Gönderi

Nazım 15 Ocak 1902'de Selanik'te doğar. Doğduğu çağın Osmanlı toplumunda, kültürlü ve ilerici sayılan bir ailesindendir. Baba tarafından dedesi Nâzım Paşa, şairliği de olan özgürlükçü bir kişidir, Mithat Paşa'nın yakın arkadaşlarındandır. Anne tarafından dedesi Enver Paşa dilci ve eğitimcidir. Babası Hikmet Bey, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi) mezunu ve Kalem-i Ecnebiye'de çalışan bir memurdur. Annesi Celile Hanım, Fransızca bilen, piyano çalan, resimle uğraşan ve resim alanında başarılı olan bir kadındır. Anne ve babasının boşanmasıyla, evinin dışına savrulan Nâzım Hikmet, derbeder bir yaşantı içinde, yer yer farklı duyarlılıkları besleyip büyüten mekânları ve kişileri tanır. Galatasaray Sultanisi ve Nişantaşı Sultanisi'nin ardından 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nden 1919'da mezun olur. Stajyer güverte subayı iken, 1920'de, geçirdiği ağır bir hastalık yüzünden çürüğe çıkarılır. İlk şiiri, 16 yaşındayken yayımlanır. 1920'de Alemdar gazetesinin düzenlediği şiir yarışmasında birincilik ödülü ona verilir . Seçici kurulda, o günün ünlü şairleri vardır. Bu dönemdeki şiirlerini, hece ölçüsüyle yazar. İstanbul'un işgali üzerine, Anadolu'daki kurtuluş savaşına katılmak üzere 1 Ocak 1921'de İstanbul'dan yola çıktığında, yetenekli bir şair olarak tanınan, 19 yaşında, yurtsever bir gençtir. Çetin bir yolculuktan sonra, İnebolu'dan Ankara'ya varan Nâzım Hikmet ve arkadaşı Vâlâ Nureddin, bir süre sonra öğretmen olarak atandıkları Bolu'ya giderler. Bu yolculuk sırasında, Anadolu gerçekliği ile karşılaşırlar. Almanya'dan dönen ve Spartakist olduklarını söyleyen bir grup gençle arkadaşlık ederler. Onlardan tarihsel materyalizm üzerine kabaca bilgi edinirler. Orhan Karaveli, Nâzım Hikmet'le 1960'ta yaptığı bir söyleşide, onun dilinden, o karşılaşma ile ilgili şunları anlatır: "Biz o zamanlar, yani 1919 İstanbul'unun 'Bahriye Mektebi' öğrencileri, değil "Enternasyonal", 'Ekim Devrimi'nden bile habersizdik. Evet, Rusya'da bir şeylerin olduğunu, buna da bir ölçüde -benim sevgili dayımı da şehit verdiğimiz- Çanakkale'deki kahramanca savunmamızın yol açtığını duyuyorduk. Ama hepsi bu kadar... Şimdi sana, Inebolu'daki 'Spartakistlerle karşılaşıncaya kadar, Engels'in, Marx'ın, Lenin'in adını bile duymadığımı söylersem belki de bana inanmazsın değil mi? 'Komünizm'in 'k'sini bile bilmiyordum o zamanlar!" Sadık Ahi, rüzgârlı İnebolu günlerinde, ilkin kişisel simge haline getirdiği kırmızı boyun atkısıyla Nâzım Hikmet'i etkiler. Nâzım Hikmet'e; Hegel'i Kapitali, Manifesto'yu, Marx'i, Engels'i, Lenin'i, Rusya ve Fransa'daki devrimci işçi ve halk hareketlerini anlatır. Böylece, koyu bir milliyetçinin ruhuna komünizmin ilk tohumları atılmış olur. Sadık Ahi'nin gözüyle Nâzım Hikmet, 'Bir devrim şairi olmak için yaratılmıştır. Uzun boylu, yakışıklı, etkileyici görüntüsü göz kamaştıran Nâzım Hikmet'in boynuna, kırmızı bir atkının çok da yakışacağını söyler. Bolu'da Büyük Fransız Devrimi ve Sovyetler Birliği'nde yaşananlara, öğrendikleri de eklenince, bilgi bakımından pek yetersiz olduklarını kavrayan iki arkadaş, Sovyetler Birliği'ne gitmeye karar verirler. Bu kararda iki etkenin daha payı vardır: Birincisi, kılıkları ile çevrelerindeki insanlardan ayrılan, namaz kılmayan, oruç tutmayan birer genç olarak Bolu'da karşılaştıkları tutucu tepki; ikincisi, gizli polis örgütünün onlara karşı takındığı güvensizlik bildirir tutum. İki arkadaş, kararlarını uygulayarak Sovyetler Birliği'ne gidip Moskova'daki Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi'nde (KUTV) öğrenci olurlar. Nâzım Hikmet, bu üniversitede Politik Bilimler ve Ekonomi öğrenimi görür. Ayrıca, o dönemde Sovyetler Birliği'nde uygulanan ve tarihte benzeri görülmeyen, toplumsal bir eğitimden geçer. Bu dönemde şiirinin içeriği zenginleşir; dolayısıyla kullandığı biçim yetersiz kalır. Genç Sovyet şairlerinden de etkilenerek kendine özgü, özgür bir biçim geliştirir. Bu dönemde yazdığı kimi şiirler, 1923'te, Yeni Hayat ve Aydınlık gibi dergilerde yayımlanır. Yurda döndüğünde dünya görüşü ve davranışları disiplinlidir. Yaşamnını, politik kişiliğiyle örtüştürmeye çalışan sosyalist bir yurtsever olma amacındadır; ancak Türkiye gerçekleriyle pek de uyuşmayan bir romantizmi ve heyecanı vardır. Nazım'ın Devrim Rusyası'nda üç buçuk yıl kaldıktan sonra, 1924 sonbaharında ansızın, gizlice ve salt kendi kararıyla Türkiye'ye döndüğüne inanılır. Acaba gerçekten böyle mi olmuştur? Bir yerlerden, örneğin kurulmakta olan gizli Türkiye Komünist Partisi'nden bir davet veya işaret almış mıdır? Onun da bulunduğu bir dönemde Moskova'da büyükelçi olarak görev yapan 'dayısı'Ali Fuat Cebesoy'u, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Sefareti'nde hiç ziyaret etmiş midir? Ermeni kurşunlarıyla Tiflis'te öldürülen, İttihat ve Terakki'nin ünlü 'triumvira'sından Cemal Paşa'yla Sovyet başkentinde görüştüğü doğru mudur? Bu konuda, Nâzım Hikmet, şunları söyler: "Ali Fuat Paşa Dayım'ın Moskova'da olduğunu elbette biliyordum. O da benim varlığımdan haberdardı sanırım. İstese beni aratır, sefarethaneye çağırtırdı. Ama, iyi ki böyle bir şey olmadı ve ben de güç durumda kalmadım! (...) Şiirlerimle az çok ünlendiğim için artık Türkiye'ye dönmemin uygun olacağının bana bildirildiği ise doğrudur.” 1924'te Aydınlık dergisinde çalışmaya başlar. Şeyh Sait Ayaklanması üzerine 4 Mart 1925'te çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu uygulanarak kimi gazete ve dergiler kapatılır. 1 Mayıs 1925'te yayımlanan bir bildiri dolayısıyla Aydınlık dergisi yazarlarının çoğu tutuklanır . O sırada İzmir'de saklanan Nâzım Hikmet, Ankara İstiklâl Mahkemesi'nce, gıyabında 15 yıl hapse mahkûm edilir. Bunun üzerine, yeniden Sovyetler Birliği'ne gider. 1926'da çıkarılan af yasası üzerine, pasaport alıp yurda dönmek için Türk elçiliğine başvurur. Başvurusuna yanıt verilmez, ilk şiir kitabı Güneşi İçenlerin Türküsü'nü Bakû'de yayımlatır . 1928 Ekim'inde, gizlice yurda döner. Bu dönemde birçok kez tutuklanır, hakkında açılan kimi davalardan beraat eder, kimilerinde çeşitli hapis cezalarına mahkûm edilir ve son olarak Cumhuriyetin 10. yıldönümü dolayısıyla ilân edilen aftan yararlanır. 1928'de, Zekeriya Sertel'in çıkardığı Resimli Ay dergisinde yazmaya başlar. 1929'da, bu dergide Putları Yıkıyoruz başlığı altında, o günün büyük kabul edilen kimi şairlerine yönelttiği sert eleştiriler ve saldırılar büyük yankılar uyandırır. Kısa aralıklarla şiir kitapları çıkar: 835 Satır ve Jakond ile SI-YA-U 1929'da, Varan Üç ile 1 + 1 = 1 1930'da, Benerci Kendini Niçin Öldürdü ile Gece Gelen Telgraf 1932'de, Taranta Babu'ya Mektuplar 1935te, Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı 1936'da yayımlanır. Kafatası (1932) ve Bir Ölü Evi (1932) adlı oyunları Darülbedayi'de, Unutulan Adam (1935) Şehir Tiyatrosu'nda sahnelenir. Kimi kitapları dolayısıyla, hakkında davalar açılır. Bu arada, ailesinin geçimini sağlamak için, çeşitli gazete ve dergilere, takma adlarla, fıkralar, romanlar; tiyatrolara operetler; İpek Film için senaryolar da yazar, dublaj ve film yönetmenliği gibi işlerle de uğraşır. 15 Ocak 1938'de, Nâzım Hikmet, 36 yaşındadır. Heybeliada Bahriye Mektebi öğrenciliğinden o günlere, yirmi yıldır yaşadıklarıyla bir hayli olgunlaşmıştır. Yorgundur da. Celalettin Ezine ve Hilmi Ziya Ülken'le ciddi bir aylık dergi çıkarmanın hazırlıkları içindedir. Nâzım Hikmet, bu işlerle uğraşırken 'askeri mahkeme'de savcı olarak karşılarına acak Binbaşı Şerif Budak'a; Ömer Deniz, -sonradan, 'Baskı altında böyle şeyler söylemek zorunluğunda bırakıldım' diye reddedeceği- şeyler anlatmaktadır. ‘Buluşmaları' sırasında Nâzım Hikmet, Ömer Deniz'e -güya- demiştir ki: “Türkiye'yi faşizm tehlikesi sarmıştır... Daha gençsiniz... Kendinizi yakmayın... Bu (komünist) fikirde olduğunuzu bilenlere dönmüş gibi davranın...İlerde ordunun belkemiği olacaksınız... Orduya girince köylü neferlere evvela Cumhuriyet'i sonra da komünistliği telkin edeceksiniz!" Durum, İstanbul'a bildirilir ve 17 Ocak 1938 akşamı Nâzım Hikmet, Hilmi Ziya Ülken'le birlikte, akrabası Celalettin Ezine'nin evinde, çıkaracakları dergi üzerinde çalışırken baskın yapan polisçe tutuklanıp yargılanmak üzere Ankara'ya gönderilir. Nâzım Hikmet, Harp Okulu Olayı ve Donanma davaları dolayısıyla, 'askeri kişileri üstlerine karşı isyana teşvik' ve 'askeri isyana teşvik'ten toplam 35 yıl hapse mahkum edilir . Bu ceza, birtakım gerekçelerle, 28 yıl 4 ay'a indirilir . Böylece, kesintisiz bir mahpusluk başlar. Bu davalarda büyük hukuksal yanlışlıklar yapıldığı iddia edilir . Bu davalarla ilgili belgeleri ve konuyla ilgili yayınları inceleyen birçok hukukçu, Nâzım Hikmet'in suçsuz bir mahkum olduğu tezini ileri sürer. Nâzım Hikmet, bunaldığı günler olursa da, bu suçsuz mahkumluğa ve mahpusluğa psikolojik bakımdan büyük bir başarıyla katlanır, ama biyolojik bakımdan yıpranır. 1949'da sağlığı salıverilmesini gerektirecek kadar bozulur. Özgürlüğüne kavuşması için 1949'da başlatılan çabalar, Názım Hikmet'in 15 Temmuz 1950'de yürürlüğe giren af yasasının kapsamına alınmasıyla sonuçlanır. Mahpusluğu 12 yıl 7 ay sürer. Özgürlüğüne kavuşan Názım Hikmet, polisçe sürekli ve açıkça izlenir. Kitaplarını yayımlatma, oyunlarını oynatma olanağı yoktur. Heybeliada Bahriye Mektebi'ni bitirip bir yıl subaylık stajı yapmış ve çürüğe çıkarılmıştır. Özgürlüğüne kavuştuğunda kroner yetmezliği vardır, karaciğeri bozuktur. Yaşı elliye varmış, tibben çökmüş bir insandır. Bütün bunlara karşın askere çağrılır, Politik iktidar onun yurdunda barınmasını istemez. Názım Hikmet, bu koşullarda yurtdışına çıkmaya karar verir. Atatürk 1938'de öldüğünde, Nazım Hikmet, hapisten çıkabilmek umudunu kökten yitirir. Atatürk, birkaç yıl daha yaşayabilse, Nazım Hikmet belli bir süre sonra özgürlüğüne kavuşabileceğini düşünür. Olmaz, Mareşal'in direnişi her türlü özgürlük yolunu tıkar. Bir gün, Nâzım Hikmet'in Sovyetler Birliği'ne gizlice gittiği duyulur. 'Hain kaçmıştır? Nasıl kaçmıştır? Belki de bilerek, göz yumularak kaçmasına fırsat tanınmıştır. Askerlik görevini yapmadığı ileri sürülerek silah altına alınmaya kalkışılır: 49 yaşında er olarak! Bir iki yıl önce Sabahattin Ali'nin Bulgar sınırında bir cinayete kurban gitmesi akıllardadır. Nâzım Hikmet'i de birtakım güçlerin, yok etmek hesapları içinde olabileceği düşünülür. Nâzım Hikmet'in ölümü uluslararası bir skandala yol açabilir. Yurt dışına gitmesi, daha doğrusu kaçmak zorunda bırakılması belki de yararlı görülür. Askere alınmak istenmesinin bununla dolaylı da olsa bir ilişkisi olduğu düşünülür. Nâzım Hikmet, artık özgürdür, Türkiye dışında bütün ülkelere gidebilir. Bu kez yurt özlemi çekmeye mahkûm edilmiştir. Birçok ülkeye gider, uluslararası çeşitli toplantılara ve etkinliklere katılır. Son yapıtlarını bu koşullarda verir. Hep, bir dil gurbetindedir. 1961'de Berlin'de 'Otobiyografi' şiirini yazarken aklinda eşi Münevver ve oğlu Memet vardır. 'Kederden...' sözcüğüyle başlayan dizelerle bunu anlatır. Moskova'ya, o şehre, 'fikrinin kâbesi'ne ilk kez 1921'de henüz 19 yaşındayken gelmiştir. Devrim ateşinin yandığı Lenin'in başkentinde 3 yıl kalmış, okumuş, Rusça öğrenmiştir. Her şeyin ne kadar da çok değiştiğini, 30 yıl sonra 49 yaşında, sokağa çıktığı ilk gün anlar. Taksinin camından gördüğü Moskova, baştan aşağı Jooseph Stalin'in büstleri, heykelleri, resimleri ile donatılmıştır. Soğuk savaş gerginliği içinde devrimin heyecanını unutan Sovyetler'de Stalin putlaştırılmış, muhalefet ezilmiş, sansür yerleşmiş, ilk devrim yıllarının sanatçıları silinip gitmiştir. Savaş yıllarının mirası yoksulluk diz boyudur. Arayıp sorduğu eski dostları ya kurşuna dizilmiş ya sürülmüştür. İlk fırsatta bunları dile getirir; ancak sözleri büyük bir tepki toplar ve TKP'nin kara listesinde yer alır. 15 Ağustos 1951'de Resmi Gazete'de vatandaşlıktan çıkarıldığı duyrulur. Bir zamanlar yanında yer alanlar bile yargısız infazı'na kalem kırarlar. Cumhuriyet gazetesi, Nazım da Moskofların Şakşakçı Peyki Oldu! manşetini atar ve fotoğrafın altına da 'Resmini millet doya doya yüzüne tükürsün diye basıyoruz' notunu düşer. Ancak, "O Nâzım Hikmet ki, 15 Ağustos 1960 günü Sovyet Barış Komitesi merkezinde 'Türk heyeti' için düzenlenen toplantıda, Genel Sekreter Mihail Kotov ve ünlü Rus Türkolog Profesör Miller ile iki Türk gazeteci (Ömer Sami Coşar ve Orhan Karaveli) arasında Kars, Ardahan ve Boğazlar'ın birlikte kontrolü üzerine patlak veren şiddetli tartışmaya katılır, Rus 'ev sahiplerinin gözlerinin içine baka baka şunları söyler: “Burada Türkiye'min toprakları konuşuluyor. Her Türk gibi ben de, her gram Türk toprağının Türklere ait olduğuna kaniyim. Vücudumdaki yirmi kilo kanı bu bir gram Türk toprağı için dökmeye hazırım..." Nâzım Hikmet'e gösterilen sıcak ilgiye rağmen, Sovyet yönetimi ona mesafeli durur. İstediği halde parti toplantılarına davet edilmez, yurttaşlık verilmez, pasaport çıkarılmaz Gittiği ülkelerde kendisine 'canlı pasaportum' dediği bir görevli eşlik eder, giriş çıkışlarını o sağlar. Sonunda büyük dedesi bir Polonyalı olduğu için ‘Nâzım Hikmet Borzenski' adıyla Polonya yurttaşlığına kabul edilir ve Polonya pasaportu alır. Ömrünün son yıllarında Sovyet vatandaşlığına kabul edilip kendisine Sovyet pasaportu verilse de artık çok geç kalınmıştır. Moskova'nın güvensizliğinin nedeni, Nâzım Hikmet'in daha önce Komüntern kararıyla ve 'ajan' suçlamasıyla Türkiye Komünist Partisi'nden atılmış olmasıdır. Avrupa'yı, Asya'yı, Afrika'yı dolaşır durur. Bir Amerika vize vermez kendisine. Sovyetler Birliği'nde sadece Ermenistan'a ayak basmaz. Bir kez Kahire'ye giderken Türkiye üzerinden uçmuştur, o kadar. 1951'den sonraki en büyük kaygısı, her soluk alışta memleket kokusunu duyamamak, memleketi bir daha görememek ihtimalidir. Ülkesi ve ülkesinin insanları için duyduğu kaygı ve özlem, bir an olsun içinden çıkmaz. Mart 1954'te, Macaristan'dadır. Macar ovasında, Anadolu ovalarındaki gibidir akşam. Mavi, açık toz pembe, açık mor bir akşamdır inen. 29 Aralık 1956'da Çekoslavakya'da 'Hanuş Ustanın Saati'ni anlatırken de, Prag'da Faust'un evinin önünde gece yarısını betimlerken de, 1958'de, Paris'te bir yandan, gerici darbe tehlikesine karşı halkın protesto gösterilerine katılırken de aklında hep Anadolu vardır. Paris'te kendi kendine şunu sorar: 'Hikmet'in oğlu, hangi şehirde ölmek isterdin? İstanbul'da...'31 Mayıs 1958'de İsviçre dağları için bile, 'Bizim dağlara benziyor' der. Leipzig'de kederlenir ve 'bir Üsküdar balkonunda guruba karşı demlenir gibi' der. Bakü'de 'havada rast peşrevi Boğaziçi suları gibi akar... Memleketten, İstanbul'dan uzaktır, memleketin en olumsuz koşullarına bile hasrettir . 'Üsküdar Cezaevinin görüşme yerini bile...Özler. Bulgaristan, Türkiye'ye yaklaşmanın bir çeşit habercisidir. Bulgar kentleri içinde Varna bir başkadır, çünkü 'Karşıyaka memleket'tir. Bir gün bir yerde, Nâzım Hikmet'ten konuşuyorduk. Kaçmasaydı öldürüleceğinden söz ediyorduk. Birisi dedi ki: "Nâzım, keşke kaçmasaydı da ülkesinde ölseydi! Melih Cevdet'in de cevabı şöyle oldu: 'Siz, hiç öldünüz mü?'
·
1.219 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.