrulamak gereklidir. Çünkü, belli bir anda, hiç bir şey var değil idiyse, ebediyyen hiç bir şey de var olamayacaktı. Şunu da ilave etmelidir ki, madde, sonsuz da olsa, kendi varlığının yeterli nedeni içerdiğini düşünmek mümkün değildir. Bu durumda, nedenden nedene çıkarak, gerçekten yeterli bir nedene varılır ki, bu gaye nedeni bize herşeyi açıklar. Aristo, bu konuda, hareket noktası olarak, hareketin varlığını kabul eder. Aristo'ya ve bütün eski filozoflara göre, hareket, hem tabiî hareketi veya mekanik hareketi, hem de, varlıkların, olgunlaşmak için izledikleri -bizim gelişme ve ilerleme dediğimiz şeyi içeriyordu. Bundan sonra da, aşağıdaki şekilde düşünüyordu: "Her hareket, kendinden önceki bir başka hareketten doğar. Bu önce gelen hareketin hiç biri, kendisinde, bu hareketin nedenine sahip değildir. Çünkü, her hareket, kendinden önce gelen hareketin eseri ve sonra gelen hareketin de nedenidir. Bu durumda, mutlaka bir "ilk hareket ettirici"'de karar kılmak gerekir ki, bu ilk hareket ettirici, bütün hareketlerin ilk nedenidir. Bu ilk hareket ettiricinin kesilmeden devam eden etkisi ise, hayat ve tabiatın ilerlemesini meydana getirir." Madem ki, madde, kendisi için durgun ve etkisiz gibi kabul olunuyor, maddenin hareketi sonsuz da olsa, mutlaka yine bir neden ile açıklanması gerekir. Bir kum tabakası üzerinde elin bıraktığı izi, daima görmekle, bu iz açıklanmış olur mu? Bu izin, gerçek bir elin eseri olduğu hakkında akıl yürütmeye ve bunu kanıtlayan bir açıklamaya gerek kalmaz mı? 2- İlâhî hikmet veya gaye nedenleri, kanıtı (psiko-teleolojik delil), "evrende, bir düzen, özellikle, organlara sahip varlıklarda gaye nedenleri ve vesilelerin gayelere uyması vardır; her düzen, bir düzenleyicinin varlığını gerekli kılar" demekten ibarettir. Gerçekte, bu şekilde bir akıl yürütme, sırf vehmi olmaktan öte, kötüye kullanımlara da sebep olmaktadır. Tıpkı, bir vaizin gülünç gaye nedenleri hayal ederek, yaratıcının, inayetiyle, büyük şehirlerden büyük nehirleri geçirdiğini ifadesi gibi, kötü ye kullanılmış ise de, kötüye kullanma yine bunların iyiye kullanılmasına engel değildir. Voltaire'in dediği gibi, her saat bir saatçinin varlığını gerektirir. Bundan başka, Voltaire şunu da ilave eder: "Eğer göz, görmek için var edilmemiş ise, buna, "gayeci hastalığı" yani ahmak demek daha uygun olur. Voltaire'in bu son itiraz oku, her yerde gaye nedenlerini görmekten çekinenlere yöneltilmiştir. Voltaire'in düşüncesi, hiç bir yerde gaye nedenlerini tanımamak isteyenlere daha çok uygulanabilir görünüyor. Günümüzde, bazen şuursuzluk, yani kasıtsız, fakat tabiatında gerçek ve israrlı bir intibak hatırlatılarak işin içinden sıyrılmak isteniyor. Fakat, tesadüf hakkında söylenen şeyler, şuursuzluk hakkında da söylenebilir. Tesadüf, bizim, cahilliğimizi örttüğümüz bir kelimeden başka bir şey değildir. Şu kadar ki, tabiat bu düzenle birlikte, bize, bir düzensizlik manzarasını da gösterdiğinden, bu düzensizliğin örtülü ve daha derin bir düzen olduğunu ve fırtına zamanlarda su yüzeyinin değişmelerine karşı uzak denizlerin derinliklerinde sükun ve intizamın hüküm sürdüğünü ispat etmek zor görünür. Aksi takdirde, insanların, "kamunun onayı ile vücuda getirdiği bu eski kanıt, ya "ikincilik" denilen ve "olgunsuzluk" ilkesi olan "madde" ile "olgunluk nedeni" olan Cenâb-ı Hak'tan ibaret iki sonsuz ilke kabul eden ekole, veyahut, iki ilâhlık ilkesi kabul eden ve sonra da, bunları, birbirini taklide yönelten ve nihayet, gerçekte hiçbirinin ilahi bir şey olmadığımı itiraf eden Maniheizm'e dönüşür. Bu durumda, evrenin düzeni için, şu üç şekilde bir açıklama mümkündür demek olur. Bunun birincisi, "tesadüf", ikincisi, bir "kör zorunluluk", üçüncüsü de, hakîm ve mutlak güçlü olan "yüce yaratıcı bir zat." 3- Varlık kanıtı (ontolojik delil) veya "metafizik kanıtlar", bir etkenin kendi eserine koyduğu ve âdetâ damga gibi bizde varolan "mükemmel ve sonsuz" düşüncelerini akıl yürütmenin hareket noktası olarak, almaktan ibarettir. Bu düşüncelere, ne tabiatın bilgisi ne de nefsin veya ruhun bilgisi kaynak olabilir. Çünkü, gerek bizim içimizde, gerek dışımızda bulduğumuz şey, gayri mükemmel ve sonsuz olmayandan başka bir şey değildir. Meselâ, âlem sonsuz olsa da, bilimsel açıdan sonlu ve sınırlı olarak düşünülür. Zaten, nicelik açısından sonsuz, olgunluk yönünden sonsuz olandan farklıdır. Olgunluk demek, oluş nedeni demektir. Olgun olmayan vardır, en mükemmel olan var değildir, diye iddia etmekte çelişki vardır. Biz, özel veya üstü kapalı bir kıyas ile düşüncemiz tarafından şekillendirilen olgunluk sayesinde, bir varlık hakkında da, en olgun değildir, diye bir doğrulamada bulunabiliriz. Fakat, denilebilir ki, en olgun olanın varlığı, ideal varlıktan başka bir şey değildir. St. Anselme ve Descartes, buna cevaben derler ki, en olgun için, ideal bir varlığı inkar etmekte çelişki vardır. Çünkü, bu hal, olgunluğun birincisini, yani hakikat ve hayat gibi bütün diğerlerine imkân veren bir olgunluğu inkâr etmek demektir. Varoluş hali, olgunluk fikrinin içinde vardır. Nitekim, "üç açıdan ikisinin dik açıya eşitliği, üçgen düşüncesinde vardır." Bundan başka, Leibniz şunu da ilave eder, "Olgunluk son derecede olumlu bir düşünce olduğundan varolma imkânına zarar verecek hiç bir çelişkiyi kabul edemez. Çünkü, her çelişki bir olumsuzluğu gerektirir. Cenâb-ı Hak ise, hakkında hiç bir olgunluğun inkârı mümkün olmayan varlıktır." 4- Ahlâkî kanıt (veya Ahlâki kanun): Bu kanunu, insanların vicdanlarına taşıyan ve kaydeden, tabiatlarına yerleştiren bir kanun koyucunun varlığını gerekli kılması esasına dayanır. Bu ilkeye göre, kanunu isteyen kanun koyucu, hem müşfik, aynı zamanda, hem de intikam alıcı olmazsa (mün'im ve müntekim), böyle bir kanun da, tamamlanmamış ve noksan olur. Kant, yüce yaratıcı kavramından yüce Allah düşüncesine geçebilmek ve varlığını, imkânından, akıl yürüterek, çıkarma hakkına sahip olup olmadığını kendi kendine sormuştu. Kant'in bu sorusu, teorik akıl, kendine güvenebilir mi? Ve kendi hükmünün yasal olduğunu ileri sürebilir mi? demekti. Kant, pratik aklın, oluşlar ve görünüşler âleminin ötesine geçebilmek için lazım gelen, nüfuz ve kuvvete sahip olduğuna, son derecede inanıyordu. Kant der ki, göreve ve görevin gerektirdiği her şeye, yani, insan hürriyetine ve yaratıcıya inanmak bir görevdir. İşte, bunun içindir ki, tanrı tanımazlık, daima kişisel bir şey olarak kalmıştır. Dinsiz bir millet olmadığı gibi, tabiatöçılardan M de Quatrefages adında bir bilgin, insanları, iki temel özellik ile hayvanlardan ayırmıştır. Bunlardan biri, "ahlaklılık", yani, göreve bağlılık, diğeri, "din sahibi olmak veya Cenab-ı Hakk'a imandır. Varsın bir Fénelon, ilâhî sıfatlar ile insanın dinî görevlerini açıklamaya çalışsın. Leibniz de, Hıristiyanlığın iki önemli şubesinin arasını nasıl uzlaştıracağı hususunda düşüncelerini söylesin. Diğer taraftan, Afrika zencileri, kahinlerine; sihirbazlarına başvursunlar. Mabudları huzurunda titresinler, hemcinslerini bunlara kurban etsinler. İşte, bunların hepsine "din" veya "mezhep" adı verilir ve genel dilde, bunlar için, başka bir isim de güç bulunur. Fakat, bunların hepsi, sonsuz ilâhî büyüklüğün, hak ve gerçek olan yegane bir dinin bozulmuş veya değiştirilmiş örneklerinden ibarettirler. İşte, bilimin bize telkin ettiği din, yegane hak olan bu "din-i mübin"dir. 3) Dinî Ahlâk: Bilimin ilerlemesi, hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın, Pascal'ın bir sözü, daima, hakikat olarak kalacaktır: "Sonsuz semanın sessizliği bana dehşet verir." Burada, dehşetten maksat, sonsuz bir büyüklük, sonsuz bir kudret karşısında, insan aklının ve duygusunun titremesidir. Bizim, Cenab-ı Hakk'a karşı ilk görevimiz, yüce yaratıcıyı tanımak, yani yaratıcıya ve ilâhî sıfatına inanmaktır. Eğer, biz, Spinoza ile beraber, insanî adâlet ile ilâhî adâlet arasında hiç bir benzerlik veya münasebet olmadığını söyleyecek olursak, adâlet, hikmet ve hayrın ahlâkî niteliğine ait olan bilgilerimiz, bizim ruhumuzda, hiç bir kulluk duygusu uyandıramaz. Bilhassa, bize, bir ahlâk kanunu ilkesi olmak üzere, Cenab-ı Hakk'a karşı yükümlü olduğumuz görevleri bildiren şey, yüce Allah hakkın da sahip olduğumuz bilgi ve onu tanımadır. İnsanlar için, bir kaç vatan olduğu gibi birkaç da din vardır. Herkes, kendi dinini, diğerlerinkine hakaret etmeksizin sevmelidir. Bu adâlet ve şefkat duygusu bir çeşit hoşgörü değil, fakat, başkalarının hayatına bir çeşit saygıdır. Bizim ortak olmadığımız bir dinin ayini, gerek bir kilisede, gerekse diğer bir mabedde, bir sinagogda veya bir câmide yapılsın, görünümü samimi bir saygıyı gerektiren, ruhî bir halinin timsali gibi görünmelidir. Özetle din, insanları bölmemeli, belki birleştirmelidir. Hangi dine inanırsanız inanınız, veya inanmayınız, bunu düşünmeniz veya düşünebilmek için, bir kalbe sahip olmanız yeterlidir. Bütün varlıkların öncesiz kaynağına yükselmek imkânsızdır. Bu konudaki güçsüzlüğümüzü itiraf etmemek de mümkün değildir. Bu güçsüzlüklerini doğrulamayanlarsa, fikirlerin de, hürriyet ve hüküm verme yetilerinde, kuvvetten eser olmayan, hür düşünceli tabir olunan inançsız kimselerdir.. İşte, insan toplumunun felâketlerinden biri de, dayanılması imkânsız olan bu inançsızlık, cahilcesine bir bilgiçlik taslamadır. Buna tutulmuş olan bir kimse, hiç bir şey öğrenemediği halde, herşeyi bilir zanneder ve alaycı bir tavırla, güya herşeyi halleder. Bu kimse için, bir zeka ışığı, işe sonuç kazandırır gibi görünür. Biçare, binlerce seneden beri insanlığın en büyük temsilcilerini bile hayrete düşüren en büyük meseleleri, bu gülünç haliyle halledip çözümlediğine inanır. Bir inancı, inanç olması itibariyle küçük görmek, inancın bir hürriyet eseri olduğunu ve en kesin bir ilimde bile, böyle bir inanç unsuru, yani, kanıtlanması mümkün olmayan bir konu veya varsayım bulunduğunu inkâr etmek demektir. Bununla birlikte, ruhlarınızı, daima, Cenab-ı Hakk'ın varlığından ayırmayınız. Cenab-ı Hakk'ın hâşâ var olmadığını size ispat etseler dahi bu varlıktan şüphe etmeyiniz. 4) Ruhun Bekası: Ahlâk kanunun bir konusu olmak üzere ruhun devamlılığı da matematiksel kesinliklerle kanıtlanamazsa da, kalblerin derinliklerine bağlanmış bir kanaat olmak üzere kalır. Çünkü, geçici olduğumuzu hissederiz ve ne zaman, seyri bütün dikkatimizi çeken ve içinde kaybolduğumuz bir düşüncede; güzelliği bizi büyüleyen bir duyguda bulunursak derin derin düşünmek için, kendimizi zamanın ve mekânın dışına çıkmış buluruz. Spinoza'nın dediği gibi, kendimizi ebedi bir şekle girmiş sanirız. Özellikle, aklımız, bizim geleceğimizin arz üzerinde sona ereceğini inkar eder. Çünkü, akıl, erdem ile mutluluk arasında eşdeğerliliği mutlaka ister. İçinde bulunduğumuz yeryüzü şartları ise, buna asla dayanıklı değildir. Biz, erdem için mükafaat talep etmeyiz. Belki, erdeme baskı yapan zorluklar ve engellerden bağımsız olarak, bizzat ondan faydalanmak hakkını arzu ederiz. İnsan, daima, sonsuzluk için yaratılmış bir varlık olduğunu hisseder. Bu varlık, cinsleri arasında ne kadar yükselmiş olursa, o kadar çok anlar ki, bütün yetileri, çalışmaları, gayeden mahrum kalmak ve hiç bir zaman bu gayeye ulaşmamak için insana verilmemiştir. İnsanın, mutluluğu hissetmek için verilmiş olan duygusallığı, ızdırap dolu bir bir hayatla yetinemez. İlim için verilmiş olan zekası da, bazı kısımlarından başkasını da kuşatamaz. İyilik için yaratılmış olan iradesi de, bu iyiliği çok defa bu yolda kullanır. Özetle, bütün insanî yetiler, yok olmamak için karşı koyar ve adetâ isyan ederler. İşte, kim ruhun bekası hususunda, aşağıdaki üç kanıt hakkında düşünür, kafa yorarsa bunu tasdik eyler. 1- Ahlâki kanunun yaptırımlarının yetersizliği üzerine kurulu, erdem ile mutluluk arasında bir ahenk kurulmasına ilişkin gelecek bir hayatın gerekliliği. 2- İnsan hayatında, çok nadir olarak, düşünce itibariyle, sonsuz bir hayat sürdürdüğümüz zamanlarla kuvvet kazanan ruhun devamlılığı hususunda tabiî ve derin bir içgüdü. 3- Hepsi sonsuzluğa yönelmiş yetilerimize, gelişmelerini, taşıdıkları ve açıkladıkları memnuniyetlerini verebilmek ve ilerletmek için, mevcut hayatın, inkâr edilmesi mümkün olmayan yetersizliği. Evet, kim ki, aklın bu nedenleri ve sebepleriyle, aklın kendisinin bile bilmediği diğer kalp sebeplerini düşünürse, ruhun devamlılığına inandığı gibi, ruhun devamlı olduğuna dair inancın, ahlâkın yasal bir sonucu olduğuna da inanır. Aynı zamanda, en büyük mutluluğun da, faziletin kendisinden daha az bir fazilet mükâfatı olduğuna kanâat getirir. Biz, bu konuda, ruhun tabiatına ilişkin psikolojinin teorilerine başvurmaya gerek görmedik. Çünkü, bu teoriler, ruhun devamlılığının yalnız imkânını ispat eder. Bunun gerçekliğinin ve gerekliliğinin delilleri ise, ahlâkın meselelerindendir. Gerçekte, bu son maddeleri, pek özetle açıkladıksa da, o da, böyle bir mesele üzerinde, her şeyden önce , kişisel tefekküre çağrıda bulunmalıdır. Her ilmî alet, kesinliği sebebiyle, katiyetten mahrum olur. Erdemin yok olamayacağına inanmak da, erdemin bir kısmıdır ki, Eflatun'un dediği gibi, kendini tehlikeye atmayı kabul eder. Kesin bir bilgi ve kanıt, erdemi şahsi çıkardan soyutladığı için, erdemin esas üstünlüğünü yok eder. Fakat, bir gün gelecek ki, her şey iyi olacak. İşte, erdemin bütün ümidi ve dayanağı budur. Fakat, gelecek olan bu iyilik, henüz gelmemiştir. İşte, endişesi ve üstünlüğü de budur. Bununla birlikte, ruhun bekasi na inanma, bu iyiliğin gelecekteki tasdikidir. Başka bir ifadeyle Allah'ın varlığının doğrulanmasıdır. Biz vazifemizi yapalım, ötesini Allah'a bırakalım.
Sayfa 208 - Akçağ Yayınları, 2. baskı/ Ankara 2001
·
1.260 görüntüleme
receبْ okurunun profil resmi
Not: Bu alıntıyı paylaşmamla Deist olduğum sonucunu çıkarmayınız🙂 Bunu paylaşmamdaki maksadım Alexis Bertrand ın fikirlerini Google da arayan birinin bu kaynağa ulaşabilmesi. Çünkü bu konuda Google da araştırıldığında yazarla ilgili pek az bilgi çıkıyor. Bilgi olarak burada dursun faydalı bir alıntı. Belki biri okur.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.