Gönderi

DAYIKE
Ben kendimi bildim bileli kılam söylerim, stran söylerim. Sakallı dengbejler, çocukken beni severlerdi. “Gel otur, hele bir başla Zerê,” derlerdi. Elimi kulağımın dibine kor başlardım. İnsan başladı mı kendini katar, bütün kuşları katar başladığı şeye. Yaşlıların kılamlarını, stranlarını, ciroklarını çok dinlerdim. Ben onların nazarında da bir anaydım, bir Derwêş Fatê’ydim sanki. Bizim orda dengbêjleri besleyen analardı. Ana eğer anaysa, sözü gaydayı bulur, söyler, dengbejlere devrederdi. Ben sahipsiz bir su misali başımı sulara vura vura, köpüre köpüre akar, söylerdim. Sesim tekti. Yetimdi. Ama kendine itimadı vardı sesimin. Kendini dinletirdi, dinleyen kendinde değilse kendine dönerdi. Döndükten sonra ne ederdi, onu bilmem. Benim çalgı aletim yoktu. Dûdûkum, sazım, kemanım yoktu. Aletim, benim dilimin dibindeydi; o da ben misali elini sırtına, sırtını da duvara verir, benimle beraber zarılanırdı. Benim kılmlarımı, stranlarımı teşi çeviren, yayık döven, un eleyen kadınlar söylerdi. Kilim dokuyanların dokuntusunda otururdum. Doğurmak üzere olan kadınların da dert tomarında otururdum. Elimi kulağımın dibine kor, ‘berdolavî’ye başlardım ki sorma gitsin. Teşiler, bıçaklar, hevenkler hızlanır, kilim renklenir, yol alırdı. Doğum sancısına giren kadının yanında söylüyorsam, kadın sancını unuturdu. Ebe de ebeliğini unuturdu, tereyağından kıl çeker gibi çeker alırdı bebeği. Ben durmaz söylerdim. Kuşlar susar, bebek ağlardı. Ben anamı hatırlardım. Sesimde ışık varsa, bebek ışığa bakardı. Gözleri, nazar boncuğu misali parlardı. Dilime hürmetim vardı. Çocukluğumdan beridir söylerdim. Anam bulgur çekti mi, mîrkut (dibek) dövdü mü söyle kızım derdi. Söylerdim. Anam hem çalışır hem ağlardı. “ Allah ömrüne ömür katsın kızım, ben ağlamasam ölürüm,” derdi. Ben erimi, zozana (yayla) çıkan yolaklarda kılamlar söylerken buldum. Kuzuların doğuşunda, süt sağımında, yün kırkımında hep benim stranlarımı dinledi. Bana gönül verdi, tutuldu. Evlenince ben erime dengbejliği öğrettim. El verdim, dil verdim geliştirdi. Çok hoş makamlara girdi. Newrozî, kürdî, buselik nağmeler kattı nağmelerime. Beni dinleseydi, Halepçe’ye gitmeseydi, orda düşüp ölmeseydi, ben bu İstanbul’a gelmezdim. Keman çalan Azat oğlan vardı. Beni aldı, Taksim’e götürdü. Bir baktım hepsi çalgıcı. Hepsi delikanlı. Hepsi Kürt. Beni oturttular, geldiler tek tek elimi öptüler. Ben de yanaklarından öptüm. “Hele başla dayikê,” dediler. Elimi kulağımın dibine koydum, ya başladım, ya başlamadım, polis geldi. Bir çene kalabalığı, bir çekişme, bir hengame ki sorma gitsin. Çalgıcıların hepsini derdest edip arabaya soktular. Bir polis geldi, “Bu gençleri anladık da senin ne işin var burda nene?” dedi. “E oğlum,” dedim. “Beni burda stran söylemeye getirdiler.” “Yasaktır,” dedi, “burda stran mıtran söylenmez.” “E oğlum,” dedim, “Ben yaylalarda çok stran söyledim, koyunlar kuzular dinledi. Burda da bir sürü insan var, söylesem onlar da dinlese olmaz mı?” “Olmaz,” dedi. “E olmazsa olmasın, beni evime götürün hiç değilse,” dedim. “Ben bu dünyanın işine akıl sır erdiremedim.” Polis gitti, Azat oğlandan adresi aldı. Beni getirdi, evime bıraktı. Allah razı olsun, dedim. Daha ne diyeyim oğlum. Ben insanın aklına akıl erdiremedim. Toprak insanın başına. Rahmetli anam derdi ki, “insan yeşil bir kuş dışkısıdır, güneşin altında tazeyken parlar, görünmeyen renklerini ayan eder; sonra kurur toprak olur.” 22 temmuz 2022 Muzaffer Oruçoğlu
··
700 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.