Gönderi

Mükemmel. Uyanıyorlar!
Birden öteden, uzaktan dağın dibinden onlara doğru dalga dalga bir ses geldi. Karıncalar bu sesi, bu türküyü çok eski zamanlardan beri tanıyorlardı ya unutup gitmişlerdi. Kulak verip sesi dinlediler. Ve hemencecik de, türküyü duydukları anda kıçlarını ağaçlardan çektiler: Türkü gittikçe çoğalıyordu. Doğudan, batıdan, güneyden, kuzeyden geliyordu. Yerden bitiyor, gökten yağıyordu. Otlardan, çiçeklerden, yapraklardan, sulardan, nereye dönseler, neye baksalar oradan, yıldızlardan, ateşten, arınanın üstündeki sisten geliyordu. Bu türkü onlara bir şeyler anımsatıyordu. İçlerinde, yüreklerinde bir şeyleri kıpırdatıyordu. Ve türkü kesilmiyordu. Karıncalarda bir tuhaflık başlamıştı, bir telaş, bir kaynaşma, bir dev􀂰e . . . Ne oluyordu? Ne olduğunu karıncalar da anlayamıyorlardı ya, kendilerinde bir değişme olduğunu seziyorlardı. Türkü sürüp gidiyordu. Karıncalar, derin, karanlık bir karabasan düşünden uyanır gibiydiler. Sabaha kadar ne kaşındılar, ne de uyudular, öyle arınanda bekleyip bu her bir yönden gelen türküyü dinlediler. Türkü biz karıncalarız, diyordu. Bir zamanlar bizler de karınca gibi karıncaydık, bizim de cennet gibi ülkelerimiz, kentlerimiz vardı. Kendimiz çalışır, kendimiz yerdik. Eşittik, özgürdük. O ...zamanlar biz karıncaydık, karınca! Böyle uydurma fil değildik her birimiz. Gülünç, cüce, fillere öykünen karıncalar değildik Bir zamanlar bizler kendimizi hiçbir biçimde aşağılamaz, kimsenin de bizi aşağılamasına izin vermezdik. Böyle kul, böyle uşak, böyle köle değildik. Bağımsızdık, barış içindeydik, eşittik. Hep birlikte kotarır, hep birlikte yer içerdik, ayrımız gayrımız yoktu, diyordu türkü. Türkü diyordu ki, ve karınca diliyle söylüyordu ve karıncalar unuttuklarını sandıkları karıncacayı eskisi gibi anlıyorlardı. Yüreklerini de bir özlem yalımı, türküyle birlikte ağır ağır sarıyordu. Hep birlikte türkü söyler, hep birlikte sulardan çekerdik ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürerdik toprağı. Ballı incirleri, çiçek özlerini, bal özlerini, kara kılçık buğday özlerini hep beraber toplar, hasat eder, hep beraber yerdik. Tutsak değildik, köle değildik. Hep birlikte kurardık kentlerimizi, hep birlikte güzelleştirirdik ülkelerimizi, fillere köle, uşak, tutsak olmadan önce, diyordu türkü. Türkü, yıkacağız filler sultanının sarayını, dağıtacağız hüthütlerin yuvasını, kazıyacağız sarıcaların kökünü, diyordu. Kahreden ki, vareden karıncalardır. Şu evrende karınca gücü üstüne güç yok, diyordu türkü. Sultan sarayını yapanlar kim, ehramları kuranlar kim, Babil’e asma bahçelerini asanlar kim, bunca kentleri, ülkeleri yaratanlar kim, karıncalar… Türkü diyordu ki, bu kadar çok, bu kadar güçlü olan karıncalar fillerin de hakkından gelebilir. Türkü diyordu ki… Ve türkü dağlardan, denizlerden geliyor, topraktan, ormandan, ışıklardan fışkırıyordu. Ve karıncalar bu sesi, bu türküyü çok iyi, yürekleri gibi bir sıcaklıkta biliyorlardı.
Sayfa 183 - Yapı Kredi YayınlarıKitabı okudu
·
220 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.