Gönderi

...Hatırlatmak istediğim bir husus var: Bu kitapta, o dava dolayısıyla yapılan sorguların ve savunmaların hepsi yok. Niçin yok? Çünkü bana verilen dosyada yalnız bu sorgular ve savunmalar vardı. Okuyacağınız savunmaları, bana, Nejdet Sancar'ın eşi Reşide Sançar verdi. Sançarlar, önce Ankara'da oturuyorlardı. Sonra İstanbul'a, Maltepe'deki evlerine taşındılar. Nejdet Sançar, 1975 yılında vefat etti. Ondan on ay sonra da Nihâl Atsız'ı toprağa verdik. Ben, her iki cenaze merasimine, Ankara'dan yola çıkarak katıldım. İstanbul'a her gidişimde, Reşide Sançar ablamızı da ziyaret ediyordum. Bir defasında bana bir dosya uzattı: -Nejdet, bu dosyayı sana vermemi istemişti, dedi. Baktım dosyada, 1944 yılında görülen o meşhur davanın sorguları ve savunmaları var. Ama tamam değil! Noksan olanları sorduğumda: “Bizdekiler bu kadar!” cevabını aldım. Dosyayı alıp Ankara'ya döndüm. Sonra ben, hem gelecek nesillere hem de adalet tarihimize unutulmaz bir ibret belgesi olsun diverek bu sorguları ve savunmaları bir kitap hâline getirmek istedim. Teslim aldığım dosyada dokuz Türkçünün sorgusu-savunması yoktu. Türkçülerin savunmaları dava dosyasında olmalıydı. Dava, sıkıyönetim mahkemesinde görüldüğü için dosyası da Milli Savunma Bakanlığında olabilirdi. Bu bakımdan, Sayın Bakan Vecdi Gönül'le bizzat görüştüm. Bakanlık arşivinde bir hafta araştırma yaptırıldı. Sonra bana denildi ki: -Aradığınız dosya bizim arşivimizde yok. Emniyet Genel Müdürlüğünde olabilir. Bir de oraya baktırın! Emniyet Genel Müdürü Sayın Oğuz Kağan Köksal'a gittim. Onlar da beni bir süre sonra telefonla aradılar: -Bizde böyle bir dosya yok. CHP'nin Halkevleri arşivinde olabilir. Doğrusu çok şaşırdım. Sıkıyönetim mahkemesinde görülen bir siyasi davanın dosyası Halkevleri arşivinde niçin olsun? Halkevleri, bu davanın taraflarından biri değil ki! Yine de milyonda bir ihtimali dikkate alarak çeşitli yerlere başvurdum Bana dediler ki: -Halkevleri kapatıldıktan sonra bütün arşivi darmadağın oldu. Sonra öyle bir dava dosyasının bize gönderilmesi mümkün değil! Yapılacak iş, 1944 yılında yargılanan kişilerin vârislerine başvurmaktı. Ben de öyle yaptım. Önce Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın Ankara'da, Bilkent Üniversitesinde öğretim üyesi olan oğluna gittim. Prof. Dr. Sübidey Togan'la makamında konuştum Babasının savunmasından haberdar olmadığını söyledi. Sonra, merhumun kızı Prof. Dr. Isenbike Togan'la birkaç defa telefonla görüştüm. O da, evlerindeki, kitaplar ve dosyalar arasında babasının savunmasını bulamadığını tekrarladı. Ben, mahkeme kararında Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın 10 yıl ağır hapis 4 yıl da sürgün cezasına çarptırıldığını okudugumda bağıra bağıra ağlamıştım. Çünkü verilen cezanın hukukla, akılla, mantıkla, vicdanla kıl kadar alâkası yoktu. Karar tamamen siyasî idi. İnönü'nün dalkavuklarına göre Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, dört arkadaşıyla, evet tam dört arkadaşıyla birlikte CHP iktidarını devirecek, İnönü'yü alaşağı edecek, Çankaya'ya yürüyüp Cumhurbaşkanlığı makamına oturacakmış. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'ın savunması, Dr. Fethi Tevetoğlu'nun dosyaları arasından çıktı. Babasının ve Zeki Velidi'nin savunmasını, çok uzun ve çok meşakkatli bir çalışma sonunda bulan kızı Filiz Tevetoğlu Ortaç hanımefendiye bin defa teşekkür borçluyum. Merhum Sait Bilgiç'in savunmasını, muhterem Sait Bilgiç'in gayretlerine rağmen bulmak mümkün olmadı. Davanın diğer sanıklarının da öyle. Prof. Togan hakkında çok yakın arkadaşlarından dinlediklerimi önce benim kalemimden okuyacaksınız. Aradan 69 yıl geçmesine rağmen, Zeki Velidi'nin öğretim üyesi olan çocukları hâlâ o davadan rahatsızlık duymaktadırlar. Okunduğu zaman görülecektir ki, bu kitapta yer alan savunmalar çok mühimdir. Devrin zalimlerine, onların Türkçülük düşmanlarına verilen cevaplar dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Gerçi bir numaralı sıkıyönetim mahkemesinin kin yüklü, zulüm yüklü, vehim yüklü kararlarını, askerî temyiz mahkemesi derhal bozmuş; cezaevlerine sokulan Türkçüler tahliye edilmişlerdi. Ama o dava yüzünden Türk vatanseverlerine uygulanan işkenceler hiç unutulmadı, hiç unutulmayacak! Yeniden sözlerimin başına dönüyorum: 1944 yılında tevkif edilen ve tabutluklarda, içinden lağım suları geçen kanallarda zulüm gören vatansever kimseler suç işledikleri, suçlu oldukları için değil, Türk oldukları, Türkçü oldukları için bir Moskof öfkesiyle muhakeme edildiler. Türkiye'de zaman zaman gizli ve açık olarak Türklüğe ve İslam'a karşı düşmanlıklar ortaya çıkıyor. Etrafımızdaki devletlerin hiçbiriyle samimiyete dayanan bir dostluğumuz yok. Bu, etrafımızdaki yakın ülkelerin kendi devlet siyasetlerinden kaynaklanıyor. Acaba yakın komşularımızın bize bakışları nasıl? Doğumuzda küçücük bir Ermenistan var. Ermenistan bütün dünya milletlerinin önünde, en köşeli cümlelerle diyor ki: “Doğu ve Güneydoğu Anadolu işgal edilmiş Ermeni toprağıdır.” Ermenistan basta Diyarbakır olmak üzere 19 civarındaki Doğu ve Güneydoğu şehirlerimizi elimizden almak istiyor. Rusya'nın Deli Petro'dan beri, hem Doğu Anadolu'muz hem de Boğazlarımız üzerinde emelleri var. Rusya, Birinci Dünya Harbi'ne girmeden önce Bogazların kendisine verilmesi için İngiltere ve Fransa ile anlaşmıştı. Suriye, Hatay'dan Hakkari'ye kadar uzayan şehirlerimizi kırmızı bir seritle ayırıp kendi sınırları içerisinde gösteriyor. Güneyimizdeki İsrail'in milli siyaseti de çok önemli. İsrail devlet siyasetini "arz-ı mev'ût" kelimeleriyle ilan ediyor. Arz-ı mev'ût vaat edilen topraklar demektir. İsrail, devlet siyasetini kendi bayrağına bile işlemiş durumda. Beyaz zeminli İsrail bayrağının üst ve alt taraflarında, iki mavi şerit var. Bu iki mavi şerit arasında da, iç içe geçmiş iki üçgen bulunuyor. Üstteki mavi şerit Fırat Nehri'ni, alttaki mavi şerit ise Nil Nehri'ni temsil ediyor. İç içe geçmiş iki üçgen de Hz. Süleyman'ın mührüdür. Yani İsrail, devlet bayrağıyla demek istiyor ki: "Tanrı, Tevrat'ta, Fırat'la Nil arasındaki toprakları bize vaat etmiştir. Biz de gelecekte, büyük İsrail Devleti'ni bu iki nehir arasında kuracağız ve Hz. Süleyman'ın mührünü Fırat'la Nil arasındaki topraklara vuracağız!" ABD'nin BOP yani Büyük Orta Doğu Projesi'nde de bizim Güneydoğumuzda bir Kürdistan yoktur, Ermenistan da yoktur. Boydan boya İsrail vardır. Batımızdaki Yunanistan'ın Megalo İdea'sı yani "büyük ideali” bütün Anadolu topraklarını içine alıyor. Yunanistan, İstanbul'u fethederek Konstantinopolis yapmak, Ayasofya'yı yeniden kilise hâline getirmek, Anadolu'yu baştan başa Anatolia ismiyle Yunan bayrakları altına almak düşüncesinde, Etrafı çepeçevre düşman kuvvetleriyle çevrili Türkiye'de, o devletlerin gayretleriyle "Türk'ü, Türklüğü yok etme gayretleri olmaz!" diyen kimselere söylenecek sözümüz artık olamaz. Çünkü anlayamazlar! Türk Düşmanlığı başka nasıl olabilir? Türkiye'de birtakım kimseler, Türk kelimesinden rahatsızlık duyuyorlar. Bu bakımdan kim nerede Türk'ten, Türklükten, Türk milletinin üstünlüklerinden bahsederse o kişiyi ya Türk olmamakla veya ırkçılık yapmakla veya fasizmle suçluyorlar. Elbette hiç kimse milliyetini tespit etme imkânına sahip değil. Bizi, birbirimizi tanıyıp sevmemiz için ayrı ayrı ırklardan yaratan Allah'tır. Ve sevgili Peygamberimizin ifadesiyle: "Kişi, kendi ırkını sevmekle suçlanamaz!" Bir insanın kendi irkını sevmesi başka, irkçılık yapması daha başkadır. Başka bir ırktan olan kimselerin veya Türklerin, Türk irkını sevmeleri, Türk ırkını yüceltmeleri ırkçılık değildir. İşte birkaç örnek: İsveç Kralı Demirbaş Şarl diyor ki: "Türklerin esiriyim. Demirin, ateşin ve suyun yapmadığını, onlar yaptılar; beni esir ettiler. Ayağımda zincir yok, zindanda degilim. Hürüm, istediğimi yapıyorum; lâkin gene esirim. Şefkatin, büyüklüğüin, astiletin, nezaketin esiriyim." İsveç kralı, bu cümleleriyle Türk ırkçılığı mı yapıyordu? İngiliz Lord Byron'un söylediklerine bakınız: “Türkler ne ikiyüzlüdür ne de yalancı. Gerçi birçok milletin lürriyetlerini yıktılar ve onları alçaltmış oldular. Lakin kendileri hiçbir zaman alçalmadılar. Harp ederken öldirmeyi bildiler. Savaş haricinde asla katil olmadılar." Bizimkiler, Lord Byron'u bile ırkçılıkla suçlayabilirler! Şu cümle de Arap Câhiz'e ait: "Türkler, pek namuslu insanlardır. Ne harpte ne sulhte hîle yaparlar. Fırsattan istifadeye tenezzül etmezler. Özleri ve sözleri doğrudur." Fransız Lamartine, bizim Türk düşmanlarını çıldırtacak ölçüde bir iddiayla konuşmuştu: "Türkler bir ırk ve bir millet olarak yeryüzüniin en şerefli insoularidir." Meshur tarihçilerden Avusturyalı Hammer, Arapçayı, Farsçayı ve Türkçeyi çok iyi öğrendikten ve otuz yıl Türk tarihi üzerinde çalıştıktan sonra kanaatini söyle açıkladı: “Tarih, Türklerden çok şey öğrendi. Onların elinden çıkma öyle eserler var ki, bunlar medeniyetin birer ziynetidirler!" sanʼat, siyaset ve devlet adamlarının Türk ırkını yücelten öyle tespitleri var ki, arka arkaya yazılmaları bile bir kitap hacminde olabilir. Son örneği bizden alıyorum: Doğu ve Batı dünyasına mensup çeşitli fikir, Türkiye gazetesi yazarlarından Necati Özfatura, 23 Ağustos 1995 tarihli Ortadoğu gazetesine bir açıklamada bulundu. Veliler zincirimizin altın halkalarından biri olan ve Necip Fazıl Kısakürek'i milletimize kazandıran Abdülhâkim Arvasî Hazretleri bir sohbette demiş ki: “Ben bir seyyidim. Yani bu demektir ki, Türk değilim. Ama yeryüzünde bütün Türkler silinse de üç Türk kalsa, biri ben olurum. İki Türk kalsa gene biri ben olurum. Son Türk kalsa da gene ben olurdum. Çünkü Türkler olmasa, bugünkü manada İslâmiyet de olmazdı.” Türk düşmanlarının beyinleri o kadar keçeleşmiştir ki, bunlar, bir cümle, bir misra içinde Türk kelimesinin geçmesine bile tahammül edememektedirler. Mesela bütün ömrü İslam'ı sevdirmek ve yüceltmek için geçen, İslam fikriyatına gönül verdiği için cezaevlerine düşen, defalarca hırsızlarla, katillerle, esrarkeşlerle... aynı hapishanelerde çile dolduran ve bir İslam ilmihali yazacak kadar diní konularda bilgi sahibi olan Necip Fazıl Kısakürek, şiirlerinde Türk kelimesini mi kullanıyor? Bizim Türk düşmanlarımız o kelimeyi derhal çıkarıp atıyor; (şiirin veznini de bozmak pahasına) yerine İslam kelimesini koyuyorlar. Mesela; Onun, "Sakarya Türküsü” şiirinde şöyle bir beyit var: Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur Sırtına Sakarya'nın Türk tarihi vurulur. Necip Fazıl'ın ifadesiyle: "Kaba softa, ham yobaz" kişiler, bu beyti değiştirerek şöyle okuyorlar: Rabbim isterse sular büklüm büklüm burulur Sırtına Sakarya'nın İslam tarihi vurulur. Üstad, bir sohbetinde Ahmet Kabaklı'ya ve Ayhan Songar'a demişti ki: -Nutuklarımı Türkçe söylüyorum. Yarın, öldüğüm zaman da affımı Türkçe isteyeceğim! Necip Fazıl'a göre Türk milleti, “Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet” tir. İşte onun “Büyük Doğu Marşı"ndan bir kıt'a: Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet, Güneşten başını göklere yükselt Avlanır, kim sana atarsa kement Ezel kuşatılmaz çevrilmez elbet! Allah'ın seçtiği kurtulmuş millet, Güneşten başını göklere yükselt! Necip Fazıl gibi mükemmel bir İslam mütefekkirinin kullandığı Türk kelimesine tahammül edemeyen Türk düşmanları, başka kimselerin Türklükle ilgili açıklamalarına kayıtsız kalabilirler mi? Lütfen dikkat buyurun: Türkiye'de kim Türkülüğüyle övünmüşse, kim Türk milletinin büyüklüğünü, asaletini, merhametini, şefkatini... ortaya koymaya çalışmışsa daima bu Türk düşmanlarının hücumuna uğramışlardır. İşte birkaç örnek daha: Atatürk, bizim son asır siyasi tarihimizin en önemli şahsiyetlerinden biridir. Türklük üzerine söyledikleri daima çok coşkun duyguların ifadesidir. Diyebilirim ki bütün Türk tarihi içinde Türk'ü, Türklüğü, Türk milletini, onun kadar yücelten, bazen yere göğe sığmaz bir yürekle konuşan, yazan ikinci bir devlet adamımız yoktur. Şu vecizeler ona ait: ● Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir. ● Bir Türk dünyaya bedeldir. ● Türk, öğün, çalış, güven! ● Bu memleket tarihte Türk'tü; hâlde Türk'tür, ebediyyen Türk olarak yaşayacaktır! ● Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir! ● Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok: Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız! Atatürk, milletimizin ismiyle yeni bir Cumhuriyet kurdu: Türkiye Cumhuriyeti. Bu bakımdan bazı kimseler, Atatürk'ün Türklüğüne hücûm ettiler: “Atatürk, Türk değildir!” dediler. Ben, Atatürk üzerine yazılan pek çok kitap okuduğum için yazıyorum: Türkiye'de, Atatürk kadar çeşitli milliyetlere mal edilen ikinci bir adam yoktur. Çünkü bizim malumlar: “Atatürk Makedon'dur! Atatürk Bulgar'dır! Atatürk Arnavut'tur! Atatürk Boşnak'tır! Atatürk Yahudi dönmesidir! Atatürk Pomaktır....” dediler. İnsaf! İnsaf! İnsaf! Bir insan hem Boşnak hem Makedon hem Bulgar hem Arnavut hem Pomak hem de Yahudi dönmesi olabilir mi? Ağızlarını: “Atatürk, Türk değildir!" diye açanların çoğu azınlık ırkçıları veya Türk düşmanlarıdır! Ziya Gökalp, Cumhuriyet devrimizin önemli sosyologlarından biri. Gökalp, Yeni Türk Cumhuriyeti'nin üç ana temele dayanarak güçleneceğine, yükseleceğine inanıyordu: Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak! Ziya Gökalp, milletimizin çeşitli meselelerini, Türkçülüğün Esasları isimli bir kitapla ortaya koydu. Azınlık ırkçıları, Türk düşmanları, Gökalp'e karşı derhâl hücum cephelerini kurdular ve onu karalamaya çalıştılar: -Ziya Gökalp Türk değildir! -Bunu nereden çıkarıyorsunuz? -Adam Diyarbakırlı birader... -Bu değerlendirme tam bir ihanet uçurumudur. Doğuyu Kürt, Batıyı gâvur, Rum ve Yahudi artığı, Güneyi Arap, Kuzeyi Laz görenler ve gösterenler bizim millî ahmaklarımızdır. Biz, Anadolu'ya ilk defa, Malazgirt Meydan Muharebesi'yle birlikte doğudan girdik. Horosan'dan Anadolu'ya akan Türk boyları, önce Doğu Anadolu'ya yerleştiler. Diyarbakır ve Mardin şehirlerinde kurulan Artukoğulları, tamamen bir Türk beyliğidir. Sonra Karakoyunlular, Akkoyunlular Devletleri de Diyarbakır, Erzincan, Sivas bölgelerinde hüküm sürdüler. Artukoğulları Beyliği'ni Artuk Bey kurdu. Diyarbakır 1101-1183 yılları arasında Artukoğlu Beyliği'nin başşehriydi. Oğuzların Bayındır boyu, başşehri yine Diyarbakır olmak üzere Akkoyunlu Devleti'ni kurdu. Akkoyunlular, 1300-1502 yılları arasında hükümran oldular. Devletlerinin başşehrini daha sonra, Diyarbakır'dan Tebriz'e taşıdılar. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Yıldırım Beyazıt-Timur çekişmesinde, Timur'un tarafını tuttu. Türkistan'dan ve Azerbaycan'dan gelen Karakoyunlular, Erzincan ve Sivas bölgelerinde yaşadılar. Daha sonra Diyarbakır çevresine yerleştiler. Karakoyunlular da 1333-1473 yılları arasında hüküm sürdüler. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'muza yerleşen Türk asıllı en az kırk boyumuz var. Peki, ne oldu o bölgelere yerleşen, beylik ve devlet kuran Oğuz boyları, Türkmen aşiretleri? Onlar, buharlaşıp uçtular mı? Tarihimizi bilmeden, araştırmadan bütün Doğu Anadolu'muzu Kürtlükle bütünleştirmek gaflet değilse ihanetin ta kendisidir. Ziya Gökalp niçin o bölgeye yerleşen Türk boylarından birine mensup olmasın? Nitekim “Kavim” şiirinde, kendisini şöyle anlatıyor: Dediler: Kavminin bir adı var mı? Adı bir değil çok, bu da bir ar mı? Türkiye devletim, Türklük milletim! Cinsinin çokluğu Türk'e zarar mı? Hun yanlış bir tâbir “Koyun"danım ben Moğol'dan değil Türk soyundanım ben Türklerin içinde mevkiim belli “Oğuz” ile “Kayı” boyundanım ben! Ne kadar Türk varsa bugün cihanda, Burdaki harsa var meyli vicdanda, Dili dilimdendir, dini dinimden, Olacağız biz hep aynı vatanda... Karacık Dağı'ndan Kıpçak Çölü'nden Gelen atalarım gibi Türk'üm ben Bana yol gösteren benden olmalı Olamaz Türk'e baş Türk'üm demeyen Osmanlı kalamaz Türk'ü sevmeyen... Ziya Gökalp: "Hun yanlış bir tabir ‘Koyun'danım ben" misraıyla Karakoyunlulardan veya Akkoyunlulardan olduğunu söylüyor ve devam ediyor: "Oğuz ile Kayı boyundanım ben." Onun Türklüğünden rahatsızlık duyan Türk düşmanları, ağızlarını kocaman kocaman açarak bağırdılar: “Hayır! Sen Türk değilsin; sen Kürt'sün!” dediler. Ona: Sen Türk değilsin; Kürt'sün!” diyenlerin başında, devrin iç işleri bakanı Ali Kemal geliyordu. Ziya Gökalp, kendisine “Kürt" diyenlere layık oldukları cevabı vermekte gecikmedi: Bana Türk Değil Diyenlere Ali Kemâl'e Ben Türk'üm diyorsun. Sen Türk değilsin! İslam'ım diyorsun, değilsin İslam! Ben, ne ırkım için senden vesika, Ne de dinim için istedim i'lâm... Türklüğe çalıştım sırf zevkim için, Ummadım bu işten asla mukâfat! Bu yüzden bin türlü felâket çektim, Hiçbir an esefle demedim: Heyhât!... Hatta ben olsaydım: Kürt, Arap, Çerkez... İlk gayem olurdu Türk milliyeti. Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlak Kurtarır her İslâm olan milleti. Türk olsam, olmasam, ben Türk dostuyum, Türk olsan, olmasan, sen Türk düşmanı. Çünkü benim gayem Türk'ü yaşatmak, Seninki öldürmek her yaşayani. Türklük hem mefkûrem hem de kanımdır, Sırtımdan alınmaz çünkü kürk değil. Türklük hadimine Türk değil diyen Soyca Türk olsa da piçtir Türk değil! Tecelliye bakar mısınız? Ziya Gökalp'e saldıran İç İşleri Bakanı Ali Kemal, Milli Mücâdele'nin de aleyhinde makaleler yazıyordu. Bir gün onu, Kuva-yi Milliyeciler, İstanbul'dan kaçırıp İzmir'e götürdüler. Ordu kumandanı Nurettin Paşa'nın huzuruna çıkardılar. Nurettin Paşa, Ali Kemal'e sordu -Adın ne? -Artin Kemal denilen vatan haini sen misin? -Hayır, tanımam! -Ali Kemal! -Siz, esasen, vatan ve milleti kurtarmak isteyenlere karşı yaptığınız hıyanetlerden dolayı ihanet ile mahkûmsunuz. Lazım gelen hükmü mahkeme verecektir! Ali Kemal, süngülü erler arasında mahkemeye götürülürken İzmir halkının hücumuna uğradı. Halk, saat kulesi yakınında Ali Kemal'i muhafızlarının elinden alarak linç etti. Cesedini parçaladılar. Parçalanan cesedini istasyon yakınındaki bir ağaca astılar. Ziya Gökalp'in Türklüğüne tahammül edemeyenler, onun Müslümanlığına da saldırdılar. Onun kâfir olduğunu iddia eden kâfirler oldu. Bu konuda dehşetli yalanlar uydurdular. Yeni Türkiye'nin kalkınmasını üç ana temele oturtan, bu temellerden ikincisini Müslümanlık olarak seçen Ziya Gökalp'e “kâfir" diyenler, şeriat hükümlerine göre “kâfir” durumuna düşmüşlerdir. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak çizgisinde olan bir kimseye hangi izan ve insaf sahibi “kâfir” diyebilir? Şu mısralar Ziya Gökalp'e ait: Kur'an diyor: Eyleyiniz itaat Hakk'a, sonra peygambere, devlete. Vicdanımın bütün hissi sadakat Kanunlara, hadislere, ayete. İbadetle, itikatta daima Kitap ile Resul benim rehberim Bu işlerde şüphem varsa mutlaka Müftülerin fetvasını dinlerim. Ziya Gökalp'in bu dinî şiirleri, birtakım insanlar için önemli değildir. O bize, şöyle sesleniyor mu seslenmiyor mu? Türklüğün vicdanı bir Dini bir, vatanı bir Fakat hepsi ayrılır Olmasa lisanı bir! Ziya Gökalp ortaya hiçbir ciddi eser bırakmasaydı da sadece yukarıdaki misraları yazmış olsaydı yine aynı kimselerin şiddetli hücumlarına uğrayacaktı. Ve Nihâl Atsız Nihâl Atsız'dan uzun uzun bahsetmeye gerek yok. Biraz sonra onun savunmasını okuduğunuzda göreceksiniz. Atsız, müthiş bir vatanseverdir. Müthiş bir Türk milliyetçisidir. Müthiş bir dava adamıdır. İnandıklarını ortaya dosdoğru koyan ve Türkiye'de yepyeni bir neslin doğmasına ön ayak olan bir idealisttir. Türklük ve Türkçülük düşmanlarıyla, onun bilgisi, sabrı ve cesaretiyle mücadele eden dava adamlarımız maalesef pek azdır. 1944 yılında, Türkiye'de Marksizm'in bayrağını dalgalandırmak isteyenler, onun da sesini kesmeye çalıştılar. Ziya Gökalp'e Kürt diyenler, Nihâl Atsız'a da Rum diye saldırdılar. Atsız'ın soyu sopu Gümüşhane'nin Edire (Dörtkonak) köyü'nden Torul ilçesinin Midi köyüne yerleşen çiftçioğullarıdır. Çiftçioğulları, Gümüşhane'de değil de mesela doğu illerimizde yaşasalardı ona Kürt diye saldıracaklardı. Bütün bunlar Türk düşmanlarının veya azınlık ırkçılarının marifetleridir. 1944 Irkçılık-Turancılık Davası görülürken, Nihâl Atsız'a "Hristiyan Arap!" diye saldıranlar bile oldu. Reha Oğuz Türkkan Irkçılık-Turancılık Davası'nın ünlü isimlerinden Reha Oğuz Türkkan da yakasını o şer cephesinden kurtaramadı. Ona da Berberî Arap'ı dediler. Orhan Şaik Gökyay bizim en büyük vatan şairlerimizden biri. Onun “Bu Vatan Kimin?" isimli muhteşem şiiri bizim neslimizin ezberindeydi: Bu Vatan Kimin? Bu vatan, toprağın kara bağında Sıradağlar gibi duranlarındır Bir tarih boyunca onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir. Tutuşup kül olan ocaklarından Şahlanıp köpüren ırmaklarından Hudutlarda gaza bayraklarından Alnına ışıklar vuranlarındır. Ardına bakmadan yollara düşen Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan Huduttan hududa yol bulup koşan Cepheden cepheyi soranlarındır. İleri atılıp sellercesine Göğsünden vurulup tam ercesine Bir gül bahçesine girercesine Şu kara toprağa girenlerindir. Tarihin dilinden düşmez bu destan Nehirler gazidir, dağlar kahraman Her taşı, bir yâkut olan bu vatan Can verme sırrına erenlerindir. Gökyay'ım ne desen ziyade değil Bu sevgi, bir kuru ifade değil Sencileyin hasmı rüyada değil Topun namlusundan görenlerindir. Orhan Şaik Gökyay da Irkçılık-Turancılık Davası'na “vatan haini” suçlamasıyla çıkarıldı. Gökyay niçin “vatan haini" diye suçlandı? Bunu kendisiyle de, Atsız Bey'le de sağlıklarında konuşmuştuk! 1950 yılına kadar CHP zihniyetinin şöyle bir değerlendirmesi vardı: “Kim ki CHP'lidir, vatanseverdir. Kim ki CHP'li değildir, vatan hainidir!" 14 Mayıs 1950 milletvekili seçimlerinde, CHP müthiş bir hezimete uğradı. 1954 seçimlerinde daha müthiş bir hezimetle sarsıldı. CHP, 1950 hezimetinden sonra hücum silahını değiştirdi: “Kim ki CHP'lidir, Atatürkçüdür. CHP'li olmayanlar Atatürk düşmanlarıdır!" CHP, bugün de rahatlıkla Atatürk silâhını kullanmaktadır. 1944 yılında, Nihâl Atsız'ın evi arandığında, Konservatuar Müdürü Orhan Şaik Gökyay'a ait iki mektup bulundu. Mektuplarda Orhan Şaik, Başbakan Saraçoğlu'na açık mektup yazan Nihâl Atsız'ı uyarıyordu. Özetle: “Yapma Nihâl, diyordu. Bu mektuplar başına iş açabilir, yazma!" Vatan şairimize vatan haini diyen sebük-mağzlar Sıkıyönetim savcısı, bu iki mektubu görünce şöyle bir mantık yürüterek Orhan Şaik'i de zindana attı. Savcının yürüttüğü mantık 1944 anlayışına uygundu: “Nihâl Atsız CHP'li olmadığı için vatan hainidir. Orhan Şaik Gökyay da Nihâl Atsız'ın çok eski arkadaşlarından biridir. Dolayısıyla Orhan Şaik de vatan hainidir!" Atsız'ın evinde, Orhan Şaik'e ait o iki mektup bulunmasaydı vatan şairimiz “vatan hani” suçlamasıyla tevkif edilmeyecekti. Bana göre bu kitaptaki en müthiş savunmalardan biri de Orhan Şaik Gökyay'a ait. Bizzat kendisinden dinlemiştim. Bana demişti ki: “1944 yılında, biz suç işlediğimiz, suçlu olduğumuz için tevkif edilmedik. Biz Türk olduğumuz, Türkçü olduğumuz için zindanlara atıldık." Üstadın, sitem yüklü “İrtidad" isimli şiiri, “Biz Türkçü olduğumuz için tevkif edildik!” iddiasının manzum olarak ifadesidir. İrtidad, dinden dönmek demektir. Vazgeldim kelimesi ise “vazgeçtim" karşılığında bir kelime. Orhan Şaik, bu şiiri tabutluklarda iken yazmıştı: İrtidad Be kavim kardaşlar, be yirmi üçler Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! İsnâd oldu bize acayip suçlar Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim. Arnavut'tan reis Boşnak'tan vali, Ne idüğü belli bir Hasan Ali Üstüne tüy dikti tastik-i âli Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Yokmuş Türk, Ermeni, Rum Çıfıt farkı Üstelik türedi bir de puşt ırkı Çingen'le bir oldu mert Türk’ün narkı Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Mısır'dakinden de bir sağır sultan Hak sözü duymaz da asla top atsan Bir "ehhe"yi duyar Rus radyosundan Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Vaktiyle şan verdik yedi düvele O şanu şerefi savurduk yele Benzedik vatanda yedi kat ele Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! Sen kesmez kılıçsın paslı çeliksin Hainsin, canisin, yüz elliliksin Türk'üm! de mahkeme ananı... Vazgeldim soyumdan ben Türk değilim! 1944 yılında, Irkçılık-Turancılık Davası dolayısıyla, tevkif edilenlerin hepsinden aynı değerlendirmeyi çok dinledim: “1944 yılında, biz suç işlediğimiz, suçlu olduğumuz için değil; Türkiye'de Türk olduğumuz, Türkçülük yaptığımız için zulüm gördük!" demişlerdi.
·
1.860 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.