Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

408 syf.
·
Puan vermedi
·
Beğendi
·
15 günde okudu
Yaşam Üzerine Teoriler: Nasıl Yaşamalı?
Günümüzde felsefe, hiç de öyle olmamasına rağmen, sanki yaşamdan apayrı düşen ve yalnızca ideallerle ilgilenen soyut bir düşünce etkinliği olarak düşünülür. Evet, felsefe kavramlar üzerinden olması gerekene dair çıkarımları kapsar ancak olmasına gerekene geçmeden önce olgularla ilgilenir. Somuttan soyuta, soyuttan tekrar somuta şeklinde devam eden bir döngü içerisindedir. O halde felsefe, en nihayetinde yaşam içindir: daha iyi yaşamak içindir. Keza İlk Çağ’dan itibaren filozofların uğraşısı önce doğayı, sonra kendilerini ve İnsanı anlamaktır. Postmodernizmin temel düsturu, hiçbir ideolojinin rasyonel ve bir diğerinden daha meşru olmadığı ve insan doğası hakkında genel/nesnel gerçekler olmadığıdır. Evet, hiçbir ideolojinin bir diğer ideolojiye nispetle meşru olduğunu söylemek gerçekten zordur; ancak bazı ideolojilerin daha işlevsel, daha uygun, daha akla yatkın, daha rasyonel olduğu söylenebilir. Meşru değil diyerek tüm düşünce ürünlerini tek celsede silemeyiz değil mi? Hoş, zaten postmodernizm de silmiyor ancak bu başka bir konu. İnsan doğasına dair ise şunlar söylenebilir: İnsanın doğasına dair nesnel gerçekler yoktur ancak insana dair öznel gerçekler, öznel yaşam biçimleri vardır. Yazgı değil ama kendi yaşamına hakim olma uğraşısı. O halde, insanın özü olmasa da insanın değerli olduğunu söyleyebiliriz. İlk paragrafta felsefenin ilk ereğinin nasıl yaşanması gerektiğine dair bir uğraşı olduğunu söylemiştim. Kitap nasıl yaşanması gerektiğine dair, Konfüçyüs’ten feminist teorilere dek, doktrinlerin kısa bir özeti niteliğinde. Ben ise, o kısa özetlerin de özetini çıkaracağım. 1- KONFÜÇYÜSÇÜLÜK: BİLGELERİN YOLU Çin geleneğinin bir öğretisi olan ve kökeni milattan önce altıncı yüzyıla dek uzanan konfüçyüsçülüğün temel öğretileri kader ve ahlaki yaşam konuları üzerinedir. Konfüçyüsçülükte ideal ahlaki figür bilgeler vardır ve onlara junzi (centilmen) denir. İnsanın kasvetinin sebepleri içinse şunları sıralamışlardır: a) çıkarlara takılı kalmak, b) üstlere saygısızlık yapmak, c) söz ve davranışlar arasında bağlantısızlık yaşamak, d) bilgelerin yolunu görmezden gelmek ve e) ilişkilerde iyilikten eser olmaması. Peki insan kasvetten nasıl uzak tutacaktır kendini? Bilgelerin yolunu takip ederek, onları içselleştirerek ve bunun için klasik metinleri okuyarak. Görüldüğü üzere, “toplumsal takdiri boş ver ve kendini geliştir” diyen ve bilgelere (ve büyüklere, yaşlılara, ebeveynlere de) riayeti şart koşan oldukça muhafazakar bir öğreti. Konfüçyüsçülüğün içinde de birçok düşünür vardır ve onlar her zaman bir fikirde birleşmezler. Örneğin Mensiyüs’e göre insan doğası iyiyken; Sun Tzu insan doğasını kötü olarak niteler ve iyiliği ancak bilinçli bir faaliyetin sonucu olarak görür. 2- UPANİŞAD HİNDUİZM: NİHAİ BİLGİ ARAYIŞI Günümüzde oldukça revaçta olan panteist palavraların; karma inancının, reenkarnasyon inancının ve meditasyonun kökeni Hinduizm geleneğine dayanır. Hinduizm’e göre, evrenin altında birleştirici bir ilke (tanrı) vardır: Brahman. Bir gün Brahman, tek başına canı sıkıldığı için kendini kadın ve erkek olmak üzere iki parçaya böler ve devamında evren oluşur. Başlangıçta hiçlik vardır ve evren de hiçlikten meydana gelmektedir. Hinduizm çok eski bir gelenektir ve her kadim öğreti ve din gibi zamanla kendi içinde farklı parçalara (mezhep) ayrılmıştır. Örneğin Shankara dünyayı reddederken, Ramanuja’nın dünyada nasıl özgür olunacağı ve yaşanacağı üzerine sözler söylediğini görebilirsiniz. Birçok farlı parçaları ve her bir parçanın kendine özgü bir ahlak anlayışı olsa da, hepsinin ortak noktası pratik ahlak hakkında pek az şey söylemeleridir. Bunun temel nedeni öğretinin panteist öğretiyle ve hiçlikle doldurulmuş olması olabilir. Her şeyin tanrı olduğunu söyleyen biri (örneğin modern dönemde Spinoza), pratik ahlak hakkında akla uygun ne söyleyebilir ki zaten? 3- BUDİZM: BUDA’NIN İZİNDE Budizm geleneğinde Buda pragmatik bir figürdür: İbrani geleneğin yaratıcı tanrısı gibi değildir; yoktan var etmez. Buda’ya göre insan gerçekliğini karakterize eden belli başlı sebepler vardır: a) geçicilik (anitya), b) katı bir öz-benliğin olmayışı (anatma), c) tatminsizlik (dukkha). Budizm’e göre insan bu nedenlerden dolayı acı çeker ancak insan bu acılara yazgılı değildir: acılardan kurtulup (arınıp) mutluluğa ermek (Nirvana) insanın elindedir. Budizm’in varoluşçuluk ile benzerliği yalnızca bunlarla sınırlı değildir. Örneğin insanın oluşmakta olan bir varlık olduğu, öz-benliğinin olmadığı noktasında da paralellik gösterirler. Ancak ikisinin kurtuluş yolu ve yöntemi birbirinden farklıdır. Budizm’de, insan, farkındalığını geliştirmek için meditasyon yapmak zorundadır, meditasyon yoluyladır ki insan gerçekle yüzleşebilecektir. İnsanın gerçekle yüzleşmesi ıstıraplı olsa da, Nirvana’ya ulaşmak için bu ıstırap gerekli görülmüştür. Budizm’e göre her şey değişir ve değişenler diğerlerini de değiştirir (yin-yang). Ancak yine de, İslam’ın beş şartı olduğu gibi, Budizm’in de değişmeyen beş şartı vardır: 1) öldürme, 2) hırsızlık yapma, 3) yalan söyleme, 4) uyuşturucu kullanma, 5) zina yapma. 4- PLATON: MANTIĞIN HÜKMÜ Şimdiye kadarki bölümlerin hepsi mistik öğretilerdi. Antik Yunan dönemiyle birlikte mistik öğretiler rafa kaldırılmasa da, en azından rasyonel olana da değer verilmeye başlandı ve insanın akli yönüne de vurgular yapıldı. Bilgi ve ahlakın birlikteliğinin ilk izleri atıldı Platon tarafından. 5- ARİSTOTELES: İNSAN MEMNUNİYETİNİN İDEALİ Platon’daki gibi idealar teorisi yoktur sisteminde: öte-dünyayla ilgilenmez, reddeder onu ve şöyle der gibidir: aşkınlığı boş ver ve yeryüzüne bak, yeryüzünü anlamaya çalış. Platon’un öğrencisi ve arkadaşı olmasına rağmen, onun en büyük eleştirmenidir aynı zamanda. Aristoteles’e göre, tüm varolanlar belli bir ereğe göre eyler. Ancak salt kendi için istenen son bir erek vardır: mutluluk. Buna göre insan, eylerken hep kendi mutluluğunu gözetir ancak neden mutluluğunu gözettiğinin bir cevabı yoktur. Çünkü mutluluk son erektir ve erdemlerin en büyüğüdür. Mutluluk hiyerarşisinin en üstünde entelektüel uğraşı ve tefekkür vardır, ardından onur ve politik başarı, onun ardındansa hedonist yaşam gelir. Bu hiyerarşi, onun fazilet hiyerarşiyle bazı bakımlardan paralellik gösterir. Hiyerarşiye göre faziletlerin en büyüğü teorik bilgeliktir (sophia, episteme), bunun ardından pratik bilgelik (phronesis) gelir ve son olarak da pratik uzmanlık (techne) gelir. Ölçülülük, ılımlılık, süreklilik ve istikrar, Aristoteles’in ahlak felsefesinde önem teşkil eden kavram ve niteliklerdir. 6. İNCİL: TANRI’YA BAĞLI İNSANLIK Yiğit Özgür’ün “ne öbüşüyonuz lan seks mi burası?” söyleminin gerçek olduğu bölüm. Dünyevi hazların küçümsendiği, cinsel zevklerin hor-görüldüğü (öyle ki İsa bile bakire anadan doğuyor) ve etkisini uzun yıllar devam ettiren köle ahlakı. Platon ve Aristoteles ile güç kazanan mantığın inanca tekrar yenik düştüğü hastalıklı dönem. Tarihte ilk kez bir dinin tanrısı evreni “yoktan var etti”. Üstelik bu tanrı, öncekiler gibi dünyaya içkin değildi: başka bir alemdeydi ve evreni oradan izliyor; bazen pişman oluyor, bazen seviyor, bazen sinirleniyor, bazen cezalandırıyordu. Tanrı, insanın kötü olduğunu görünce insanları yarattığına pişman oldu ve onları helak etmek istedi, ancak sonrasında Nuh’u görünce vazgeçti. Tekrardan tekrardan bir tufan hikayesi. İncil’e göre insanın düşüşünün nedeni Adem ve Havva’nın cennetten şutlanmasıdır; insanın kurtuluşunun nedeni ise İsa’nın çarmıha gerilmesidir. Böyle bir inanışta, günahların kefareti ve ahlak nerede konumlanabilir? Bireysel bir kurtuluş imkanı da yok üstelik. 7. İSLAM: HALİFE İDEALİ İbrani dinlerinden bir diğeri olan İslam, bazı bakımlardan Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan ayrılır. Bu bölümde yalnızca temel farklılıklarına değineceğim, çünkü çoğu konuda pek bir farkları yok. Hıristiyan inanışında karşımıza çıkan Üçlemeye göre İsa hem Tanrının oğlu, hem Tanrı, hem de insandır. Üçleme inancının yarattığı ve yaratacağı zorluklar tahmin edilebilir, bu nedenle inananların kendi içerisinde de epey tartışmaya konu olmuştur ve olmaya devam etmektedir. İslam’da ise Üçleme yoktur, onun yerine tevhit inancı vardır. Bu inancın ayrımı kesindir: Tanrı birdir, diğerleri onun kuludur. Hıristiyan kültürde varolan Ortodoks otoritesi ve Ortodoks onaylama, İslam kültüründe görülmez: İslam kültüründe son karar merci olan merkezi bir otorite yoktur. Hıristiyanlıkta varolan “düşüş utancı” İslam’da görülmez; İslam’ın Tanrısı affedicidir. TARİHSEL ARA DÖNEM Din ve devlet arasında ayrımların oluşmaya başladığı Orta Çağ sonu dönemi. Din ve devlet arasındaki ilk ayrım: 1776 Yeni Amerikan Anayasası. Devamında din geri-plana itilmiş ve kan kaybetmiştir; bilim ise yükselmiştir ve bittabi burjuva da yükselmiştir. 8. KANT: MANTIK VE NEDENLER, AHLAK VE DİN Kant, üç kritiğiyle birlikte doğal teolojiden kopuşu başlatmış; bilmenin sınırlarını çizmiş ve insanın özgürlüğünü insana teslim etmiştir. Kant’ın ahlak felsefesinde Stoacılık ve Epikürosçuluk izleri görülür. Kısaca şöyle: S: Erdem en yüksek iyidir E: Erdem en yüksek mutluluktur Kant: Erdem en yüksek iyidir ve en yüksek iyi, erdem ve mutluluğun bir birleşimidir. İlk dönemdeki ahlaki fikirlerin temelinde ölümden sonra tekrar dünyaya gelme inancı (reenkarnasyon) inancı varken, İbrani dinlerle birlikte bu inanç ölümden sonra bir başka yerde tekrar dirilmeye (cennet-cehennem) dönüşmüştür. Kant’ın ahlaki fikirlerinin temelinde ise ölümden sonraki yaşam yoktur: onun ahlakı, ödev ahlakıdır. 9. MARX: İNSAN TOPLULUKLARININ EKONOMİK TEMELİ Tıpkı Hıristiyanlık öğretisinde olduğu gibi, Marx da tarihin bir anlamı ve amacı olduğunu söyler. Ancak Marx’ın tarih tasavvuru dinden arındırılmış seküler bir tasavvurdur. Tasavvura göre kapitalizm tarihsel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır ve yine bir zorunlulukla, kendi iç dinamiklerinin etkisiyle kendi kendini imha edecek ve yerini komünist sisteme bırakacaktır. Komünist sistemde zamanla devlet ortadan kalkacak (çünkü artık ona bir ihtiyaç olmayacak) ve mutlak özgürlük dönemine girilecektir. Marx’ın sosyalizmi bilimsel metot yoluyla bilimsel bir zemin yaratmak ister kendine. Alt-yapı ve üst-yapı ayrımını yapan Marx, alt-yapının üst-yapıyı koşullandırdığını söyler. Alt-yapı olaraksa ekonomiye ve ideolojiye işaret eder. Buna göre ekonomi ve ideoloji toplumsal koşulları, toplumsal koşullarsa bilinci belirlemektedir. Sosyal bir varlık olan insanın gerçek doğası, sosyal ilişkilerinin toplamından ibarettir. Marx, her şeyden önce, iyi bir kapitalizm eleştirmenidir: kapitalizmin insanı kendinden bile nasıl yabancılaştırdığı/yabancılaştıracağını belirtmiş, bir nevi uyarıda bulunmuştur. Yerine koyduğu komünist sisteminse kendi içinde birçok problemleri vardır. Marx’ın ölümünden sonra ortaya çıkan Leninizm gibi Marksist akımların da etkisiyle komünizm oldukça çarpıtılmış ve Marx’ın sisteminden de oldukça uzaklaşmıştır. 10. FREUD: ZİHNİN BİLİNÇDIŞI TEMELİ Marx gibi, Freud da dönemin hakim inancı olan Aydınlanma inancını taşımaktadır; teolojiyi ve metafiziği reddeder. Her ikisi de deterministtir ancak işaret ettikleri yön birbirinden farklıdır: Marx sosyal ve ekonomik koşulların belirleyici olduğunu söylerken, Freud ise biyolojik kodlara işaret etmiştir. Freud’a göre insanın irrasyonel bir tarafı da vardır ve hatta irrasyonel tarafı rasyonel tarafına göre daha belirleyici olmuştur. Yaşama arzusunun ifadesi olan libido, insan davranışlarının temelini teşkil eder. Örneğin Freud’a göre sanatsal üretimin ardında cinsel bastırma vardır. Bir başka deyişle, sanatçı cinsel arzularını bir başka yere (sanat) kanalize eder ve bunun sonucunda sanat eseri meydana gelir. Bazı cinayetlerde tespit edilen tecavüz vakaları da cinsel arzuları bir başka yere kanalize etmenin bir örneğini oluşturabilir. Örneğin katliamın öncesinde ve/veya sonrasında mastürbasyon yapan, kurbanını öldürdükten sonra kurbanının cesediyle ilişkiye giren insanlar vardır. Freud’a göre insanın doğası kötüdür ve iyilik öğrenilen bir şeydir. Bu öğrenme sürecini ise id, ego ve süper-ego üzerinden anlatır. İd haz ilkesine karşılık gelirken (arzuluyorum), ego rasyonel akla (düşünüyorum, yapıyorum) karşılık gelir. Süper-ego ise, toplumsal öğrenme aşamasıdır. Birey nasıl davranması, nasıl yaşaması gerektiğini toplumsal kurallar (gelenekler, kültürler vesaire) tarafından öğrenir ve dolayısıyla arzularını bastırmayı öğrenir. Psikanalizde esas olan, hastanın kendi kendini iyileştirmesidir. Doktor yalnızca hastaya yol gösteren ve hastanın kendi kendine iyileşmesini sağlayandır. Şayet hastanın iyileşmek istemediği bir durumda, doktor her ne kadar istese de hastayı iyileştiremeyecektir. 11. SARTRE: RADİKAL KÖTÜLÜK Varoluşçuların üç ortak niteliği vardır: nesnelden ziyade öznele önem vermek, toplum ve kitle yerine bireye önem vermek ve esaret yerine özgürlüğe önem vermek. Sartre da bir varoluşçu olarak üç maddenin de niteliklerini taşır. Marx gibi Sartre da ateisttir ancak insanın belirlenimciliği konusunda Marx’tan ayrılır. Sartre’a göre insan, toplum veya herhangi başka bir şey tarafından belirlenmez: o özgür olmaya mahkumdur. Özgür olduğu için aynı zamanda sorumlulukları olan bir varlıktır. Nesnel ahlak yasaları olmadığı için insan kendini şekillendirmeli ve kendi yaşamının efendisi olmalıdır. 12. İNSAN DOĞASININ DARWİNCİ TEORİLERİ Bu bölümde, Darwin’in evrim teorisinin içeriğinden bahsetmekten ziyade, bazılarının evrim teorisini nasıl araç olarak kullandığına ve nasıl kötü emellerine meşruiyet kazandırdığına değineceğim. Günümüzde Sosyal Darwinizm olarak bildiğimiz esasında Sosyal Spencerizmdir, ancak ben bilindik ismiyle Sosyal Darwinizm olarak kullanacağım. Spencer, her ne kadar Marx ile karşıt olsa da (liberal), her ikisi de teorilerini evrime dayandırmış ve evrim teorisi üzerinden öğretilerine meşruiyet kazandırmak istemişlerdir. Evrim teorisinin sosyal yaşama bir uygulaması olan Sosyal Darwinizm, rekabete ve serbest piyasaya işaret eder (kapitalizm). Buna göre, yaşamda güçlüler ve zayıflar vardır: güçlü olan doğal olarak zayıfı ezer ve bunun yanlış bir tarafı yoktur. Sosyal Darwinizmin radikal savunucuları, bedensel ve zihinsel engelli insanların öldürülmeleri gerektiğini söyleyecek kadar ileri gidebilmektedir. Ancak işi o raddeye getiremeyenler de, güçsüz saydıkları insanların yaşamdan elenmelerini sanki çok normalmiş gibi karşılarlar. Bu tür insanlar ziyadesiyle kurnaz ve aptaldırlar, uzak durmanızda fayda var. Sosyal Darwinizmin radikal savunucularına bir örnek olarak Hitler (ve esasında tüm faşist diktatörler) gösterilebilir. Hitler, Yahudileri katlederken eylemine meşru bir bahane olarak, onların alçak ırktan insanlar olduğunu ve ölmeleri gerektiğini söylemiştir. Sözde doğa kanununu toplumsal yaşama uygulamaktadır ancak yaptıklarının doğada bir karşılığı yoktur: hiçbir hayvan işgalci ve kötücül niteliklere sahip değildir: yalnızca ihtiyacı kadarına sahip olur, yaşamını devam ettirebilmek için. 13. İNSAN DOĞASI VE FEMİNİST TEORİ Yukarıdaki on iki yaşam teorisin ortak özelliği (teorilerin tarafları genellikle inkar etse de), kadının erkekten alçak bir konumda olduğu anlayışına sahip olmalarıdır. On dokuzuncu yüzyıla dek insan doğası dendiğinde akla gelen erkek doğasıdır: kadın, insan olarak görülmez veya en iyi ihtimalle ikinci sınıf bir insan olarak görülür. Örneğin biyolog Aristoteles hayvan incelemelerinde şu sonuca varır: Dişi = deforme erkek. Nietzsche de kadının nesne olduğunu, erkeklerin kadınları araç olarak kullanması gerektiğini, kadınların aşağılık ve korkak olduğunu söyler. Binlerce yıl devam eden ataerkil sistem anlayacağınız. Sanayi devriminden sonra ortaya çıkan kadın hareketleri feminist teorileri doğurmuştur ve teoriler birinci, ikinci ve üçüncü dalga olarak dönemlere ayrılır. Feministleri üç ayrı kategoride değerlendirebiliriz: farklılık feministleri, hümanist feministler ve neo-hümanist feministler. Farklılık feministleri, kadınların erkeklerden üstün olduğunu söyler. Erkeği kadından üstün gören farklılık feministlerinin, binlerce yıl devam eden ataerkil kafadan hiçbir farkları yoktur. Ziyadesiyle kötücül ve aptal olurlar. Açıkça, erkekler ölsün, gebersin diyebilirler ve bunu özgürlük adı altında yaparlar. Şayet bu insanlara bir ortamda denk gelirseniz görmezden gelmeniz en iyisi olabilir. Çünkü o aptal kafaların farklı işlemesine imkan yoktur veya yok denecek kadar azdır. Bir de hümanist feministler vardır: kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin herhangi bir insana uygulanan eşitsizlikle eşdeğer olduğunu söylerler. Hümanist feminizmi farklılık feminizminden ayıran temel görüş, birinin eşitliği savunurken bir diğerinin kadınların üstünlüğünü savunmasıdır. Neo-hümanist feministler ise, feminist hareketin tüm insanların kucaklamasının imkanını soruşturarak onlara eleştiri getirirler.
İnsan Doğası Üzerine On Üç Teori
İnsan Doğası Üzerine On Üç TeoriKolektif · The Kitap · 201817 okunma
·
959 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.