Gönderi

Liderin Psikopatolojisi Üstüne
Siyasal şiddeti ve itaati liderler üzerinden yorumlayan yaklaşımları ne kadar eleştirsek yeridir (bkz. Gezgin, 2013a; 2013b). Bunlar, “tarihi büyük ‘adamlar’ yapar” varsayımına farkında olarak ya da olmayarak yaslanmakla kalmıyorlar; aynı zamanda, lideri lider kılan destekçilerle lider arasındaki diyalektik ilişkiyi gözden kaçırıyorlar (bkz. Gezgin, 2013c). İşte Langer’ın 1943’te Amerikan hükümetinin talimatıyla kaleme aldığı ‘Hitler’in Psikopatolojisi’ adlı inceleme, tam da bu tartışmaların içinde karşılığını buluyor. Kitabın önsözünde, bu çalışmaya yönelik iki temel eleştiri olabileceği söyleniyor: Konuya yalnızca psikanalitik açıdan ve psikanaliz içinden de yalnızca Freud’cu çizgiden bakması ve dönemin toplumsal ve ekonomik koşullarını dışarıda bırakacak biçimde kişiliğe odaklanması. Kitabın sonundaki 500 kaynaklı dev kaynakça, Türkçe baskısının sonunda yer almıyor; ancak, bu durum, çok kaynaklı metinlerin bile yanılabileceğine klasik bir örnek. Langer, Hitler’in hem en sevilen hem en nefret edilen lider olduğunu ve yaptıkları için, sık sık, “gerçekten dediklerine inanıyor mu; yoksa milleti mi kandırıyor?” sorusunun sorulduğunu belirtiyor. Hitler, savaşı bizzat yönetiyor; tarihte gelmiş geçmiş en büyük Alman olduğuna ve her dediğinin ve yaptığının tarihe mal olduğuna inanıyor. O, hem siyasetçi hem asker hem yargıç hem mimar hem sanat eleştirmeni vb. olduğuna ve her konuda yenilmez ve yanılmaz olduğuna da inanıyor. Bir yanlış yapılmışsa ya da bir yanılgı içine girilmişse; bu, yardımcılarına yükleniyor. Bugün de, iyi haberleri, liderin; kötü haberleri, yardımcılarının vermesi gibi klasikleşmiş bir kural var karşımızda. Ayrıca, Hitler, Tanrı’nın seçtiği insan olduğunu ve Almanların kurtarıcısı olduğunu düşünüyor ve yazgıdan kaçılamayacağını ileri sürüyor. “Tanrı’nın seçtiği insan” algısı, günümüzdeki kimi liderler için de geçerli. Öte yandan, “Tanrı, beni koruyor”düşüncesi, liderleri tarifleyen bir özellik değil; inançlı kitlelerin durumuna karşılık geliyor. Langer’ın aktardığına göre, Hitler’in duygusal iniş-çıkışları dikkat çekici. Küçücük bir olaya aşırı sinirlendikten sonra, hiçbir şey olmamış gibi davranabiliyor. Yardımcılarının en büyük korkusu, ona kötü haberler vermek. Bu tablo, bugünkü kimi liderlerin de tasviri. Ama bizce sorun, bütün bu sıralanan özelliklerin bir patoloji mi yoksa kişilik farkı mı olduğu noktasında düğümleniyor. Patolojideki esas nokta, kişinin yaşamsal işlevlerini sürdüremeyecek olması. Ancak, bu, Hitler için de, patolojik olduğu düşünülen birçok lider için de geçerli değil. Kendini beğenmiş ve otoriter olmak, patolojiyi gerektirmiyor. Üstelik, lider, patolojik olarak tariflendiğinde, onun yaptıklarından sorumlu tutulamayacağı gibi bir sonuç da çıkarılabilir. Lideri özne olarak görmeyen patolojik bakış, onun cezasız kalmasına da yol açıyor. Kötülüğün patolojik olmamasının oldukça tehlikeli olduğu söylenebilir; çünkü kötülük, sıradan insanların işi ise, günlük yaşamda sıradanlaşması, işten bile değildir (Gezgin, 2013ç). Langer, Almanların Hitler sevgisini kitle iletişim araçlarındaki propagandalara bağlıyor; ancak, bu, özel kanalların ve sosyal medyanın çıkışı dolayısıyla, artık geçerli değil. “Hitler sevgisini, dönemin olağanüstü koşulları (1. Paylaşım Savaşı sonrasındaki ekonomik ve siyasal bunalım) yerine, propagandaya bağlamak, kitle ruhunu anlamamaktır” diyebiliriz. Bir diğer etmen, Hitler’in konuşmalarında Yahudileri günah keçisi olarak ilan etmesi. Buna benzer yöntemlere (bu kez Yahudiler üzerinden değil de başkaları üzerinden) bugün de rastlıyoruz. Öte yandan, Hitler kadar coşku uyandıran hatiplere bugün pek rastlanmıyor. Hitler, Almanların gözünde, ailenin bir ferdi idi; “senin, benim gibiydi”. Seçim taktiklerinde sık görüldüğü gibi (Gezgin, 2013d), çocuk ve hayvan sevgisi, sık sık propaganda amacıyla kullanılıyordu. Yazara göre, Hitler, basın toplantılarından çok önce, sorulacak soruları istiyor, önden hazırlanıyor ve beklenmedik soruları uzun tiradlarla geçiştiriyordu. Bu, bugün de uygulanan bir taktik. Langer’ın çözümlemesi, “Hitler’in şöyle kötü bir çocukluğu vardı; bunun için böyle oldu” gibi bir varsayıma dayanıyor. Oysa birçok kötü çocukluk geçirmiş yetişkin, patoloji geliştirmiyor. Üstelik, Langer’ın bir diğer yöntembilimsel yanlışı, şu: Geçmişe bakıp “bunun böyle olacağı belliydi zaten” diyor. Buna, bugün “ben demiştim zaten” yanılgısı (hindsight bias) diyoruz. Bu işler önceden belli olabilseydi; günümüz çocuklarına bakıp bunların hangisinin Hitler gibi olabileceğini kestirebilirdik; hatta bu durum, Musa ile Firavun meseline benzerdi. Ancak, bunu yapamadığımıza göre, çocukluk üstünden yapılan çözümlemeler, en doğru yorum olarak değil, yorumlardan yalnızca biri olarak değerlendirilmeli. Langer’ın bir diğer hatası ise, Führer’i (kamusal benlik) açıklamak için Hitler’e (özel benlik) yönelmesi; ancak, çözümlemelerinde, birisi üstünden ötekini açıklamak yerine, ikisi arasında gidip gelmesi. Dayandığı kaynakların güvenirliği bile tartışmalı. Örneğin, Hitler’in aslında Yahudi olduğuna dair iddialara bile yer veriyor. Sonra bunların bir iddiadan öteye gitmediğini söylese de, bu tür kaynak kullanımları, çıkarsamaları hakkında kuşku uyandırıyor. Langer, Hitler’in iki kişilikli olduğunu (iyicil-kötücül ve/ya da özel ve kamusal ayrımı üzerinden Hitler ve Führer) ileri sürüyor (s.153-156). Oysa, aslında, çoğumuz böyleyizdir; çünkü kimi zaman, kişilik yerine, ortam ve olaylar, bizim üzerimizde daha etkili olur. Bu tür ikilikler, Jung’da da (örneğin, anima-animus ayrımı), psikanalizin beslendiği mitolojilerde de (örneğin, yin ve yang) görülmektedir. Langer, tıbbi modele dayanan varsayımlar demetinde daha da ileri gidiyor; diyor ki: “Hitler’in olasılıkla şizofreninin eşiğinde nevrotik bir psikopat olduğu konusunda, ruhbilimciler arasında görüş birliği vardır.” (s.151) Bu ifade, yanlış olmakla kalmıyor; Nazi ruhbilimcileri de gözden kaçırmış oluyor. Aslında, Nazi psikologların gözünden, savaştıkları ülkelerin liderlerinin çözümlendiği metinleri incelemek, ufuk açıcı olabilirdi. Langer’ın langır lungur olan tanı ölçütleri, aşağıdaki bölümdeki “düşmanımsa hastadır” zihniyetiyle, doruğuna ulaşıyor: “Führer” kişiliği, onun derinlerde yatan ve neftet ettiği eğilimleri için bir örtü, bir tazmin olarak bilinçsizce yaratılmıştır. Bu duruma psikopatlarda çok rastlanır ve sonradan kendisini onunla özdeşleştireceği bir imge yaratarak özbenliğini yadsıma özlemine hizmet eder. Hitler’le öteki binlerce psikopat arasındaki en büyük ayrım, bu uydurma imgeye, kendisiymiş gibi, halkı inandırmaktaki başarısıdır; Alman halkını buna inandırmıştır. Böylece yarattığı bu imgeye âşık olmuş ve bunun ardındaki nefret ettiği o bambaşka Hitler’i unutturmak (unutmak) için elinden geleni yapmıştır. Kendi benliğinden bir başka benliği başkalarına da inandırma yetisi, onu gerçek bir delilikten kurtarmıştır.” (s.158) Langer, Hitler’le babası ve annesi arasındaki ilişkileri yüzeysel olarak çözümlüyor; bu çözümlemelerde, Freud’gil psikanalizin klasik şemalarını kullanıyor; şemayı olguya uyarlamak yerine, olguyu şemaya uyarlıyor (s.177-187). Hitler’in, fırtınalı çocukluğunu, yaşam öyküsünde özellikle gizlediğini ileri sürüyor; Führer, nadiren aile üyelerinden söz ediyor. Bu durumu şöyle temellendiriyor: “Hitler gibi sakin, düzenli bir aile çevresinde yetişmiş hiçbir hastanın onun özyapısal özelliklerini göstermediğini düşündüğümüzde, bu kuşkumuz daha da artar.” (s.174) Buradan yine yukarıda andığımız noktaya geliyoruz: Fırtınalı çocukluk, kendiliğinden patolojiye yol açmıyor; sakin çocuklar da, patolojik yetişkinlere dönüşebiliyor. Langer, olasılıklar üzerinden konuşurken, birkaç sayfa sonra “kesinlikle” diye cümleler kurmaya başlıyor. Bunlarda, kendi kişisel yargıları, bilimsel zırha bürünüyor. İşte bir örnek: “Birtakım duyguların kuvvetlenmesine neden olan öteki olay da, anne ve babasını cinsel ilişki sırasında görmüş olması olasılığıdır. Verilerin incelenmesiyle bu yargımız doğruluk kazanmaktadır. Gerek babasının özyapısı, gerekse eski zamanların yaşama biçimi bunu olası kılmaktadır.” (s.185) “Almanya’nın yenileceği belli olunca, bu onda tam bir histerik tepkiye dönüştü. Gerçeği kabul etmek istemiyordu. Tıpkı anne ve babasını cinsel birleşme anında gördüğünde gösterdiği tepkiyi bu olayda da gösterdi.” (s.190-191) “Hitler’de bu temeldeki yaşantı, kesinlikle anne ve babasını cinsel birleşme anında görmesi ve bunu, karşı koyamadığı vahşi bir saldırı olarak yorumlamasıdır.” (s.191) Olasılıkların kesinlik olarak sunulduğu bir başka örnek, şu: “Anne ve babasını cinsel ilişki sırasında görmüş olan çocuklar için bile, bu iki olay arasında çok zor bağ kurulur. Onlara göre, karında bulunan her şey, ağız yoluyla oraya inmiştir, oradan çıkan her şey de hep anüs yoluyla atılır. Gebeliğin ağız yoluyla oluştuğu ve çocuğun da anüsten çıktığı inancına yatkındırlar. Hitler de bir çocuk olarak bu inancı beslemiştir kafasında ama bu, gene de merakını gideremeyince, bu işin nasıl olduğunu gözleriyle görmek istemiştir.” (s.205) Kimi bölümlerde, Langer, seçme saçmalar sergiliyor. Örneğin, “Bütün bu kanıtların gösterdiği şey, Hitler’in sapkınlığının Geli’nin betimlediği gibi olmasıdır. Bu sapkınlığı doyurmanın büyük tehlikesi, kendi ağzına dışkılanması ya da işenmesi isteği duymaktır.” (s.206) “Bilinçaltı simgeselliği açısından et dışkı ile, bira da sidik ile eşanlamlıdır. Her ikisinin de tabulaştırılması, bu isteklerin hâlâ sürdüğünü, bunları simgeleyen her şeyden kaçındığını ve kaygıların etkisinden bu şekilde uzaklaştığını gösterir. (...) Sözüne güvendiğimiz birinin dediğine göre, Hitler’in etyemez oluşu Geli’nin ölümünden sonrasına rastlar. Çok ilginç bir şey bu. Çünkü klinik araştırmaların çoğunda etyemezliğin çok sevilen bir varlığın kaybından sonra ortaya çıktığı gözlenmiştir. Bu nedenle Hitler’in sapkınlığına dışkı yeme ve çiş içme gibi psikotik eğilimlerle, toplumsal uyum için de normal bir yaşam sürme isteği arasındaki uzlaşma olarak bakabiliriz.” (s.208-209) “Annesinin mazoşist olduğu açıktır; öyle olmasa ne bu evliliğe kalkışırdı, ne de kocasının kaba davranışlarına katlanırdı.” (s.211) Sonunda, Langer, bu kitabın bilimsel olmadığını itiraf etmiş oluyor: “Alman erkek özyapısının ve onun içinde yaşayan Naziliğin rolünü anlamakta bize anahtar olduğu sürece, bu kanıt, psikolojik savaş programımıza epey yararlı katkılarda bulunacaktır.” (s.212) Oysa, arka kapak yazısı tam tersini söylüyor: “Bu inceleme, propaganda malzemesi olarak kullanmak için değil, Hitler’in düşünce biçimini ve Alman halkının ona bağlılığının nedenlerini öğrenmek amacıyla yapılmıştır; bundan dolayı doğruluğu su götürmez.” Bu ‘bilimselliğin su götürmezliği’ ifadesindeki yanılgı bir yana, kitap, Alman halkının bağlılığını incelemek yerine, yalnızca lidere odaklanıyor. Langer, yukarıda sayılan kuramsal, yöntemsel ve içeriksel yanılgıları sergilerken, aslında bunlardan bir bölümünün farkında; ancak, bu eleştirilere göre çözümlemesini düzeltip geliştirmek yerine, onları şöyle bir anıp çözümlemesini daha önce nasılsa aynen o biçimde sürdürüyor. Buna birkaç örnek sıralayalım: “(...) Çünkü Führer’in deliliğinin, kıtanın büyük bir bölümüne olmasa bile, bir ulusun deliliğine dönüştüğünü gözlemlemişlerdi. Sonra bu, bir tek kişinin değil, o kişiyle halk arasında var olan karşılıklı ilişkinin ürünüydü ve birinin çılgınlığı ötekine de akıp geçiyor ya da bunun tam tersi oluyordu. Bir deli olarak yalnız Hitler yaratmamıştı Alman çılgınlığını; bu çılgınlık da Hitler’i yaratmıştı.” (s.168). “(...) Hitler’i tarih sahnesinden çekip atmak ilk elde gerekli olabilir; ama bu, hastalığın tedavisi demek değildir. Frengiyi tedavi etmeden önce belirtisi olan yarayı iyi etmeye benzer bir tutum. Gelecekte benzer yaraların oluşması önlenebilecekse, hastalığın açık belirtisini ortadan kaldırmakla yetinemeyiz. Tersine, istenmeyen olguları üreten etkenleri araştırıp, bulmalıyız.” (s.169) “(...) Ama içinde bulunduğumuz savaş, uygarlığımıza karşı bir ulusun başkaldırması ise, tek bir kişinin ruhbilimsel açıklamasının ne işe yarayabileceği sorulabilir. Bir kişiyi anlamakla milyonlarca kişiyi anlayamayız; bir bakıma doğrudur bu. Yetişme, büyüme süreci içinde çeşitli yaşantılar yoluyla toplumsal etkilerle karşılaşırız.” (s.169) Bu yerinde yorumlar, kitabın bütünüyle ve özellikle aşağıdaki cümlelerle çelişiyor: “Demek ki o, milyonlarca insandan oluşan bir ulusun işleriyle uğraşmamakta, kendi çatışmalarını çözümlemeye ve çocukluğunun düzensizliklerini gidermeye çalışmaktadır. Ona gerçekçi çözüm yolları bulacak öteki insanlarla ilişki kurma yerine, bireysel sorunlarını büyük bir ulusa yansıtmakta, sorunlarını gerçekdışı bir tutumla çözmeye çalışmaktadır. Yarattığı küçük evren büyük evren olmuştur.” (s.189) Langer, kitap boyunca, Hitler’i yerin dibine batırmakla kalmıyor; kendisini maaşa bağlamış Roosevelt’i de göklere çıkarmaktan geri durmuyor. Hem Almanların Hitler’e bağlılığından söz ediyor; hem de, aşağıdaki satırlarda, Almanlar, Hitler’e bağlı değillermiş de, baskı olduğu için onu sever görünüyorlarmış gibi yanlış bir varsayıma yaslanıyor: “Günümüz dünyasında Hitler’e meydan okuyacak önder rolündeki tek kişi, Roosevelt’tir. Hitler’in Churchill’den de, Stalin’den de hiç çekinmediğini, yakınında bulunmuş kişiler belirtmiştir. Son ikisinin kendisine benzediğine inanmakta, onları kolaylıkla yeneceğinden kuşku duymamaktadır. Ne var ki, Roosevelt bir bilmecedir onun için. 130 milyon insanı yönetebilen, bağırıp çağırmadan, azarlamadan onları bir hizada tutabilen kişi, ne mene bir kişidir? Sonra hem bu denli çok insanı yönetmek, hem de centilmenliği elden bırakmamak nasıl olur? Bu nedenle, Roosevelt kendisi için ne derse desin, o, için için, Roosevelt’i beğenmektedir. Ne var ki, belki de nasıl davranacağını önceden kestiremediğinden, gizliden gizliye ondan çekinmektedir de.” (s.182) Ayrıca, bu satırlarda, Langer’ın kitapta hep eleştirdiği propagandanın etkisinde kalmış sıradan bir vatandaş olduğu görülüyor. Özeleştiri içermeyen eleştiri, eleştirilmeyene yedeklenmeyi doğuruyor. Langer, kitabın son bölümünde, ‘Hitler’in gelecekte karşılaşacağı olası durumlar’ başlığı altında, 8 olasılıktan söz ediyor. Bunlar, şöyle: “1. Hitler, doğal ölümle ölebilir. 2. Hitler, tarafsız bir ülkeye sığınabilir. 3. Hitler, bir çarpışmada ölebilir. 4. Hitler, suikasta kurban gidebilir. 5. Hitler çıldırabilir. 6. Alman ordusu başkaldırarak Hitler’i tutuklayabilir. 7. Hitler elimize geçebilir. 8. Hitler kendi canına kıyabilir.” (s.257-262) Biz dilindeki bilimdışılık bir yana, Langer’ın, bu kadar yanılgılı çözümlemeden sonra, geleceği tutturabilmesi, dikkat çekici. Yazar, 8. noktanın en güçlü olasılık olduğunu belirtiyor. Kitabın yayınlandığı 1943’ten sonra, birçok psikanaliz yaklaşımı ve psikanalitik olmayan yaklaşım gelişti neyse ki. Veriler, Hitler’i, özellikle Lacan üzerinden yorumlamak için, oldukça zengin. Ancak, lider üstünden kitleleri açıklamak, başta belirtildiği gibi, yanıltıcı olabiliyor. Bireyciliğin yüceltildiği iddia edilen Avrupa’dan otoriter liderlerin çıkışı, dikkat çekici. Aslında, “otoriter olan, liderler değil; kitle” denilebilir. Olağanüstü olaylar, olağanüstü kişilikler yaratıyor ve bu olağanüstü kişilikler, daha olağanüstü olaylara neden oluyor; ta ki herşeye olağanlaşana kadar...
·
358 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.