Gönderi

120 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
3 günde okudu
İyi uyuyor musunuz binbaşım?
Kapıların dışında kalmışların kitabı İncelememe kısaca Wolfgang Borchert’ın hayatıyla başlamak istiyorum. Daha yirmi yaşında İkinci Dünya Savaşı için cepheye alınmış bir gençti Wolfgang Borchert. Rus Cephesine gönderildi, ağır yaralandı, difteri ve sarılığa yakalanmış olmasına rağmen antimilitarist görüşleri sebebiyle Nürnberg Cezaevi’nde tutuldu. Suçu bağışlandı bu seferde Doğu Cephesi’ne gönderildi. Çürüğe çıkarılması gerekirken hala askeriyede tutuldu. Kışladan ayrılacağı günün akşamı yeniden tevkif edildi ve Berlin’de dokuz ay hapis yattı. İlerleyen hastalığına rağmen dört duvar arasında, patlayan bombaların gümbürtü ve kabuslarıyla boğuşurken kimse ona yardım elini uzatmanı; onu orada bir nevi ölüme terk ettiler. 1945 te serbest kaldı ve Hamburg’a geldi. Hem Devlet Tiyatrosu’nda reji asistanlığı yaptı hem de kabare gösterilerine katılmaya başladı. 1947 başında hastalığı iyice artmıştı. Yakın arkadaşları onu ancak eylül ayında İsviçre’ye gönderebildi. Fakat onun için pek bir şey yapılamadı çünkü hastalık, yirmi altı yaşındaki bu genci çoktan pençeleri altına almıştı. Wolfgang Borchert -oyununun Hamburg’da ilk defa oynanışından bir gün önce- 20 Kasım 1947’de hayata gözlerini yumdu. Wolfgang Borchert’ın hayatına az da hakim olmak bu eserini anlamak için çok önemli. Çünkü eser yazarın hayatından da izler taşımakta. Kapıların Dışında’da tesadüfen savaştan kurtulabilen bir genç olan Beckmann adında bir asker vardır. O dönebilen birkaç kişiden biridir sadece. Ülkesine dönebilmişti ama ne ülkesi ne de eşi bıraktığı gibi değildir. Ona kapılar kapanmıştır ve Beckmann nihilist bir tavırla, kapısı açık olan ölüme gitmeyi arzulamaktadır. Eser beni etkileyen bir şekilde başladı. Kitaba Ölüm ve Tanrı’nın konuşmasıyla başlıyoruz. Açıkça söylemem gerekirse böyle vurucu bir giriş beklemiyordum. Bu ikili arasındaki konuşma o kadar ustaca bir şekilde aktarılmıştı ki sadece bir kaç sayfasını karıştırmak için elime aldığım kitabı hemen okumak için bir istek duydum. Kitabın ilerleyen kısımlarında Beckmann’ın yaşadığı acıyı ve ızdırabı okuduğunuz her satırda hissedebiliyorsunuz. Yardım için çaldığı hiçbir kapının ona açılmaması Beckmann’ı tek çare olarak ölümü görmesine itti. O kadar yıkım görmüş ve bazı şeylerden dolayı kendisini suçlayan bir kişiye umursamaz davranmak yerine ona kapılarını açsalar, evlerine davet edip aç karnını doyursalar ya da dalga geçmek yerine bir şekilde yardımcı olsalar veya bu kadar ince düşünceli olmaya gerek yok, kapılarını çaldığında en azından onu anlamaya çalışsalar her halde bu genç tek çözüm yolu olarak kendisini Elbe’nin derin sularına bırakmak olarak görmezdi. Kitabı okumadan önce nasyonal sosyalizm, antimilitarist görüş, antisemitizm, faşizim gibi kavramları araştırıp Hitler Dönemi ve İkinci Dünya Savaşı hakkında kısa bir araştırma yapacak olursanız kitabı daha çok hissederek okuyacağınızı düşünüyorum. Bu kısımdan sonra kitap hakkındaki genel görüşlerimden bahsedeceğim. Okumayanlar için spoiler içerir. Ölüm artık eskisi gibi bir deri bir kemik, güçsüz değildir. Savaşın getirdiği ölümlerle, insanların artık dayanamayıp kendisini Elbe Nehri’ne bırakmalarıyla, Ölüm artık beslenmiş, yağ tutmuş tabiri caizse fıçı gibi olmuştur. Ama öbür tarafta Tanrı ihtiyarlamıştır. Artık insanlar onu unutmuştur ve o artık hatırlanmayan Tanrı olmuştur. Ölümün besilenmesine karşılık kendisi ihtiyarlamıştır. Dünyadaki ölüm o kadar fazladır ki Tanrı artık bunu değiştiremiyordur. İlk okuduğumda beni çok etkileyen bir konuşma olmuştu. Ölümün, öldürmenin bu kadar iyi ve ilginç bir şekilde aktarılması beni çok etkiledi. Bir de Öteki adında bir karakterimiz var, Beckmann’ın tam zıttı. Bu bence Beckmann’ın iç sesi. Beckmann ne kadar tek çarenin ölüm olduğunu da düşünse de bir şekilde hala yaşama isteği var ve yazar bize bu isteğini Öteki karakteriyle göstermekte. Beckmann ne zaman ölümü arzulasa Öteki ona sadece bu kapının olmadığını başka kapılarında olduğunu, hayatın yaşamaya değer olduğunu söylemeye çalışmaktadır. Beni en çok etkileyen sahnelerden bir tanesi de Binbaşı ile Beckmann’ın konuşması oldu. Binbaşı sıcak evinde, güzel sofrasında; eşi, damadı ve kızıyla oturmaktadır. Savaşta hayatlarını tehlikeye atmaları için yüreklendirdikleri askerler orada hayatlarını mı kaybetmişler yoksa şans eseri dönmüşler ama kalacakları yeri var mı yok mu, psikolojisi, hayatı ne durumda olduğu umurlarında değildir. Nasıl olsa kendisi hayatını bu şekilde tehlikeye atmak zorunda değil, nasılsa onun gidecek sıcak ve güzel bir evi vardır zaten. Vicdanı rahat ve sadece kendisini düşünmektedir. Beckmann ise onun yanına bir sorumluluğu teslim etmeye gelmiştir. Beckmann uyuyamamaktadır. Her gece kabuslarından bir çığlıkla uyanmaktadır. Kabuslarında Beckmann Çavuş diye bağıran askerleri görmektedir. Beckmann Çavuş’un emrinde olan on bir asker düşman tarafından öldürülmüştür. Onlara gitme emrini veren ise sıcacık evinde oturan Binbaşıdır. Beckmann ise orada kaybettiği on bir askerin çocuklarını, eşlerini annelerini sürekli görmektedir. Bu hayaletlerin ise söylediği bir şey vardı: Beckmann Çavuş babam nerede? Beckmann Çavuş eşime noldu? Beckmann Çavuş oğluma ne yaptınız? Beckmann her gece bu hayaletlerle boğuşmakta ve gördüğü kabus sonucu çığlıklarıyla uyanmaktadır. Aslında bu ölümlerin sorumlusu Beckmann değildir sonuçta bu emri veren Binbaşıdır ama Binbaşında olmayan vicdan Beckmann’da olduğu için bu ölümlerin ızdırabını çekmekte ve kendisini suçlu görmektedir. Zaten Binbaşı’nın vicdanı olmadığı için iki bin hayaletle hiç zorlanmadan yaşayabilmektedir. Vicdanı olsaydı, sanırım Beckmann’ın yardım çığlığını komik bir gösteri olarak görmez, yardım etmeye çalışırdı. Beckmann artık üstündeki on bir hayaletten kurtulmak istemektedir. Rüyasını anlattığı sahne ve Binbaşı’nın vicdanını sorguladığı sahne çok ustalıkla yazılmıştı. Özellikle okurken en çok etkilendiğim kısım Beckmann’ın Binbaşına iki bin hayaletle haykırmadan nasıl uyuyabiliyorsunuz bırak uyumayı nasıl yaşayabiliyorsunuz diye sorduğu kısımdı. Kitabın sonlarına doğru bir Tanrı sorgulaması da görüyoruz. Savaş cephesinde dua ettikleri tanrının neden onlara yardım etmediğini haliyle sorgulamakta Beckmann. Sanırım o vahşeti yaşayan birisinin bu sorgulamayı yapması çok doğal bir durum. Beckmann belki de gidebileceği her yere gitmiştir. Karnını doyurmak için iş bulmaya çalıştı ama acemi diye kapı dışarı edildi. Kendisine hiçbir şans verilmedi. Seksen dokuzuncu sayfadaki bu alıntı bence direktörün tavrını anlatmakta: “Binbaşı Bey’in yumuşacık koltuğuna oturur, Dostoyevski’yi okurdum. Ya da Gorki’yi. İnsanın karnı tok, sırtı pek oldu mu başkalarının yoksulluklarını okuması, merhamete gelip iç çekmesi ne tatlıdır.” Direktörün rahatı yerinde olduğu için sadece iç çekmekle yetinip bu gence yardım etmemiştir. Anne babasının yanına gitti ama öğrendi ki anne babası bu dünyadan uçup gitmiş çoktan. Oysa Beckmann ne kadar da muhtaçtı annesinin sevgisine, sıcaklığına. Anne ve babasının sonu havagazıyla gelmişti. Eski evlerine yerleşen kadın ve eşi ise yitip giden iki candan bahsetmek yerine giden havagazına yakınmaktadırlar. Ve yine bir kapı yüzüne kapandı. Kısaca Beckmann’ı öldüren belki o gördüğü vahşet değildi, Beckmann’ı asıl öldüren onu kapıların dışında bırakmalarıydı. Yardım istediği hiçbir elin ona uzanmamasıydı. Kitabı kapattıktan sonra şunu düşünmeden edemedim. Wolfgang Borchert’ın hayatından kesitler var bu eserde. Acaba kitaptaki rüya gerçekten gördüğü bir rüya mıydı ve gerçekten de kitaptaki iç sorgulamaların hepsini bizzat kendisi yaşamış mıydı ve Hamburg’a döndüğünde kendisi de aynı Beckmann gibi kapıların dışında kalmış mıydı? Eser savaş karşıtı eserlerin arasında en iyilerden biri ama keşke bunları yaşamamış ve bu eseri yaşadıklarından yola çıkarak yazmamış olsaydı. Buraya kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Siz de eser hakkındaki görüşlerinizden bahsedebilirsiniz. Kitaplı günler dilerim.
Wolfgang Borchert
Wolfgang Borchert
Kapıların Dışında
Kapıların Dışında
Kapıların Dışında
Kapıların DışındaWolfgang Borchert · Can Yayınları · 20216,4bin okunma
·
283 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.