Gönderi

SON, SON DEĞİL, SON DEĞİL BİLE DEĞİL
Mümkünsüz. Mümkün değil. Namümkün. Bizi anlatan bu kelimeyi daha farklı şekillerde de kullanabilirdim biliyorum. Sözlüklerdeki anlamı toplumca çok da bilinmeyen kelimeleri, zamanında senin yokluğunun sancısında geldiğim kültürel yükselme bilinsin diye sürekli kullanmak istedim ama artık buna ihtiyaç duymaktan vazgeçtim. Seni anlatabiliyor olmam canımı sıkıyor. Bir kalıba girmediğin zamanlarda ele avuca gelmezliğinin şikayetini taşımamla, bir kalıba girmeni istediğim zamanlarda kalıba girmekle yetinmeyip dışarılarıma taşman arasındaki uçurumdur söz konusu olan. Benden taştığın zamanlarda odamdan dışarı çıkmıyorum. Olmayışının tesellisi olarak her yerimden taşan hayali varlığını kendime ayırarak odamda haberin olmadan beraber vakit geçiriyoruz. Dedim ya seni anlatabiliyor olmak, bir şekle giriyor oluşun ve sonra yazdığım o yazı sonrası varlığının yazıyla birlikte sonlanabiliyor olma durumunu sevemiyorum. Yazıyla var olup yazıyla yok olan varlığın arzulanan bir kadından ziyade, kendisine saygı duyulan bir tanrıçadan bahsediyormuşum gibi hissettiriyor. Ama yine de susamıyorum. Hem susmanın hem de konuşabilmenin kaynağı olmayı nasıl beceriyorsun? Okuduğum kitaplarda sana dair olan duygularıma benzeyen kelimelere rastlamak zoruma gidiyor. Başkasına duyulan duygunun sana karşı da uygulanabilir olmasının acısını nasıl atarım? Oysa ben, daha önce ortaya çıkmamış bir dilin uçuşan harfleriyle sana doğru seslenmenin hayallerini kuruyordum. Paleograflar ölümümden sonra sadece ikimizin anladığı bir dile dair araştırmalar yapacaklardı. Sözün ortaya çıktığı zamanlardan beridir her kelimenin belirli şekillerde kullanıldığı, neredeyse her üslubun denendiği bu yazınsal dünya içerisinde sana seslenmenin farklı bir yolunu bulamıyorum. Cümlelerim genellikle başka yazarların söylediği sözlere çarpmadan ilerlemek için sağa sola sapıp sana çıkmaya çalışan bir labirenti andırıyor. Bütün bu engellere rağmen duygularımı yitirmeye başlamayı sana şikayet edebilmenin bir yolunu bulmalıyım. Varlığını görememenin acısını çıkarmak için kelimelerden bir anı daha oluşturmalıyım. Evet, varlığını kelimelere yerleştirip orada hayallerimizi de içine katarak bir anı daha biriktiriyor ve diyorum ki; S A L I N C A K T A S A L L A N I Y O R U Z Bir hatıramız daha oldu bak gördün mü? Büyüklerin mutluluk özlemlerinin kayıp noktası olan artık salıncakta sallanmıyor olmalarına karşı biz büyümemiş iki çifte kumru olarak hayallerde bir anı daha bıraktık. Her dediğim kelimeye rağmen unutmak yakındır bunu hissedebiliyorum. Son armağanlar belki de benden sana. Oysa bir zamanlar sana dair duygularımı anlatabileceğini sanan bazı yazarların, bu duygulara rağmen her aşkın bir gün biteceğini ve sanki hiç yaşanmamış gibi olacağını söyledikleri yere geldiğimde, bu durumun gerçekleşebileceği ihtimalini belleğime almak istememiştim. İşime gelmeyen hiçbir bilgiyi kabul etmeyen kalbim, beni senden uzaklaştıran bu cümlelerin gerçekleşebileceğini bir an bile düşünmez ve seninle sonsuzlaşmanın yollarını arardı. Artık her şey bitti ve hayallerimizden bahsederken masal kiplerini kullanıyorum biliyor musun? Seni, bir varmış bir yokmuştan daha iyi ne anlatabilirdi ki zaten. Ya o senin uydurduğun masallardaki devlerle olan savaşımızda kaybettiğim enerjim. Sana karşı çocuk masumiyetimde yaklaşımımı kullanarak kurduğun bunca masala inanmam sevginin ürünü değil miydi peki senin için de? Zaten masallara inanan çocuklar da dünyanın ne kadar sahtekar olduğunu bilmediklerinden, dünyaya aşık bir bakış açısıyla baktıkları için o masallara inanıyor değiller midir? Artık her şey geçti, hatta farkında mısın bilmiyorum ama seni hatırlamadan yazıyorum. Bu duruma üzülemiyorum çünkü yine o başkaca yazarlar bundan sonraki aşamada iki kişinin birbirini tanıyamayacak kadar uzak iklimlerde hayatlarını sürdüreceklerini ve ayrı ayrı öleceklerini bildiriyorlardı. Artık her şey mümkün. Senin gözlerinin rengine benzememesine rağmen beğendiğim kızlar var mesela. Mesela bu yazı bitecek ve sen gene hayatımda olmayacaksın. Yazı bitecek ve ben gene ileriye dair karşıma çıkabilecek fırsatları düşüneceğim. Yalnızlık mıdır bizi sonsuz aşkın uçurumlarında sürüklenme riskine rağmen peşinden koştuğumuz hengâme, yoksa yalnız kalmanın insan için mümkün olmadığının ortaya konuluş biçimi midir aşk? Ya da mesela yalnızlığımıza rağmen cesaretle kabuğumuzu kırdığımız aydınlanma mıdır? Veya bunların hiçbiri olmayıp tatmin olunması gereken maddi zevklerin bulutlar katındaki aldatıcı figürü müdür? Aşk; zevklerin kelimeye gelen bir unsuruysa şayet, nasıl olur da herkese karşı değil de yalnız birine karşı varlığımızın tamamını ona adamayı sağlayacak bir fonksiyon oluşturabiliyor. Senden uzaklaştım görüyor musun? Sana dair olan bir yazıda bile senden uzaklaşabildim. Kelimelerimde bile duramıyorsun artık. Ayaklarını zihnimde bağlasam başın yok. Saçlarının rengine odaklansam zihnimde bakışın yok. Sana dair olan cümlelerim artık kor ateşte yanan bir kömürün sönmemecesine alev almasını değil de, kulaç atmasını bilmediği için hep dibe batan birinin artık pes edip kendisini suyun kuvvetine bırakmasının işe yaraması karşısındaki şaşkınlığını andırıyor. Gene üzdüm seni değil mi? Ama şunu unutma, ben senin üzülmeni istiyorum aslında. Evet. Vazgeçilebilir olduğunu bil ki artık benden gideme. Ya da gittiğin yerde nasıl olsa geri geldiğinde olduğum yerde beklediğimi düşünme. Sen üzülmezsen, şarkılarım ne sana ulaşır ne içimde kıvılcım olarak kalır. Seninle çekip giden ruhum sen üzülmezsen nerede olduğuna dair çıkarsamalarını artık yapamaz. Kaybolursun alıp gittiğim ruhumla birlikte. Ah kendimden iğreniyorum. Gene aşk kitaplarındaki cümlelere benzedi sözlerimin bazıları. Sana dair olmaktan uzaklaştı. Edebiyat kitaplarında yer alsın diye konulmuş bir ifadeye benzedi. Şimdi sana sen hayatımda gördüğüm en güzel şeysin bile diyemiyorum anlıyor musun. Gülüşünü tasvir etsem, gülüşün, gülüşünü ifade etmekten ziyade gülüşe dair söylenmiş bir söz olarak kayıtlara geçecek. Oysa ben gülüşün diyor, başka bir şey diyemiyorum. Bir şeyler var aramızda ama anlatamam. Özledim bile değil çünkü özledim sözcüğü, benim gibilerin bu duyguyu ifade etmesi için birileri tarafından çıkarılmış olup, sana karşı hissettiklerimi ifade edebilirmiş gibi duran aldatıcı bir gerçek gibi duruyor. Fakat bu durum aynı zamanda “ seni anlatamam “ şeklinde çıkartılan basit bir savunma cümlesini de içermiyor. Çünkü seni anlatamamak da bir noktada seni irrasyonel olarak mümkün kılar. Oysa sen benim için ne varsın ne yoksun. Bu ikisi arasında bir şey desen o değil. Bu ikisi arasında değil desen o da değil. Gece, anahtarı kaybolmuş ceviz sandığın içinde yetim duran değerli hazinenin ürkekliğini içinde barındırıyor. Her gece geleceğine dair umudu içinde saklayan hazinemle beraber seni bekliyoruz. Beklemek burada sana dair beklentimden ziyade, gecenin önüme çıkardığı bir zorunluluk olarak duruyor. Ve sonra köpekler havlıyor, gecenin sessizliğini ani bölen bir kahkaha ya da bir bağırış çağırış, bana yakınlarda bir yerlerden ortaya çıkabileceğini düşündürüyor. Her gece tekrarlanan umut, toprağın altından çıkar çıkmaz kafasına tokmağı yiyen bir sincabı andırıyor. Sonra gece yerini seher vakti doğmaya hazırlanan Güneşe bırakmaya başlıyor. Gökyüzünü saran koyu kızıllık, bedenime yaklaşan aydınlığın muştucusu gibi hızlanarak yeryüzünün umuttan nemalanmamış yerlerini aydınlatmaya başlıyor. Gecenin sessizliği, yerini doğan güneşle beraber canlanan yaprakların titreşimine, kuşların şakımasına ve vahşi bir geceye karşı örgütlenen her bir nesnenin aydınlıkla beraber gösterisine bırakıyor. Umut taze bir gelin gibi duvağını kaldırıyor Güneşle beraber. Sen Güneşle beraber doğan bütün o duyguların içerisinde bedeninden sıyrılmış bir kahraman gibi şekilden şekle giriyorsun. Ben oturmuş her şeyi sana bağlamanın saygısızlığından pişman olmadan doğan günün hiçbir anını kaçırmak istemeden izliyorum her bir yeri. Sonra Güneş, yerini unuttuğum bedenimin her bir yanını saçlarımdan başlayarak aydınlatmaya başlıyor. Sonra tabi insanlar uyanıyor. Ben uyuşukluğumdan uyanıyorum. Sen nerede olduğunu bilmediğim dünyanın herhangi bir yerinde uykundan uyanıyorsun. Sonra her şey canlanıveriyor. Güneşin doğuşuyla beraber tazelenen umut, günün ilerleyen saatlerinde aydınlığının kaynağını senden ziyade hayata dair daha nesnel kaynaklardan almaya başlıyor. İşlerimi halletme yönünde fikirler geliştiriyorum. Mutluluk, senin yokluğunda bile mümkün olunabilecek bir tebessüm sebebi olabiliyor benim için. Olmayışın, hareket etmek zorunda olduğum saatlerde makamını terk etmiş devlet yetkilisinin resmi ifadesine bürünüyor. Güne “ Sen yoksunlu ” cümlelerle başlayıp “ Sensiz de olsa hayat devam ediyorlu ” cümlelerle sürdürüyorum. Gecesinde okuduğum kitaplara ve sözlere hafif itici bir edayla bakıyorum. Sana dair olan geceki çıkarsamalarıma itici gözle bakıyorum. Mesela sensiz düşler kuruyorum güneşin tepede olduğu vakitler. Bu yüzden, yani güneş doğduktan sonra seslerin ve cümbüşün insan sesleriyle palazlanmasından sonra artık yok oluyorsun. Ve sonra akşam oluyor. Gün içerisinde kalabalıklar arasında varlığımı kaybeden ruhum, Güneşin ışınlarını yeryüzünden çekmesiyle nerede olduğuma dair şaşkınlığımın sebebi oluyor. Olduğum yeri yadırgıyor ve seni gün içerisinde aklıma getirmemiş oluşumdan ötürü kendime kızmaya başlıyorum. Çıplak olduğunu fark edememiş zihinsel engelli birinin sokak ortasında aniden aklının yerine gelmesi sonrası yaşadığı dehşet gibi evime koşup sana sığınmak ve senden özür dilemek istiyorum. Seni açmayacak bir çiçek bellediği için seni düşüncelerle sulamanın faydasızlığını bana kabul ettiren Güneş, kendisini çekmesiyle pişmanlığımı yüzüme vuran bir araca dönüşüyor. Her gün, gün içerisinde anaforlarla devridaim yapan düşüncelerin oturduğu zemin depreme her an yakalanabilecek bir binayı çağrıştırıyor. Kimi zaman beni kendimden uzaklaştırıyor, kimi zaman da aniden beni kendisine çekip hırpalayıp bırakıyor. Hayat bu açıdan bakıldığında kendisini içinde bıraktığımız yaşanılası bir alandan ziyade, her şeyin yok olacağını ortaya koyan bir oyun parkına benziyor. Parka gelen insanlar, günün bunaltıcı havasından kaçmaya çalışıyor. insanların yüzlerindeki ifadenin çeşitliliği ise bizlerin özeti gibi. Kimi zaman hüzün dolu bakışlar, kimi zaman çocukların oyunlarını oynadığı yer, kimi zaman oturacak yer kapma mücadelesi , kimi zaman ayrılıkların yaşandığı o mecra. Bir daha konuşulmayacağı bilinse bile karşı tarafa verilen memnun oldumlu ifadeler. Ve sonraki gün park aynı parktır. Çimleriyle, çardaklarıyla, kaydıraklarıyla, yüzlerdeki ifadeleriyle. Ama artık içindeki insanlar değişmiştir. Artık o park eski park değildir her şey yerli yerinde olsa da. Ayrılıklarımız da gelip geçiyor bu parklar gibi. Hayattan aşk çekilince ne kadar sıkıcı bakış açıları geliştiriyor insan öyle değil mi? Bunları yazarken resmi bir acı sarıyor her yerimi. Bu yazdıklarımı yalan bir aşkın sürdüreni ya da efendisine hizmet etmesi gereken bir kölenin bakış açısıyla mı okuyorsun soruları geliyor aklıma. Ya hiç okumuyorsan. Ya yoksan ve ben hayalimde senden bir varlık oluşturmuşsam. Bir hayal bile değilsin. Yazı bitti ve sen bu yazı bittikten sonra gene olmayacaksın. Ha bu arada o yazarlardan biri bir söz daha söylemişti. Bizi bir yazarın sözünü gerçek kılabilecek kadar küçülttüğün için utanarak veda ediyorum: "Yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu; ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşırıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile!" Evet bir şey var aramızda. Unuttum bile değil. Unutmadım bile değil. Özledim bile değil. Özlemedim bile değil. Sevdim bile değil. Sevmedim bile değil. Sustum bile değil. Susmadım bile değil. İçim yanıyor bile değil. Gel bile değil. Git bile değil. Değil bile değil. Bitti, Bitti bile değil. Onur DEĞER
·
850 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.