Gönderi

“İyilik isteğiyle” baş edebileceğini asla tartışmıyorum; ancak insanın dayanamayacağı bazı olaylar ve koşullar vardır: “Bu gibi ayrıntılar kendiliğinden ortaya çıkar” ve kişiyi alır götürür. Baylar, burada bu “duygululuk” üzerine söylediklerim hiç de boş şeyler değil; basit gibi görünmesine karşın, son derece önemli bir konudur, hatta herkesin yaşamında, senin de benim de. Derinliğine anlamaya çalışın, muhasebesini yapın, dürüst bir insan olarak kalmanın çok güç olduğunu, özellikle bu gereksiz ve şımarıkça “duygululuğun” bazen bizleri sürekli yalanlara zorladığını göreceksiniz. Gerçi burada dürüstlük meselesini yalnızca yüksek anlamda kullanıyorum, haliyle içiniz rahat olsun, endişeye gerek yok. Ayrıca sözlerimin kimselere dokunmayacağı kanısındayım. Devam ediyorum. Beyler, 1848 Şubat Devrimi Geçici Hükümetinin lideri Alphonse de Lamartine’i hatırlayanınız var mı? Söylenenlere göre, cumhuriyetin ilanından sonra ilk iki ayda, Fransa’nın kentlerinden, kasabalarından, geçici hükümete kendini tanıtmaya gelen halkın ve çeşitli delegelerin karşısında uzun uzadıya nutuklar atmaktan çok büyük keyif alırmış. Belki de o zamanlar binlerce konuşma yapmıştı. Bir şairdi ve büyük yetenekti. Çok gösterişsiz bir hayatı vardı, saf ve tertemiz bir hayat geçirmişti, insanda derin saygı uyandıran kusursuz dış görünüşü, nasıl denir, kipsek{96} için yaratılmıştı sanki. Bu tarihsel kişiliği, duygulu, şair ruhlu, deyim yerindeyse sümüklü doğan tiplerle asla karşılaştırmıyorum; gerçi Lamartine de, enstitü çıkışlı üç kuşak kadınların saplanıp kaldığı, alışılmadık derecede uzun şiirlerden oluşan Harmonies Poétiques et Religieuses'i{97} yazmıştı. Bununla birlikte sonraları, çok seçkin yapıtı olan ve ona ün kazandıran, Geçici Devrim Hükümetinde ona önemli mevki sağlayan Jirondenler’in Tarih'ini yazmıştır - işte, kendinden geçerek, adeta coşku denizlerine yelken açarak o sonu gelmeyen uzun konuşmalarını bu sıralarda yapmaya başlamıştı. Usta bir nükteci bir defasında Lamartine’i ima ederek şöyle demiş: “Ce n'est pas I'homme c'est une lyre!” (Bu, insan değil, bir lir!..) Bu bir övgüydü; ama şeytani incelikle söylenmiştir. Sorarım, insanı lirle kıyaslamaktan daha anlamsız ne olabilir? Bir dokunuşla hemen çınlar! Düşüncelerini sürekli şiirle anlatan, bu hatip-lir Lamartine’i bizim kıvrak avukatlarla, en masum hallerinde bile olmadık çalımlar atan, her zaman kendine hâkim, işini bilen ve cebini dolduran avukatlarımızla aynı kefeye koymak mümkün mü? Kendi lirlerine hâkim olabilirler mi? Bu böyle midir? Gerçekten olabilir mi, beyler? İnsanoğlu pohpohlanmaya dayanamaz, zayıftır; “duygusallaşır”, hatta düzenbaz kesilir! “Lir’e rağmen bizim kimi usta avukatlarımızın başına -mecazi anlamda- Moskovalı küçük bir tüccarın başına gelen türden bir olay gelebilir. Baba ölüyor, adam büyük bir mirasa konuyor (“miras” sözcüğünü vurguyu “İ” üzerine vurarak okuyun!). Bu arada tüccarın annesi kendi adına bir işe giriyor ve batırıyor. Annesini bu güç durumdan kurtarması, yani çok para ödemesi gerek. Tüccar annesini sevmesine seviyor ya, “parasız-pulsuz yaşanır mı!” diyerek ilgilenmiyor. “Paramızı riske atamayız, parasız yaşayamayız, hayır, dünyada olmaz!” Böylece para falan vermiyor adam, anne tutuklanıyor tabii. Bunu alegori olarak alın ve parayı yetenekle bir tutun, şuna benzer bir söz bile çıkacaktır: “Bizler şaşaadan, ünden uzak olalım ha, bu bizim için asla düşünülemez, çünkü efendim, debdebeden, ünden uzak yaşamımız asla olamaz!” Vicdanını rahatsız etmekle birlikte, bir davayı üzerine alan en ağırbaşlı, en dürüst, en yetenekli avukatın başına da gelebilir bu. Uzun zaman önce Fransa’da, müvekkilinin suçlu olduğu kanısına varan bir avukatın, savunma sırası geldiğinde, ayağa kalkıp mahkeme üyelerini selamladıktan sonra, suskun yerine oturduğunu okumuştum bir vakitler. Bizde böyle olacağını sanmıyorum: “Yeteneğim varsa, neden davayı kazanmayayım ki? Niçin kariyerimi iki paralık edeyim?” Sonuçta çekici bir nesne olarak, avukatı korkutan yalnızca para değil (üstelik hiçbir zaman korkmaz), yeteneğin kendine özgü gücüdür. Ne var ki bunları yazdığım için pişmanım: Bay Spasoviç’in çok yetenekli bir avukat olduğunu herkes biliyor. Bu davadaki konuşması bence sanatın üstündedir; gelgelelim içimde tiksindirici bir duygu bıraktı. Bakın, içimden geldiği gibi konuşuyorum. Her şeyin asıl suçlusu, bu davada Bay Spasoviç’in, bir türlü kendini kurtaramadığı burnunun dibinden ayrılmayan tiplerin sergilediği ikiyüzlülüktür, benim görüşüm, bu zorlama, baştan sona sahtelik kokan durum, bir avukat olarak, kuşkusuz, konuşmalarına yansımış oldu. Dava dosyası öyle hazırlanmıştı ki, müvekkili suçlu bulunması halinde çok, ama çok ağır bir cezaya çarptırılabilirdi. Sonu da tam bir felaket olurdu tabii: Parçalanmış bir aile, çocuk için de, baba için de güvencesiz, mutsuz bir hayat... Müvekkili “İşkenceyle” suçlanıyordu, iddianamenin böyle hazırlanması korkunç bir şeydi. Bay Spasoviç savunmasına doğrudan işkenceyle ilgili her görüşü kabul etmemekle başlamıştı. “İşkence yoktu, çocuk hiçbir biçimde incitilmemişti!” Her şeyi yadsıyordu: metal parçalı kırbacı, dayağı, yara bereleri, çürükleri, kan lekelerini, karşı tarafın dürüst tanıklarını, her şeyi, evet, her şeyi... bu, yani jürinin vicdanını hesaba katmak, çok cesurca bir yoldur; ama Bay Spasoviç gücünün bilincindeydi. Çocuğu bile hiçe saydı, zavallının çocukluğunu ve dinleyicilerin çocuğa olan acıma duygularını bile yüreklerinden söküp aldı, yok etti... “Dayak altında on beş dakika süren (aslında beş dakikaydı) ‘Baba... baba...’ çığlıkları” bir anda unutuldu, ön planda yer alan bu kızcağız “uçarı”, pembe yanaklı, güler yüzlü, kurnaz, gizli kusurlarıyla yaramaz bir kız olup çıkmıştı. Dinleyiciler, onun yedi yaşında olduğunu handiyse unutmuşlardı, Bay Spasoviç kendisi için tehlikeli olabilecek yaş konusunu ustalıkla geçiştirmeyi başardı. Her şeyi bu şekilde çarpıtarak, doğallıkla sanığın beraat kararma ulaşmış oldu. Avukat başka ne yapabilirdi? Ya jüri müvekkilini suçlu bulsaydı? İster istemez her çareye başvuracaktı, zoru gördü mü geriye çekilmesi artık olanaksızdı: “Güzel bir amaç için her yol mubahtır.” Gelin, şu çok ilgi çekici konuşmayı ayrıntılarıyla inceleyelim, buna değeceğini göreceksiniz. III-Bay Spasoviç'in Konuşması. Ustaca Yöntemler Daha ilk sözünde usta mı usta biriyle karşı karşıya bulunduğunuzu hissediyorsunuz. Bay Spasoviç hemen açılıyor ve jüriye, yaptığı savunmanın zayıf yanlarını kendi gösteriyor. En çok çekindiği zayıf yerini gözler önüne seriyor. (Bu arada, avukatın bu konuşmasını Golos'tan aldım. Golos zengin bir yayın organı, iyi bir stenograf tutmuşlardır sanıyorum):   Sayın jüri üyeleri, ne savcının suçlamalarından, ne de mahkemenin vereceği karardan korkarım... Beni korkutan soyut düşünceler, hayallerdir; cinayetin -burada böyle başlık atılmıştır— zayıf, savunmasız yanı olmasından korkarım. “Çocuğa işkence edilmiştir” cümlesi, çocuğa karşı derin bir acıma duygusu uyandırırken, öte yandan suçu işleyene karşı güçlü bir öfkenin doğmasına yol açar.   Çok ustaca. İnanılmaz bir içtenlik. Tüyleri diken diken olan dinleyici, avukatın çok ustaca, lafı döndürüp dolaştırarak, yalanlarla süslenmiş sözler dinlemeye hazırlanan, daha demin: “Hadi kardeşim, beni nasıl kandıracağını bir görelim!” diyen dinleyici, adamın savunma yapmaması karşısında şaşırmış durumda. Kurnaz avukat handiyse kendini savunacak çareler arıyor, hem de yanıltmaya çalıştığı sizden, mahkemeden... Bu yöntemle Bay Spasoviç, bir anda, biraz olsun kuşku ve güvensizlik buzlarını kırıveriyor; ama kalplerinize arınarak giriyor. Evet, hayalden söz ediyor, “hayalden” ürktüğünü söylüyor, yani önyargıdan; daha hiçbir şey duymamışsınız, ama sizi peşin fikirli sanacaklar diye içinizi bir utanç sarıyor, öyle değil mi? Çok, ama çok ustaca.   “Sayın jüri üyeleri, dayak yanlısı değilim” diye konuşmasına devam ediyor Spasoviç. “Dayağı yasaklayacak bir eğitim sistemi hayata geçirilebilir, bunu tamamen anlıyorum (merak etmeyin, bu yeni deyimler çeşitli pedagojik özetlerden alınmıştır); buna rağmen mahkemede sİzlerin suçları azaltmanızı ve ailede olduğu gibi devlette de var olması gereken doğruları çiğnemekten vazgeçmenizi nasıl beklemiyorsam, bedensel cezanın da tam ve kayıtsız şartsız kökünün kazınacağını pek ummuyorum.   Anlaşılan, burada konu edilen ne dayak, ne de “metal uçlu kırbaç”, yalnızca sopa. Şöyle bir bakın: “Hayır, adam ciddi konuşuyor, eğlendiği falan yok. Bütün hengâme küçük bir çocuğa atılan dayaktan kopmuştur, bu yaşta sopa kullanmanın doğru olup olmadığıdır bütün mesele. Bu yüzden, toplanmaya değdi. Aslında avukat da dayak yanlısı değil, baksanıza kendisi söylüyor, hem sonra...” gibi sözler mutlaka duyacaksınız.   Doğal ortamda elbette normal ölçüler kullanılır; bu olayda kuşku yok ki anormal ölçüler kullanılmıştır. Efendim, bu ölçüleri yaratan nedenleri derinliğine incelerseniz, yaramaz çocuğun huyunu, babanın heyecanını ve kızını cezalandırırken babayı buna zorlayan nedenleri göz önünde bulundurursanız birçoğunuz durumu kavrayacaktır ve anlayınca da haklı görecektir, çünkü olayın derinliğine kavranması çok şeyin açıklığa kavuşmasına yol açacak ve ağır cezayı gerektirmeyen olağan bir olay gibi görünecektir sizlere. Benim görevim olayı aydınlatmaktır.   Düşünebiliyor musunuz: “İşkence değil, cezalandırma” diyor; bu duruma göre öz babayı sadece çocuğunu biraz fazla dövdüğü için yargılayabilirler. Eh zamanı da geldi! Ancak daha derinliğine incelenirse... burada hem mahkeme ve hem de savcılık makamı olayı pek derinliğine incelememiştir. Bir kere, jüri üyeleri olarak bizler, olayı derinliğine kavramayagörelim, hemen beraat kararı veririz, çünkü “derine inme beraata yol açar”, avukat da, bu derinliğine kavramanın, bizde, bizim sandalyede olduğunu söylüyor! “Bizi bekledi, yavrucuğun mahkemelere, savcılara koşturmaktan anası ağlamış olmalı!” Tek kelimeyle: “Pohpohla, pohpohla!” eski, rutin bir yöntemdir, ama güvenilirdir. Bay Spasoviç ardından doğruca olayın geçmişine giriyor ve ab ovo{98} başlıyor. Elbette kelimesi kelimesine anlatmayacağız. Müvekkilinin, Bay Kroneberg’in hayat hikâyesini anlatıyor. Akademi kursunu bitirmiş, Varşova Üniversitesine girmiş, sonra çok sevdiği Fransızların yaşadığı Brüksel’de, ardından yine Varşova’da eğitimini sürdürmüş, Varşova’da 1867 yılında doktora unvanı veren bir okulu bitirmiş. Kendisinden yaşça büyük bir kadınla tanışmış burada ve onunla yakın ilişki kurmuş; evlenmeleri mümkün olmayınca ayrılmışlar, kadının karnında kendi çocuğunu taşıdığını da bilmiyormuş. Çok üzülen Bay Kroneberg teselliyi eğlencelerde aramış. Fransa-Prusya savaşında Fransız ordusu saflarında yer almış ve birçok çarpışmaya katılmış; Légion d’honneur nişanı almış ve asteğmen olarak ordudan ayrılmış. Bizler o zaman kuşkusuz Fransızların galip gelmesini istemiştik hep, zekâlarına saygı duysak bile Almanlardan pek hoşlanmayız. Varşova’ya dönünce çok sevdiği kadınla yeniden karşılaşmış; kadın evlenmiş, kendisinden bir çocuğu olduğunu, çocuğun Cenevre’de bulunduğunu ilk kez o zaman söylemiş. Doğuracağı bebeği para karşılığında köylülere bırakmak için Cenevre’ye özellikle gitmiş kadın. Kroneberg durumu öğrenince çocuğun bakımını hemen üzerine almak istemiş. Burada Bay Spasoviç, evlilik dışı doğan çocuklara katı kurallar getiren yasalarımızla ilgili biraz sert, biraz hoşgörülü sözler ediyor, ama hemen ardından “İmparatorluğumuz dışında bir ülkeyi özel yasaları olan Polonya Krallığını örnek göstererek bizleri rahatlatıyor.” Kısacası bu ülkede evlilik dışı doğan çocukları evlat edinme daha kolaymış. Bay Kroneberg “yasaların elverdiği ölçüde”, o zamanlar maddi durumu pek iyi olmamasına rağmen çocuk için elinden gelen çabayı gösteriyormuş. Ölümü halinde de Kroneberg soyadını taşıyan çocuğa yakınlarının sahip çıkacağına, en kötü olasılıkla Légion d’honneur nişanına sahip birinin kızı olarak Fransa’da bir Devlet Yetiştirme Yurduna kabul edileceğine inanmış. Zamanla Kroneberg, kızını Cenevreli köylülerden alıp, yine Cenevre’de eğitim görmek üzere Protestan papaz De Komba’nın evine yerleştirmiş; papazın eşi çocuğun vaftiz annesi olmuş. Kroneberg’in değişen koşullar nedeniyle, Cenevre’ye gidip kızıyla birlikte Petersburg’a döndüğü 1875’e kadar -1872’den 1874’e kadar- yıllar böylece geçmiş. Bay Spasoviç bu sözleriyle müvekkilinin aile özlemi çeken biri olduğunu bizlere inandırmaya çalışıyor. Evlenmek istemiş istemesine, ama olmamış, üstelik en önemli sebeplerden biri de “kızı olduğunu” gizlememesiymiş. Bu sadece ilk damlacık, Bay Spasoviç kendinden bir ekleme yapmıyor, ama siz, köylülere bırakmaya asla gönlü razı olmadığı kızını kabul etmesinde, evet, bu hayırlı işte Kroneberg’in kısmen zarar göreceğini anlıyorsunuz; öyle ya bu günahsız varlık için, deyim yerindeyse mızmızlanabilirdi; en azından siz böyle düşünürdünüz. Ancak anlık gibi görünen, ama aralıksız süren bu küçük, ince imalarda Bay Spasoviç’in ustalığına rakibinin varamayacağına az sonra tanık olacağız. Daha sonra Bay Spasoviç birdenbire güzel Jezing’den söz ediyor. Dikkat edin, Bay Kroneberg bu kadınla Paris’te tanışmış ve 1874’te de Petersburg’a birlikte gelmişler.   [Bay Spasoviç ansızın bize dönerek] Sizler! diyor, bayan Jezing’in geçici ilişkiler kuran yarı sosyete kadınlarına benzeyip benzemediğini değerlendirebilirsiniz. Elbette o, Kroneberg’in karısı değil, ama ilişkileri ne sevgi ve ne de saygı dışında tutulur.   Ancak öznel bir olaydır bu, onları ilgilendiren, bizleri hiç ilgilendirmez. Ne yapıp ne edip Bay Spasoviç’in mutlaka saygı kazanması gerekiyor.   Sizler gördünüz, bu kadın çocuğa karşı kayıtsız olabilir mi? Sevip sevmediğini nereden bileceksin? Çocuğa her türlü iyiliği yapmak isterdi!..   Olayın bir ilginç tarafı da çocuğun bu kadına maman diye seslenmesi ve kadının kutusundan kuru erik aldığı için dövülmesiydi. Böylece, Jezing’in çocuğa hınç duyduğu, ona boşuna iftira attığı düşünülmesin diye, Kroneberg’i çocuğa karşı kışkırtmıştı. Ama biz böyle düşünmüyoruz, hatta bize göre bu kadının çocuktan nefret etmesi için bir neden yok: Çocuk kadının elini öpmeye ve ona maman demeye alıştırılmış. Davadan anlaşıldığına göre, kadın “metal çubuklu kırbaçtan” ürkerek, dayaktan önce en zarar verici parçanın çıkarılmasını Kroneberg’den rica etmiş (gerçi başaramamış). Bay Spasoviç’in iddiasına göre, çocuğun Cenevre’den, De Komba’dan alınma fikrini Kroneberg’e veren Jezing’miş.   Kroneberg’in o sıralar çocuğu yanına alma gibi bir niyeti yoktu henüz; ama Cenevre’ye giderek çocuğu arada bir yoklamayı düşünmüştür...   Bu çok ilgi çekici haber, bunu unutmamak gerek. Demek ki Bay Kroneberg o zamanlar çocuğu pek düşünmüyordu ve onu yanma alma gibi içten bir isteği yoktu.   Kroneberg Cenevre’de sarsılmıştı: Kurallara aykırı bir zamanda ziyaretine gittiği kızını çok yabani bulmuştu. Kız babasını tanımamıştı.   Özellikle “babasını tanımamıştı” cümlesinin altını çizmek isterim. Yukarıda Bay Spasoviç’in üstü kapalı söz etmede ne denli usta olduğundan söz etmiştim; öylesine bir söz söylüyor, ama gereken etkiyi yaratmayı başarıyor ve istediği sonucu elde ediyor. “Çocuk babayı tanımadığına” göre, yalnızca yabani değil, üstelik bozulmuş da. Evet, bunların hepsi ileride gerekli olacak; Bay Spasoviç’in bu tür dokundurmalarla sonunda çocuğa karşı bizlerde nasıl bir düş kırıklığı yarattığını ilerde göreceğiz. Yedi yaşında küçük bir kızdan melek saflığı beklerken, ne kadar “yaramaz”, ukala, sinsi, kötü huylu olduğu görülecek, bir köşede cezaya bırakıldığında ortalığı velveleye vermeyi âdet haline getirmiş (ne Rus’a özgü ama!), yalancı, hırsız, pasaklı, kapalı kalmış kusurlarıyla yedi yaşında bir çocuk... Burada yapılan, çocuğa olan yakın ilginizi, acıma duygunuzu yok etmektir. Ne yapalım, insanoğlunun yaradılışı böyle: Yakınlık duymadığınız, nefret ettiğiniz kişiye acıma duygusu besleyemezsiniz; Bay Spasoviç’in en çok endişelendiği de çocuğa karşı sizde bir acıma duygusunun uyanması: İş bununla kalmıyor tabii, ona acırken babayı da suçlu görmüş oluyorsunuz. İşte durumun sahteliği buradadır! Kuşkusuz, avukatın olayı çocuğun üzerinde yoğunlaştırmasının, sınıflandırmaların, bütün olguların incir çekirdeğini bile doldurmadığını az sonra göreceksiniz. Sözgelimi üç yıl boyunca tek başına bırakılan dört yaşında bir çocuğun, bir yakınıyla ilgili -kiminle olursa olsun- en küçüğüne kadar tüm ayrıntıları unutacağını kim bilmez, bu yaştaki çocukların belleği bir yılı, hatta dokuz ayı algılayamaz. Bunu her anne baba, her doktor doğrular. Burada bütün suç çocuğun huyunun bozulması değil, onun bunca yıl kendi haline bırakılmasıdır, jüri zaman bulabilir de, biraz düşünmeyi, kafa yormayı yeğlerse, gerçeği kuşkusuz anlayacaktır; ancak düşünecek zamanı yok, yeteneğin dayanılmaz baskısı altında, üzerinde bir sınıflandırma vardır: Mesele tek tek olgularda değil, bütünündedir, başka deyişle, olgular demetindedir, ne derseniz deyin, ama bütün bu önemsiz gibi görünen olgular, hepsi bir arada, demet halinde, sonunda çocuğa olumsuzca yaklaşılmasına, adeta düşmanca davranılmasına yol açıyor. En reste toujours quelque chose{99} özellikle ustalıklı ve incelikli sınıflandırmalarda çok eski, bilinen bir iştir bu. Biraz başa alarak Bay Spasoviç’in becerisinden bir örnek daha vereceğim. Sözgelimi, yine aynı yolu izleyerek, konuşmasının sonunda, müvekkiline karşı en ciddi tanık olan Agrafena Titova’yı darmadağın ediyor. Burada, sınıflandırma söz konusu değildir, burada sedece bir söz kullanılmış ve bundan yararlanılmıştır. Agrafena Titova Bay Kroneberg’in eski hizmetçisidir. Kroneberg’in kiraladığı Lesnoy’daki yazlıkta getir götür işleri yapan Ulyana Bibina’yla beraber, çocuğa işkence yapıldığına ilişkin ilk şikâyette bulunan oydu. Kendi adıma söylüyorum, bence Titova, özellikle Bibina salonda bulunanlar arasında en çok sempati toplayan kişilerdi. İkisi de çocuğu seviyordu. Çocuk içine kapanıktı. İsviçre’den yeni gelmişti ve babasını hemen hemen hiç görmüyordu. Babası demiryollarında çalışıyordu; sabah erkenden yola çıkıyor, akşamın geç vakti eve dönüyordu. Akşam eve geldiğinde çocuğun yaramazlıklarını öğreniyor ve çocuğu dövüyor, tokatlıyordu (böyle davrandığını Spasoviç de doğruluyor); bu sevgiden yoksun hayat, sonunda zavallı kızı hırçınlaştırıyor, daha bir içine kapanmasına, yabanileşmesine yol açıyordu. “Kız tek başına oturuyor, kimseyle konuşmuyordu.” Titova şikâyette bulunurken böyle demişti. Bu sözler derin bir sempati uyandırmakla kalmamış, bu sıradan kadının derin gözlemci yeteneğini, Tanrının yarattığı bu gönlü yaralanmış küçücük varlığın çektiği acılara karşı duyduğu içten üzüntüsünün ölçüsünü de göstermiştir. Çocuk, sevgi ve şefkati yalnızca hizmetçide gördüğü için, onu sevmesinden ve arada bir yanma uğramasından doğal ne olabilir! Bay Spasoviç bu davranışı nedeniyle zavallı kızı suçluyor; hizmetçiden “kötü huylar kaptığı” gerekçesiyle çocuğu kusurlu buluyor. Kızın sadece Fransızca bildiğini, hizmetçi Ulyana’nın onu iyi anlayamayacağını da dikkatlerden uzak tutmamanızı isterim. Öyleyse kadın, basit halkımıza özgü olan, küçük çocuklara karşı acıma, ilgi ve sempati duyduğu için seviyordu onu. “Bir gece, temmuz ayında Kroneberg kızı yine dövüyor, bu kez dayak uzun sürüyor, Bibina, kızın attığı çığlıklardan, onun öleceğini sanarak korkuyor ve hemen yatağından fırlayarak geceliğiyle Kroneberg’in penceresine koşuyor; çocuğu dövmeyi kesmesini, yoksa polis çağıracağını söylüyor ve dayak ve çığlıklar kesiliveriyor. ” (İddianameden) Yavrularını bir tehlikeye karşı korumak için, önlerinde kanatlarını genişçe açarak dikilen bir tavuk görür gibi oldunuz, değil mi? Civcivlerini korumak isteyen bu tavuklar bazen korkunç olurlar. Çocukluğumda, köyde hayvanlara eziyet etmekten büyük zevk alan, efendisinin öğlen yemeği için keyifle tavuk kesen bir yanaşma çocuğu vardı. Hatırlıyorum, ambarın saman çatısında sürekli serçe yuvaları arardı, bundan çok hoşlanırdı. Yuvayı bulunca hemen serçelerin başlarını koparmaya başlardı. Düşünün, bu kadar acımasız olan çocuk civcivlerini korumak için kabaran tavuğun önünde korkudan ne yapacağını bilemezdi; böyle bir durumla karşılaştığı zaman hemen arkama saklanırdı. Ne diyordum. İşte bizim zavallı tavuk, çocuğun sürekli dövülmesine daha fazla dayanamamış ve suç aleti kırbaçla kanlı bir çamaşırı da alarak üç gün sonra karakolun yolunu tutmuştu. Bu arada basit halkımızın mahkemelerden nefret ettiğini, kendisini ilgilendirmeyen işlere doğrudan bulaşmaktan çekindiğini de aklınızdan çıkarmayın. Ama bu kadın tuttu, bir yabancı için, bir çocuk için, kesin olarak tatsızlıkla karşılaşacağını, başına dertler açacağını bile bile şikâyet etmeye gitti. Buyurun, Bay Spasoviç bu iki kadını “çocuğun ahlakını bozan hizmetçiler” olarak gösteriyor. Bu yetmezmiş gibi küçücük bir olaya sarılıyor ve çocuğu hırsızlıkla suçluyor (çocuğun izinsiz kuru erik aldığını, kıymetli kâğıtları çalma girişiminde bulunduğunu nasıl ustaca araya sıkıştırdığını az sonra göreceksiniz). Ama kız başta “hırsızlık yaptığını” itiraf etmemiş, hiçbir şey almadığını söylemişti. Spasoviç devam ediyor:   Kız ısrarla suskunluğunu sürdürüyordu; ama bir iki ay geçtikten sonra parayı Agrafena için almak istediğini söylemişti. Eğer o [yani kızın babası] hırsızlık olayını ayrıntılı araştırsaydı, çocuğa bu kötü alışkanlığın, ona yakın insanlardan bulaştığı sonucuna varabilirdi. Çocuğun sessiz kalması, kendine yakın gördüğü kişileri ele vermek istemediğini gösterir.   “Parayı Agrafena için almak istedi!” Vay vay, lafa gelin! “Birkaç ay geçtikten sonra” kız bunu, kuşkusuz, uydurmuştu, kendinden uydurmuştur ya da böyle söylemesi istenmiştir. Oysa mahkemede: "Je suis voleuse, menteuse”{100} demişti, kuru erikten başka hiçbir şey aşırmadığı halde, bu birkaç ayda bu sorumsuz çocuğun kafasına hırsızlık yaptığını iyice yerleştirmişlerdi, buna hiç yanaşmamasına rağmen, her gün hırsız olduğunu söyleye söyleye çocuğu inandırdılar. Kızın Agrafena Titova için parayı almak istediği doğru olsa bile, buradan Titova’nın yol gösterdiği ve öğrettiği sonucu elbette çıkmaz. Bay Spasoviç usta, bunu doğrudan söylemiyor tabii; elinde sağlam delilleri olmasa Titova’ya böyle bir haksızlığı yapamaz, ama kızın: “Parayı Agrafena için almıştım” demesinin ardından hiç beklemeden, “çocuğun hırsız olmasını ona yakın insanlara yormak” gerektiğini, lafın arasına sıkıştırıveriyor. Bu tabii ki yeterlidir. Jüri üyelerinin kalbine: “Vay, demek ki bu iki tanık böyleymiş; çocuk onlar için hırsızlık yapıyormuş; çocuğa hırsızlığı onlar öğretmiş, bundan sonra tanıklıklarının ne değeri olur?” gibi bir düşüncenin girmesi doğaldır. Kızı dinledikten sonra, bu durumda sizin bile aklınızdan böyle düşünceler geçebilir. Böylelikle gereken etkiyi yapması için tehlikeli tanıklar Spasoviç tarafından un ufak edilmiştir; son bir etki için, tam da konuşmasının sonunda, evet, bu tam ustalık isteyen bir işti. Gerçi ikilem içinde kalan bir avukatın görevi, sorumluluğu ağırdır, Spasoviç de başka nasıl davranabilirdi? Müvekkilini kurtarması gerekiyordu. Bunlar işin çeşnisiydi, meyvelerine bakalım şimdi...
·
1,292 views
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.